Tarihle Yüzleşme

A.Yılmaz SOYYER

İlahiyat Fakültesi’ne girmeden İslam tarihini, Osmanlı Arşivi’nde çalışmaya başlamadan da Osmanlı’yı bir ütopya çerçevesinde kutsal asırlar olarak algılardım. O dönemler benim için Güneş Ülkesiydi ve orada evliyalar yaşamaktaydılar. İslam tarihi derslerinde bir hocam “tarih belge demektir, belge yoksa tarih de yoktur” diyerek İslam tarihine yaklaşmış, “insanlar kafalarında kurguladıkları tarihe değil, belgelerin ortaya koyduğu tarihe inanmalıdırlar” diyerek iddiasına kanıtlar sıralamıştı. O güne kadar geçmişi kutsayan bir tavrın sahibiydim. Sırf benden 100 yıl ve daha önce yaşadıkları için tarihi şahsiyetleri kutsallaştırıyor, onlarla aynı dönemde yaşama hasreti duyuyordum. Bu hasret Osmanlı Devleti söz konusu olduğunda daha da dayanılmaz bir tutku, bir sevda halini alıyordu. Bâkî’yi, Nedîm’i, Şeyh Gâkib’i avazım çıktığı kadar, henüz betonlaşmamış Boğaziçi’ne doğru okumayı bir rüya veya bir ba’sü ba’de’l-mevt içerisinde okumayı arzu ediyordum.

Okul bittikten sonra İstanbul’daki Osmanlı Arşivi’nde göreve başladım. Arşivde çalışanlar o dönemde yazları depolarda çalışırlardı. Depolar, Osmanlıdan kalma medrese binalarıydı ve biz o dönemden beri çuvalların ve meşin kutuların içerisinde muhafaza edilen arşiv belgelerine ilk kez dokunmanın heyecanını yaşardık. Medrese odalarına istiflenerek yerleştirilmiş bulunan belgeler, tek tek medresenin bahçesine çıkarılır, temizlenir, önce 100 yıllara göre, sonra 10 yıllara ve en nihayetinde yıllara göre ayrılırdı. Bu yıllara göre ayrılmış evrak kışın yine bizler tarafından özetleri çıkarılıp numaralanarak tasnif edilirdi. Çok büyük kısmı Tanrı’nın bir lütfu olarak bozulmadan günümüze kalabilmiş bu belgeleri âdeta ibadet huşuuyla tozlarından temizliyorduk. Bir gün bir avuç kuru çay bulmuştum belgelerin arasında. Muhtemelen medresenin bekçisi bir kış günü dışarıya çıkmaya üşendiğinden bir gün önce demlediği çayın posalarını buraya boca etmişti. Cehâlet korkunç bir şeydi. Böylesine değerli bir hazineyi eğitimsiz ve ufuksuz bir mağara devri insanına teslim ederseniz olacağı buydu. Yine depo olarak kullanılan eski bir dârü’l-hadiste belge temizliyorduk. Ağır sandıkları taşımaları için de iki üç adet hizmetli görevlendirilmişti. Bir yaz günüydü bu görevlilerden ikisi ağırca bir sandığı bahçeye çıkarıp öyle bir kızgınlıkla yere attılar ki belgeler etrafa saçıldı. Biz ne yapıyorsunuz öyle deyince “âlem aya çıkıyor siz çöplerle uğraşıyorsunuz” dediler. Bu zavallı mağara adamlarını derhal merkeze, geldikleri yerde oturup sigara içmeleri için gönderdik. İşi tamamı fakülte mezunu, en azı doktora yapan bizler üstlendik. Temizlediğimiz şeyi taşırdık da…

Yaz bitip tasnif başladığında masama yığılan evrakların en üstünde bulunan belge bir şikayet dilekçesiydi. Belgrat’ın köylerinde yaşayan bir çiftçi, fazla vergi aldığı için tımarlı sipahiyi Divan-ı Hümayuna şikâyet ediyordu. Tarih sanırım 17. yüzyıldı ve çiftçinin arzı yazdığı tarihle Divan-ı Hümayun’dan kararın çıktığı tarih arasında sadece 12 gün vardı. İki şeye hayret etmiştim. İlki kafamda evliya kategorisinde yer alan devlet yöneticilerinin (tımarlı sipahi) haksızlık yapabiliyor oluşlarıydı. İkincisi ise devletin hukuk mekanizmasının muazzam hızıydı. O zaman Osmanlı’nın hayalleri kafamda çökerken gerçekleri yerleşiyordu. Sonradan elimden on binlerce belge geçti ve benim ilk belgede oluşan kanaatim daha da pekişti. Osmanlı Devleti, haksızlık da, hatâ da insafsızlık da yapıyordu. Ancak hukuk mekanizması o dönemde yine de sağlam sayılırdı.

YilmSoyy

O günlere kadar Osmanlı Devleti’ni hep Kuran ve Sünnetle yönetilen bir devlet zannederdim. İlk günlerde her belgenin sonunda yer alan “şer’-i şerife göre” ibaresi benim bu kanaatimi pekiştirir gibi de oluyordu. Ancak sonraları rastladığım belgelerdeki olaylar kafamdaki “şeriat devleti” nitelemesini yıktı. Öncelikle Osmanlı’nın şeriat sözcüğüyle dini değil hukuku kastettiğini anladım. “şer’-i şerife göre” Kuran’a göre değil hukuka göre ya da adalete göre demekti. Din kuralları sadece aile ve miras hukukuyla sınırlıydı. Devlet ve toplum yönetiminde fethettiği ülkelerin yürürlükteki kurallarını “şer’-i şerif” adlandırmasıyla aynen uygulamada bırakabiliyordu. 19. yüzyılda esham faizi adıyla -batmakta olan devleti kurtarmak için- çıkarılan % 10 civarındaki faize ulemânın fetva verdiğini görünce görüşlerim iyice pekişmişti. Osmanlı olsa olsa klasik dönemde yarı din devletiydi. Tanzimat sonrasında ise dörtte üç (!) laik bir devlet… Din adeta kadınların giydikleri çarşaf boylarını ölçme vazifesini icradan ibaret kalmıştı. Hukuk son zamanlarda klasik dönemdeki hız ve tarafsızlığını kaybetmişti. Bektaşiliğin kapatılması meselesinde din kurallarına göre idam fetvası veremeyince “siyaseten katli vaciptir” onayını veren kadıları da görmüştüm. Devlet fetva isteyince ulemâ –üstelik klasik dönemde- gerekli kolaylığı her zaman sağlamıştı. Yıldız Evrakını (II.Abdülhamid’in saray evrakı) incelerken padişahın Kızıl Sultan da Ulu Hakan da olmadığını, yanlışlarının yanı sıra doğrularının da bulunduğunu anladım.

Artık Osmanlı’ya ne ise o olarak bakmayı öğrendim. Osmanlı Devleti günahıyla sevabıyla kötülüğüyle iyiliğiyle benim geçmişimden ibarettir. O dönemi bugünün şartları çerçevesinde yargılamaya kalkmıyorum. Günümüz demokrasisini Osmanlıda aramaya da yeltenmiyorum. Geçmişin belgelerine gömülmüşken, kızıyorum, seviniyorum, üzülüyorum ancak bu belgeleri değerlendirmeye başlayınca “o günün olayları o günün şartlarında değerlendirilir” diyorum.
Yazar
Ahmet Yılmaz SOYYER

A. Yılmaz Soyyer, 1960 yılında Konya’nın Ereğli ilçesinde doğdu. Annesi ve babası o henüz bebekken ayrıldıkları için annesinin yanında büyüdü ve dedesi 1924 Manastır muhacirlerinden Bektaş Ağa (Kaçar) tarafından yetiştirildi.... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen