Aydın Yabancılaşması

Mehmet MAKSUDOĞLU

Ördeğin altına, ördek yumurtaları yanında bir de tavuk yumurtası koymuşlar. Kuluçka müddeti tamamlanıp da yumurtadan çıkan ördek palazları suda yüzmeğe başlamış. Tavuk yumurtasından çıkan civciv ise, yüzemeyip, bata çıka ördeğin ve palazların arkasından gitmeğe çalışırmış.

Türkiye’nin büyük dertlerinden biri, belki de en önemlisi, ‘Aydın Yabancılaşması’dır. Çünkü, bir ülkeyi, o milletin aydınları yönetir, yönlendirir; milletin ve ülkenin geleceğini kararlaştırır, çok büyük ölçüde biçimlendirir.

‘Gelişmiş’ denilen ülkelere bakıldığında, bu ülkeler aydınlarının, milletlerindeki değerleri taşıdıkları, geliştirdikleri görülür; o ülkelerde, aydınlar, halktan ‘kopuk’ değildirler. İngiliz aydını, çok iyi ‘İngiliz’, Alman aydını, sağlam ‘Alman’, Fransız aydını da ‘Fransız’dır. Bizim ‘aydın’ denilen tipimiz ise, ördek altına konulmuş tavuk yumurtasından çıkan horozu hatıra getirmektedir; anasını, kökenini unutma sürecindedir, ama, ördek de olamamıştır, olamaz da, çünkü ‘kader’ çizgisi öyle değildir.

Türkiye’de, kendilerine bol keseden ‘aydın’ pâyesi verilen ‘diplomalılar’ın çoğu, millete yabancılaşmıştır; içinden çıktığı halka, ‘sömürgecinin, sömürge halkına baktığı gibi’ bakar. Milletteki değerlerden ne kadar uzaklaşır, millete ne kadar ‘yabancı’ hâle gelebilirse, kendini o kadar ‘aydın’, ‘çağdaş’, ve dahî ilerici addeder. Türkçeyi doğru dürüst bilmez, uydurma kelimeleri, yüzü kızarmadan, sesi titremeden kullanır, bildiği veya bildiğini sandığı yabancı dildeki kelimeleri, Türkçe sanki babasının özel mülkü imiş gibi, pervâsızca bu milletin diline ‘idhâl’ eder! Bu konuda iki misâl verelim: ‘tören’ kelimesinin ne kabahati vardır bilinmez, bâzı şımarıklar, ‘seremoni’ (ceremony) diyor, ‘gevşek’ de ‘larc’ (large) olma yolunda.

‘Aydınımız’, târihini de iyi bilmez. Yeryüzünde insan toplulukları ortaya çıktığında, sanki Birleşmiş Milletler gibi bir teşkîlâtta bir araya gelip de, ‘her topluluk şu şu merhalelerden geçmelidir’ diye bir karâra varmışlar ve bu karâra hepsi uymuş gibi, Türk Milleti’nin târihini de, Batılı’larınkine benzeterek değerlendirir, yorumlar. Avrupa için gerçekten de ‘zifîrî karanlık’ Ortaçağ, o devirde ve bilhassa Milâdî 8-15 yüzyıllarda Dünyâ Medeniyetini temsîl eden İslâm âleminden ve bu âlemin 11. yüzyıldan îtîbâren başı olan Türk Milleti’nin durumundan bîhaber olan bu ‘yabancılaşmış aydın’ tipinin gözünde, ‘bizim için de’ ‘Karanlık Ortaçağ’dır; ağzını doldura doldura ‘Ortaçağ karanlığı’ndan söz eder. Zavallı bilmez ki, Ortaçağ’da, Avrupa’ya hâkim olan, ‘atın dişleri’ olayındaki zihniyettir.

Hatırlatalım: Manastır’da, at ağzında kaç diş olduğu tartışılıyormuş. ‘Aristo’nun filânca kitabına göre şu kadar, falanca kitabına göre bu kadar’ sözleri havada dolaşırken, manastıra yeni girdiği ve henüz ‘şablon’a esîr olmadığı, beyni yıkanmadığı anlaşılan bir genç râhip, ‘kendimiz gidip de atın dişlerini saysak’ diyecek olmuş; vay sen misin öyle diyen, ‘Aristo, zamânında saymış ve yazmış, sen kim oluyorsun atın dişlerini tekrar sayacak?’ denilerek azarlanıp manastırdan koğulmuş. Aynı Ortaçağ’da, Hanefî Mezhebnin kurucusu İmâm A‘zam’a, atın kaç ayağı olduğu sorulduğunda, atından inip, atın bacaklarını saymış ve öyle cevap vermiş. Hepimiz gibi, o koca müctehid de atın kaç ayağı olduğunu biliyordu, komiklik de yapmıyordu; ‘tahkîk’ uyguluyordu. Bizim ‘aydın’ tipimiz, bunu bilmez, Avrupa’daki skolastik zihniyetin İslâmda da olduğunu zanneder. Avrupa’da Ortaçağ’da Feodalizm vardı ya, bizde de olduğunu zanneder, köy ağalığından, ağzını doldura doldura ‘Feodal Düzen’ diye söz eder. Köy ağalığının iyi bir vâkıa olup olmadığı ayrı konu; Feodal Düzen’de, halk, toprağa bağlı ‘serf’tir, o toprak parçası satıldığında, çiftlik hayvanı imiş gibi, sâhip değiştirir. Halktan birinin kızı evlendiğinde, ilk gecesini kocasıyla değil, ‘Feodal Lord’la geçirmek zorundadır, buna latince ‘jus primae noctis’ (ilk gece hakkı) denilmektedir. Osmanlılar zamanından kaldığı anlaşılan, birkaç köyün sâhibi olmak meselesine gelince: Osmanlı’da, ‘kılıç tımarı’ olarak sipâhiye verilen belli sayıdaki köyün tarlaları, bahçeleri, o beyin sâhip olduğu ‘malı’ değildi; sâdece, o tarlaların, bahçelerin vergisini, Devlet adına toplar, karşılığında, tam techîzatlı belli sayıda asker besler, savaşa hazır bulundururdu. Evlenen kızın nâmûsuna, öyle ‘resmen’, ‘hak olarak’ tecâvüz rezâleti şöyle dursun, Sipâhî, o yöre halkının, can, nâmus ve mal güvenliğinden sorumlu idi!

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen