İnsanı Yetiştirmek -II

Saadettin YILDIZ

Geçmişe Bir Yolculuk: Babam, Nuri Dayım, Okul Müdürü ve Ben

Geçmişe kısa bir yolculuk yaptığımda, yarım asır öncesinden üç kişi yeniden karşıma çıkıyor. Babam, Nuri Dayım, Müdürüm… Bu üçlü, esaslı bir yaşama üslûbunun, derin bir kültürün aynı hedefe yönelttiği ayrı ayrı hayatları olan, ayrı yerlerde yaşayan insanlardı.

On-on iki yaşlarındaydım. İlköğretmen okuluna girecek, hem kendime bir gelecek inşa edecektim hem de ülkemin çocuklarını yetiştirecektim. Tarladan okula gittim: Sınavlar, yazılı ve sözlü… Hakkı olanın hakkını aldığı sınavlardı. Devletime, ülkeme, devletin temsilcilerine tam bir güven duygusu içindeydim. Haksızlık yapmazlar, hırsızlık yapmazlardı.

Biz neyi temsil ediyorduk?

Babam, çocuğunun geleceğini kurmaya ve ailenin mutluluğunu arttırmaya çalışan, ülkesinin kendisine her imkânı vereceğinden şüphe duymayan, haklıya hakkının verileceğinden hep emin olan “halk”ın bir parçasıydı. “Devlet” derken bir dert ortağından, bir “dar zaman dostu”ndan, yüzde yüz güvenilir bir “ortak yapı”dan söz ediyordu.

Nuri Dayım, uzaktan akraba, esnaf. Kasabaya (bizim için “şehir”di o) çeşitli işler için gelen akrabasına kol kanat geren zengin gönüllü bir insan… Mesafeler çok uzun olmasa bile gurbetteydim; o, gurbeti sılaya çevirdi zaman zaman. Bir gencin yetişmesini, mensubu olduğu bir ortak ahlâk gereği dert edinmişti.

Okul müdürü, devletin insana sahip çıkışının canlı timsali, işinin ehli, insan yetiştirmenin heyecanını yaşama üslûbu hâline getirmiş bir “aydın”… Bütün derdi, kendisine teslim edilen yüzlerce gencin yolunu aydınlatmaktı. Bunu her konuşmasında hissediyordum. Şefkati sahici, öfkesi yapmacıktı.

Ben, bozkırın ortasında, bir hayâlin sezinlemelerini yaşayan, öğretmen olmak gibi yüce bir maksadın peşine düşmeye hazırlanan bir çocuk… O çocuğun kesinlikle gelecek kaygısı yoktu ve okulun giriş sınavını kazanırsa mesleksiz kalmayacağından tam olarak emindi. Çünkü devletin bir planı vardı ve buna uymak devlet olmanın gereğiydi. O plan -aynı zamanda- vatandaşa, o çocuğa verilmiş bir sözdü. Hedeflerini önceden belirlemiş bir devlet, vatandaşı için büyük nimet…

***

Müdür diyordu ki, sizi iyi birer öğretmen olarak yetiştireceğiz. Çok çok çalışır da yüksek bir ortalama tutturursanız, sizi daha yukarıya, yüksek öğretmen okuluna da göndeririz.

Devlet, yine söz veriyordu; en önemlisi de şuydu: Müdür, gençlerin geleceği üzerine söz söylemeye yetkili, yasalara göre konuşan ve “ben yaptım” demeyen bir eğitimciydi. Şimdi daha iyi anlıyorum, Türkiye çapında binlerce meslektaşı da aynı yetkiye sahip, bilgili, güvenilir ve özgüven sahibi insanlardı.

***

Bu kısa yolculuk, insan yetiştirmede bugün hangi noktada bulunduğumuzu daha kolay anlatabilmek için yapıldı. O babalar da Nuri Dayılar da yok artık. Dünyası insan yetiştirmek olan okul müdürü de… Eskiye özlem, çoğu zaman, bugünün yanlışlarının, eksiklerinin eseridir… Bizi eskiye götüren, “bugün”dür.

Bugün Ne Haldeyiz?

Bugün açık bir şekilde görülüyor ki devletin millete beslediği şefkat ve ona karşı yüklendiği sorumluluk duygusu çok azalmış ve hatta kaybolmuştur. Halkın içinden gelen insanlar “seçkin”lerden kat kat fazla saygılı, müşfik ve sorumlu davranacakken tam tersi olmuş, “bu makamlara ben de gelebilirim” düşüncesi –demokrasinin en önemli göstergelerinden biri iken- hırsa dönüşmüştür. Vaktiyle “atanmış” olduğu halde bir “devlet ideali”ne bağlı kalmayı devlet adamlığının şartı sayan yönetici, bugün, “seçilmiş” olmayı tersinden anlamakta ve kendisini bir sistem gereği seçmiş olanları sadece “seçmen” görmektedir. Şu farkı kaçırmamak gerekiyor: 80-100 yıl öncesinin “seçkin”leri halka bugünkü “halk çocukları”ndan daha yakın idi. Onlarda bir Anadolu idealizmi ve belli bir milliyet / mensubiyet kavrayışı vardı; bu onları “diğergâm” olmaya zorluyordu. Bugünün seçkinlerinin bu konudaki “gevşeme”si ise meydanda! Oysa, atanmış olmak ile seçilmiş olmak arasında –eğer zihniyet aynı ise- hiçbir fark yoktur. Meydanlarda söylenenlerin –artık- ölçü teşkil etmediği ortadadır. Tarih, söyledikleri ile eyledikleri aynı olan insanları muteber kabul ediyor ve onların koyduğu ilkelerle zenginleşiyor.

***

İnsanımızın karşı karşıya geldiği büyük sıkıntılardan biri de gençlerin devlete olan güvenlerini yitirmiş olmalarıdır. Özellikle son olaylar, çeşitli kademelerde görev yapan devlet memurlarının akıl almaz bir tarafgirlikle sergiledikleri haksızlıklar / hak yemeler, insanımızın devlete, devlet adamına, devlet memuruna, başta sınavlar olmak üzere her türlü düzenleme ve uygulamaya güvenme imkânını ortadan kaldırmıştır.

Devlet çok ciddi bir kurumdur. Bir işi yaparken de yapmazken de güçlü temellere dayanan gerekçeleri vardır. Bir gün böyle bir gün şöyle davranırsa inandırıcılığını yitirir. Yönetici zaafı kötü, yönetim zaafı ise çok daha kötüdür.

Soruların çalındığı, belli kesimlere önceden verilerek yüksek puanlar alınmasının sağlandığı bir sınav sistemi – ne yazık ki- en güvenilir kurumlar olması gereken yüksek öğretim kurumlarını da güvenilmezlerin arasına sokmuştur. Dini kullanan, ideolojik hedeflerine onu alet eden, din adına hırsızlık, sahtekârlık, haksızlık, yolsuzluk, kayırmacılık yapan bir dindar (!) grup türemiş, insanların ahlâkî dayanaklarını da tahrip etmiştir.

İnsanımız, yaşama sevincini kaybediyor, gelecekle ilgili idealleri küçülüyor. İdeali olmayan bir insanın gerçek bir eğitimci olması mümkün olmadığı gibi bir ideal aşılanmayan insanların da eğitilmesi zordur. Bu bakımdan eğitim, öncelikle, bir “idealizasyon” işidir. Bugün üniversitelere gelen öğrencilerin yüzde doksanı tercihlerini kolay iş sahibi olmak, açıkta kalmamak odaklı yapmaktadır. Yani insana ve topluma yönelik bir ideal / hedef yoktur. Bu elbette öğrenciler açısından bakılırsa garipsenecek bir durum da değildir. Onları böyle bir tercih yapmak zorunda bırakan bir sistemin asıl kabahatli olması gerekir.

Kitaplarda yazılı birtakım çeviri maddeler hariç, ana odağa / beyne götürücü bir hedefinin olmayışı eğitim sistemimizin en büyük zaafıdır. Böyle olunca da tek talep: İşe girmek, başka bir deyişle karın doyurmak oluyor. Bunu küçümseyemeyiz ama, başka bir talebi olamayacak kadar “küçültülen insan” yetiştiriyorsak buna çare aramak gerekmez mi? Devletin asıl görevi, insanını daha yüce talepleri olacak nitelikte yetiştirmektir. Hedefi olan insanların talepleri de ona göre olur.

Son yıllarda her seviyedeki eğitim kurumlarında ve merkez örgütünde sınırları tümüyle genişletilmiş bir anlayış yerleşti: Eğitim örgütü, öğretmen, aile zayıflayıp eğitim faaliyeti gevşedikçe taviz veriyoruz ve her türlü eğitim faaliyetini gevşetiyoruz. Bunun adı bazan “reform”, bazan “yöntem”, bazan da “çağdaş yaklaşım” oluyor. Eğitimde “gevşetme” yöntem olursa, eğitim nasıl olacak? Hoşgörü başka bir şey, gevşeklik başka. Güya gençlerin yanındayız, onlara anlayış gösteriyoruz, baskıdan uzak bir eğitim veriyoruz. Öğrenciye öğrenmek zorunda olduğunu anlatamıyoruz; gevşetiyoruz işi! İnsan yetiştirme faaliyetini disiplinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ne yapmak istediğimizi serbestçe düşünüp serbestçe planlamak önemlidir; fakat uygulama disiplin ister. Her alanda sık sık karşımıza çıkan “ağam böyle diyor” mantığı, bizi düşünmekten, bir düşüncesi bulunmak külfetinden kurtarmış görünüyor!

“Okullaşma” önemli bir merhaledir. Sayısal yetersizliği ortadan kaldırmak gerekir. Ne var ki bunu yaparklen, her seviyedeki okulun yeterli bir eğitim kadrosuna sahip kılınması şarttır. Türkiye’de vaktiyle ilköğretim seferberliği başlatılmış ve okuma-yazma bilen insan sayımızı çok yükseltmiştik. Şimdi de geniş bir “üniversite seferberliği” içindeyiz. Vaktiyle her ana bilim dalında birden fazla öğretim üyesiyle öğrenci yetiştiren üniversitelerin yerinibirkaç ayrı ana bilim dalına ait derslere aynı hocanın girdiği üniversiteler aldı. Tecrübeli hocalar, kendilerine sunulan maddî imkânlardan dolayı erkenden emekli olup “vakıf üniversitesi” adı altında çalışan özel üniversitelere gittiler. Taşra üniversitelerinde çalışan profesörlerin hemen hepsi rektör, dekan, yüksekokul müdürü, bölüm başkanı… İlköğretim seferberliğinde çok örneğini gördüğümüz dershanesiz, öğretmensiz okullarla hocasız, laboratuarsız üniversitelerin fazla farkı var mı!

***

Eğitim, particilik, ideolojik çılgınlık, cemaatçilik, mezhepçilik, cinsiyetçilik gibi bölücü / ayırıcı tavırlardan uzak durulmadığı takdirde “insanı yetiştirmek” yerine tam ters sonuç verecek çok hassas bir kültür faaliyetidir. Cahil “eğitimci” birkaç üniversite bitirmiş bile olsa -aklını şuna buna kiraya vermiş olduğu için- “öldürücü virüs”ten başka bir şey değildir.

İlmin siyasallaşması düşünceye değer verme şansımızı azaltıyor; dolayısıyla da eğitim sistemimizin ilimden beslenme kanalları tıkanıyor. Siyaset, hayatımızı düzenleyen sosyal kurumlardan sadece birisidir. Her şeyi siyasetin çözeceğine inanmak cahillik değilse saflık, o da değilse talihsizliktir. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki siyasetin kendiliğinden çözüm üretme yeteneği yoktur. Bilimsel gerçekleri dikkate almayan bir siyasi anlayış daha işin başında iflas iflasa mahkûmdur. Bilim adamı (kadınlar da en az erkekler kadar “adam”dır; onun için “bilim insanı” demiyorum!) siyasete teslim olmayacak, ona yol gösterecek; siyaset de ilim adamından aldıklarını küçük hesapların tuzağına düşmeden uygulayacak…

***

Dünyada eğitim, baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojiyi çok iyi bir yardımcı, yetenekli bir “hizmet aracı” olarak kullanıyor, çok iyi sonuç alıyor. Bilimin hayata geçmiş şekli olduğuna göre, teknolojinin sunduğu imkân, reddetmek bir yana, küçümsenemez. Eğitimin daha iyi sonuç vermesinde teknolojinin önemi büyüktür. Özellikle bilgisayar ve iletişim teknolojisi, bugün, eğitimin en önemli destekçisidir. Kırk yıl önceki eğitimcinin ders hazırlarken kullandığı materyal ile bugünküler kıyas bile edilemez. Ancak, bu büyük nimetin, hem eğiteni hem eğitileni tembelleştirdiği, temelsiz bir güven duygusuna götürdüğü de bir gerçektir. “Nasıl olsa internette var” rahatlığı, yaratıcı düşünceyi ve farklı bakışların getirdiği zenginliği engellemektedir. Eğitim sistemi, bu büyük sakıncayı ortadan kaldırmanın çaresini bulmak zorundadır. Aksi halde en küçük bir ödevi bile kendi yapmayan / yapamayan, bilgiyi yalan yanlış nakleden nesiller yetiştiririz. Böyle yetişen gençler arasından –meselâ- bir Aziz Sancar çıkar mı? Nobel ödülü sahibi Aziz Sancar’ın –bize / ülkesine olan büyük bağlılığına rağmen- nobele giden imkânları yaban ellerde bulabilmiş olması yürek burkucudur. Nobel her şey değildir ama hedefe giden yolda çok önemli bir uğrak yeri olduğunu da kabul etmeliyiz. Üst düzey araştırmacıdan yoksun olan bir ülke ilerleyebilir mi?

Teknoloji, istemesek de hayatımıza girer ve bizi alışkanlıklarımızdan vazgeçmeye zorlar. Birçok evde atadan-dededen kalma gaz lambaları vardı. Önce, “gerektiğinde kullanırız” deniliyordu, sonra “hatırası var” denildi; şimdi ise depolarda, kolilerde kaldıysa kalmıştır. Herkes, aydınlanma ihtiyacını yeni teknolojinin sunduğu imkânlarla karşılıyor artık… Erol Güngör, ilk baskısı 1980’de Ötüken’de yayımlanan “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” adlı eserinde (16.baskı, 2010, s.20): “… teknolojik değişmenin yaratılması başlı başına bir mesele iken, bir de bu değişmenin doğuracağı sosyal neticeleri plânlamak veya istenen yola sokmak gibi ondan daha çetrefil bir mesele ile karşı karşıyayız.” diyor. Teknoloji “değişim”le kendini yeniliyor; fakat sosyal bünyenin değişim karşısındaki durumu, çok esaslı sosyolojik ve sosyopsikolojik verilerle yapılacak değerlendirmeler sonunda doğru çözümlenebilir. Bugün yürütttüğümüz eğitim politikası ve ilgili kurumlardaki uygulamalar, bu çözümlemeyi yapabilecek durumda mıdır?

***

Ahlâk her alanda ve her zaman lâzım, eğitimde ise “elzem”dir.

Eğitimci, hangi seviyede olursa olsun ahlâklı, eğitim sistemi de –tartışma kabul etmez derecede- ahlâkçı olmalıdır. Vakıf, hizmet, himmet vs adı altında okul veya yurt açıp küçük çocuklara tecavüz yuvalarına çeviren “insan”ların ve bu tecavüzü neredeyse “tecviz eden” bazı yetkililerin bulunduğu ve yetkilerini büyük bir pişkinlikle kullandıkları bir ülkede eğitim ile ahlâkı bir araya getirmek kolay olabilir mi? Ahlâktan yoksun bir yetkilinin dindar, vatansever, devlete bağlı, hayırsever vb. olarak nitelendirilmesi ve hem toplumda hem devlet katında itibar görmesi de ayrıca bir ahlâk problemi değil mi?

Eğitimde “inancın sömürülmesi” ve buna göz yumulması en büyük yanlışlardan biridir. İnsan, dinî mensubiyeti ne olursa olsun, eğitilmeli / yetiştirilmelidir. Bu da eğitimde bir “inanç kalıbı”nın temel ölçü olamayacağı anlamına gelir. Önüne gelenin imam-hatip okulu açması ile aklına esenin sanat okulu ya da sağlık okulu açması arasında insanın eğitilmesi ile ilgili ana ilkeler açısından hiçbir fark yoktur. Okulun gerçek anlamda “okul” olması esastır.

***

Halkın mukaddesleri ile yöneticinin, etkili-yetkilinin mukaddesleri daha çok uyuşuyordu; şimdi ayrıldı… Aynı hislerle birbirlerine bağlanan insanların sayısı yüksekti. Bilgileri farklı, fakat duyguları aynıydı. Bu, kültür ortaklığı demekti: Bilgi farklı, kültür ortak… Bugün kültürde de bilgide de ortaklığımız bozuldu. Kültür ortaklığının temel şartı, duyguların yakınlığıdır. Bilgi ortaklığı da ancak adaletli eğitimle sağlanabilir. Eğitim sisteminin ortalama insanı hesaba katmaması, doğrudan, adaleti yaralamaktadır.

Herkes seçkin öğrencinin peşinde, ona hizmet ediyor. Elbette seçkin öğrenciyi de ihmal etmeyelim; fakat ortalama vatandaşın çocuklarının heder olduğunu da görmezlikten gelmeyelim. Okulun iyisini seçkinlere-zenginlere tahsis ediyorsak ülke çoğunluğunu dışlıyoruz demektir.

İnsan yetiştirme düzenini kendi kültür temelleri üzerine kurmayan / kuramayan milletlerin başındaki en büyük belâ “taklitçilik”tir. Taklit ile örnek alma arasında çok ince bir çizgi vardır: Örnek alma bilince, taklit ise özenmeye dayanır; eğer bilincin kontrolü kaybolursa örnek alma kolayca taklide dönüşebilir.

Eğitim behemahal “millî bir mesele”dir ve millet adına devlet tarafından düzenlenip yürütülür. Özel okulların en masum hâli, bu kurumların birer ticarethaneye dönüşmesi imiş; “kukla” yetiştirme faaliyeti oluşunu anlamamız çok gecikti ve pahalıya mal oldu! Kullanılan kavramların birer istismar aracı olduğunu da geç anladık. Eğer eğitim “millî bir mesele” olarak kalsaydı, şerrrin işi kolay olmazdı.

İnsanın değersizleştiği toplumlarda eğitim faaliyeti sonuç vermez. Eğitimin asıl hedefi insandır, onu bulunduğu yerden daha yukarılara taşımaktır. İnsanların sisteme güvenme imkânlarını yok eder, onu kuru kalabalığın bir küçük parçası durumuna düşürürsek nasıl eğiteceğiz!
Yazar
Saadettin YILDIZ

Saadettin Yıldız, 1946 yılında Sivas Şarkışla Demirköprü köyünde doğdu. Yedi sekiz yaşlarındayken, öğrenim için köyünden ayrıldı. İlkokuldan sonra hep yatılı okudu. Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, Ankara Yüksek Öğretme... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen