Turgut GÜLER
Gündüz gözüyle gördüklerimiz kâbusa dönmüşse, geceden korkmanın hiçbir mânâsı kalmamıştır. En ciddî, en muhterem, en sarsılmaz bildiğimiz insânî vasıflar, birer birer yoklar listesine giriyor. “Ahsen-i takvîm” üzre yaratılan insanın, “esfel-i sâfilîn” çukuruna, atlayış rekorları kırarak düşmesi, tâmiri mümkün görülmeyen hasâra yol açıyor.
Ellerine aldıkları gösterişli dürbünlerle sağa, sola “çevre”cilik vaazları verenler, tabiatın dengesinin fenâ şekilde bozulduğunu beyân edenler, asıl konsültasyonun “insan” dimâğında yapılması lâzım geldiğini akıl edemiyorlar. Çünkü uzağı gösteren dürbünleri, burunlarının dibini ıskalıyor.
Diyelim ki, Dünyâ’nın tabiî kaynaklarında, klimatolojik değerlerinde herhangi bir bozulma olmadı. Her şey şırıl şırıl ve mecrâsında akıyor. Peki, bu güzel dekorda hangi insan keyif sürecek? Kızından çocuk sâhibi olan baba mı? Kırmızı ışık ihlâli veyâ hatâlı sollama yapan sâde vatandaşı, hiddetine yenilerek, çekinmeden öldüren maganda mı? Vitrin münâkaşası sırasında kâtil olan çarşı esnâfı mı?
İçi kararmış bir insan neslinin, her türlü nîmeti eksilmeden veren aydınlık muhîte lâyık olup olmadığını, sormak bile abes.
Arslan, yattığı yerden belli olurmuş. İnsan da, insanlığını icrâ mevkiinden....
Bâzı durumlarda çabanın da işe yaramadığını görmek, “akılsız baş” ihtârına hak verdiriyor.
“Akılsız başın cezâsını ayaklar çeker.” hükmü, nice tecrübenin özeti. Elbette, ayakla berâber daha başka uzuvlar da bu infâza muhâtab oluyor. Bizzat “baş”ın kendisi, nedâmet kasîdeleri yazıyor.
1683’den sonra, ama, en fazla 93 Harbi ile Balkan hezîmetini tâkib eden zaman; Rûmeli Türklüğünün, kalabalık kaafileler hâlinde İstanbul’a, Bursa’ya, diğer Anadolu şehirlerine sığındığı sefâlet manzaralarını gösterir.
Allah saklasın, benzer felâketlerden birini daha yaşayacak olsak, bu sefer gideceğimiz yer de yoktur.
“26 Ağustos 1922” başlıklı kıt’asında Yahyâ Kemâl, bu nâ-çâr içre nâ-çâr hâli, tam isâbetle anlatır:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî!
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbî!
Tâ ki, yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâmın...”
Kalemin gücü, anlayamayanların zihnine de otağ kuracak azme şerbet veriyor. Ne vakit, kalem aleyhinde yeni yetme propaganda hamlesi yapılsa, tevâzudan başka hiçbir imkânı olmayan “yazı âleti”, tabiî duruşuyla münâzarayı kazanıyor. Bu, şimdiye kadar böyleydi, bundan sonra da kaaidenin bozulmayacağı anlaşılıyor.
Kalemin, rakîblerine fırsat vermeyen hâkimiyet iklîminde, insan varlığının özü bulunuyor. Kaleme rağmen davranmak, aynı zamanda, bahsedilen “öz”ü umursamamak mânâsına geliyor.
Kalem, irfân yekûnunun usanmak, yorulmak bilmez amelesidir. Onun azmi sâyesinde, insanlığın bugünkü dimâğ hâsılası birikmiştir.
Okuyana da, yazana da kalem lâzım. Dinleyenin kalemsizinden ise, Allâh’a çığınmak, en kestirme çâre.
İlâhî kelâm katarının lokomotifinde, kalemin mührü basılı. O mukaddes söz çelengi, kalemle tâclanıyor.
Vaktiyle Diyânet yayınları arasında Mahmud Yazır’ın destelediği “Kalem Güzeli” adında iki ciltlik hat ansiklopedisi çıkmıştı. “Kalem”le “güzel” mefhûmları bir araya geldiklerinde, “mârifet” adına nasıl bir harmanlama ortaya konur? Soruya cevap arayanlar, kaleme ve güzele “Türk” ilâvesini mutlakâ yapacaklardır. Kalemin güzelliği, Türk’ün elindendir...
Ahmed Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir”in “Konya” bölümüne “Konya, bozkırın tam çocuğudur.” cümlesiyle başlar. Bir şiir mısrâı letâfetindeki bu sözler, sâdece Konya’yı değil, tekmil Oğuz boylarını bozkırdan neş’et ettirir.
Türk kültürü, târîhî seyri içinde, ağırlıklı olarak “bozkır kültürü”dür. Fazla vakit ayıramayıp da intihâl alışkanlığı kazanan bir kısım atâlet ehli, “bozkır” tâbirini “çöl” karşılığında kullanıyor. Böyle olunca da, “çayırlar boyunca yeşil” mekânlar öksüz kalıyor.
“Konar-göçer” veyâ “yörük” tarzı hayâtı benimseyen Türk zümreleri, günümüzde de varlıklarını sürdürüyorlar. Fakat buradan hareketle, “bozkır kültürü”nün yerleşik medeniyete sırt çevirdiğini söylemek, hakîkati tersden görmek olur.
Konya, bozkırın çocuğu olma keyfiyetinde yalnız değil. Yakınındaki Orta Anadolu şehir ve kasabalarından başlayarak, hem bugün, hem de dün bizim olan bütün Türklük coğrafyası, bozkıra vâris olmanın sürûrunu Konya’yla paylaşıyor.
Konya’dan sonraki Anadolu pây-ı tahtları, bozkıra ilişmiş mânevî yaka rozetini, “Mevlânâ” adıyla kaftanlarına taktılar. İstanbul bile, bu geleneği bozamadı. Konya’nın ilerisine müteveccih Sefer-i Hümâyûnların ilk durağı, hep bu rozet takma merâsimi için, “Kubbe-i Hadrâ” oldu. “Bozkır”ın kubbesindeki yeşili görmeyenlere, âmâ bile denmez...
Yazar Hakkında:
1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçesine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar Nazilli Lisesi’ne devâm ettikten sonra, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Bu okulun ikinci sınıfını bitirdiği 1968 yılında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ne kaydoldu. 1969-1973 yılları arasında, Yüksek Öğretmen Okulu hesâbına, İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Târîh Bölümü’nde tahsîl gördü.
İstanbul Çapa’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Kompozisyon ve Diksiyon Hocası olan Ahmet Kabaklı’nın başkanlığında kurulan Türkiye Edebiyât Cemiyeti’nde, bilâhare bu cemiyetin yayınladığı Türk Edebiyâtı Dergisi’nde vazîfe aldı. Bir tarafdan üniversite tahsîline devâm etti, bir yandan da bahsi geçen derginin “mutfak” tâbir edilen hazırlık işlerinde çalıştı. Metin Nuri Samancı’dan sonra da ikinci yazı işleri müdürü oldu (Mart 1973, 15. Sayı). Bu dergide yazı ve şiirleri yayımlandı.
1973 Haziranında üniversiteyi bitirdiğinde, Malatya Mustafa Kemâl Kız Öğretmen Lisesi târîh öğretmenliğine tâyin edildi. Ahmet Kabaklı’nın arzûsu ile bu görevine başlamadı ve İstanbul’da kaldı, Türk Edebiyâtı Dergisi’ndeki mesâîyi sürdürdü. 1975 yılında hem Edebiyât Cemiyeti (Bakanlar Kurulu karârıyla Türkiye kelimesi kaldırılmıştı), hem de Türk Edebiyâtı Dergisi, maddî sıkıntılar yaşadı, dergi yayınına ara verdi. Bunun üzerine, resmî vazîfe isteği ile Millî Eğitim Bakanlığı’na mürâcaat etti.
Van Alparslan Öğretmen Lisesi’nde başlayan târîh öğretmenliği, Mardin, Kütahya ve Aydın’ın muhtelif okullarında devâm etti. 1984 yılında açılan Aydın Anadolu Lisesi’nin müdürlüğüne getirildi. 1992’de, okulun yeni binâsıyla berâber adı da değişti ve Adnan Menderes Anadolu Lisesi oldu. Bu vazîfede iken, 1999 Ağustosunda emekliye ayrıldı. 2000-2012 yılları arasında, İstanbul’da, Altan Deliorman’a âit Bayrak Basım-Yayım-Tanıtım’da, yazı ve yayın çalışmalarına katıldı. Yine Altan Deliorman’ın çıkardığı Orkun Dergisi’nde, kendi adı ve müsteâr isimlerle (Yahyâ Bâlî, Husrev Budin, Ertuğrul Söğütlü) yazılar yazdı. İki kızı var.
Yayımlanmış Eserleri: Orhun’dan Tuna’ya Uluğ Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Takı Taluy Takı Müren (Daha Deniz Daha Irmak), Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2014; Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Ejderlerin Beklediği Hazîne, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Şehsüvâr-ı Cihângîr-Fâtihnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.