İnsan ve Aşk

Kâinatın yaratılışında, âdeta sonsuz, sayısız olan varlıkların nizam ve intizamında görülen sayısız hikmetler,  gözetilen sayısız gayeler vardır Bu amaçların başında, hiç şüphesiz Allah’ın kendini tanıtması gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, O’ nun ihtiyacından değildir. “Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmrân: 97) ayetinin bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir Bunları yaratmakla O’nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez, yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahlûklara aittir. Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize döşenmesinde ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar insana, bizlere aittir. Bütün âlemler O’nun icadıyla var olduğu gibi, âlemler bütün ihtiyaçlarını da O’nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O’nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.

Bu noktada, açıkça denilebilir ki, insanoğlu için, Allah’ı tanımaktan daha önemli bir mesele yoktur. Çünkü O hakikâttir.

Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülülebilir:

Birincisi; Cenâb-ı Hakk’a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine, insanlara bakar. Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ’nın sevgisini; kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kâinattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir. Cenâb-ı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve Esmâ-i Hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde tecelli etmesini de sever. Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk’ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o esmânın tezahürünü istemesi de haktır. Elbette kâinatı yaratmakla lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kâinatı yaratmamasından daha güzeldir. Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması, hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır. Aynen öyle de, Allah’ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından elbette daha hayırlıdır. 

Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine, bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar. Bu da iki noktada incelenebilir:

Birinci nokta; “Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değil.” hadîs-i kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır. Bütün hayat sahiplerine bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları hayatlarının devamı ve bu âlemden faydalanmaları için donatmışır. Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve istekler vermiştir. Bunların tatmini için de yeryüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir. Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş, hem de devam ve bekalarını temin etmiştir. Bilhassa insan nev’ini akıl, hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona, seveceğim varlığa teveccüh ettirmiştir.

Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci nokta ise, “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât: 56) ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri, tanımaları ve O’na ibadet etmeleridir”. 

İnsanlar Hak Teâlâ’yı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet vazifelerini ifa edip, O’na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar olurlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Bol bol şükreden bir kul olmayayım mı? Buyurmuştur.

İnsanların en yüksek ulaşabileceği mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, ‘Mârifetullah’tır. İnsanların en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o mârifetullah içindeki ‘muhabbetullah’tır. Ve ruh-u beşer için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyye’dir. Evet, bütün hakiki saadet ebedi mutluluk, elbette mârifetullah ve muhabbetullahdadır.

Mârifetullah ve muhabbetullah ile Allah’a manen yakınlık sağlanır. Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât, menfaat ancak kullara aittir. Allahü Azîmüşşan’ın kullarının tesbihine, ta’zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır.

Yalnız insanlar mı muhabbeti ararlar, Zerreden küreye mevcudatta olan her şey muhabbete koşmaktadır. Allah(cc), K.Kerim’de “Güneş de kendi karargâhında (mihveri etrafında muntazam olarak dönerek gitmektedir. Bu mutlak galip, hakkıyla bilen (Allah’ın) takdiridir.’’ “Aya gelince; biz ona (günlük devri ve seyri için) birtakım menziller tayin ettik ki (her aylık devrinin) sonunda o…“Ne güneş aya erişir nede gece gündüzü geçer. Güneş, ay, dünya ve yıldızların) hepsi de bir yörüngede yüzmektedirler.’’(Yâsin,36.38.39.40). Gezegenler, güneş, ay, dünya… Mikro ve makro her şey döner bu evrende. Sürekli dönerler, hareket ederler. Çünkü Allahü Teâlâ’nın sıfatlarından biri hayattır.  Hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise, şimdi de, ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları O’nun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar.

Hissettiğimiz her türlü duygunun, yaşadığımız sürede algıladığınız her şeyin temel oluşum sebebinde atomlar vardır. Sevdiğimiz birine dokunduğumuzda duyumsadığımız his; elimizdeki atomların içindeki elektronlarla, o kişinin elektronlarının etkileşiminden başka bir şey değildir.  Soğuk havada duyduğumuz üşüme hissi atomların bize çarpması sonucu oluşur. Ateşin yanması ile ısınma, elektronların daha hızlı dönmesinden başka bir şey değildir. Elektronun bu hızlı ve bitimsiz dönüşü, var olan her şeyin özüdür, gerçeğidir. Elektron her ne kadar atomun içinde çok az bir yer kaplıyorsa da inanılmaz bir güce sahiptir; gücünü de bu dönüşen, hareketlerinden alırlar. Evrendeki her şey bu dönüş, hareket ile ayakta kalır. Elektronlar bir gün ya da bir an dönmeyi unutsa tüm evren yıkılır ve koskoca bir boşluğa dönüşür her şey, dengeyi sağlayan bu dönüşler, hareketler sadece atomun içinde değildir; her şey hareket halindedir. Elektronlar hiçbir zaman ölmez, bunun örneğini kâinatta bir ormanda bile görebiliyoruz, orman yanınca o anda yok olur. Fakat atomlar hayy olduğu için tekrar kısa bir süre sonra ortaya çıkar. Bu olay, benim aslında bir varlığım yok, gerçek varlık Allah’ındır” demektedir.

Güneşi tanıyabilmemiz, yani onun var olduğunu anlayabilmemiz ve onunla diyaloga girebilmemiz için öncelikle yüzümüzü ona doğru çevirmeliyiz. Yüzünü güneşe çevirenler, eğer ona ayna olabilirlerse güneşle konuşmaya başlayabilirler. Ancak yüzümüz güneşe dönünce ona ayna olabilecek mi? Eğer bu yetkinliğe sahipsek veya yaratılışımızdaki bu kabiliyetin tezahürünü Cenabı Allah bizlere lütfedecekse, ayna olan yüzümüzde nelerin belireceğini kimler bilebilir ki!

Şair ne güzel söylemiş: “Güneşten bir yüz aldım / Gölgem ateşten.” Güneşlenmiş adam, ruhunun bütün girdaplarını güneşin şualarıyla aydınlatabilmiş adam, güneş gibi nur saçan yüzüyle artık yol alabilir… Eldeki güneşi ile hızla hakikatin sonsuzluk merkezine doğru ilerlerken, ardında bıraktığı gölgesi de, ışığı seven yolcular için takip edilecek coşku verici kutlu bir izdir. Hakikati ve bütün güzelliklerin kaynağını arayan yürekler onu takip edeceklerdir Güneşe dost olan bir dostumuz varsa, onun nur saçan yüzüyle güneşten feyizlenebiliriz. Mevlâna Hazretleri, Tebriz’in Güneşi’yle karşılaşınca onun etrafında dönmeye başlamadı mı? Şems ona hayat vermedi mi? “Gül, bülbül bahanedir, kastedilen O’dur.” diyen Mevlâna’nın maksadı Hak olsa da, O’na ulaşacak olan yol, hakikatin tecelligâhı olan güneşte yanmaktan geçiyor. Bu tecelligâh topraktan doğmuş olsa da, gözlerindeki basiretinin kaynağı güneştir: “Ey gönül, hayat sırrını goncadan öğrenelim; çünkü onun mecazında hakikat apaçık görünür. Gonca bu kara topraktan doğar, lâkin gözü güneş ışıklarındadır.

Güneşe nasıl ayna olacağız? O’na ulaşmada hicap perdelerini kaldırabilirsek!.. O demde Hakk’a da vâsıl olabiliriz. Güneşte yanmayı göze alabilmek, onda ruhumuzu eritebilmek, İnce kalın¸ yüzlerce binlerce kördüğüm olmuş bağlardan kurtulmak, tek bağ olan bizi aslı vatana kavuşturacak olan bağ ile bağlanmak, gerekir. Asıl ağlamamız gereken durum, bizler gibi, zamansız öten horozların halidir. İnsanın daha doğmadan güneşin doğduğunu sanmasıdır. G. Dumant’ın dediği gibi, “Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” İnsanın olgunlaşmasının önündeki en büyük yanılgılarından biri, güneşin doğacağı zamanı bilememesidir veya bu zamanı bekleyemeyecek kadar sabırsız olmasıdır. Seven, sevilen yolunda, sevdiği nisbette kendi benliğinden fedâkârlık etmeye ve bazen de tamamen vazgeçmeye meyil duyar. Bu sebeple ashâb-ı kiram, canını-malını Allâh ve Rasûlü’nün yoluna fedâ hâlinde yaşamışlar, bu hâli canlarına minnet bilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamberin en ufak bir arzusuna, yürekten “Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” diye karşılık vermişlerdir.

Tanımanın ilk basamağı, bilmekten geçmektedir. Bildikçe sevgi, sevdikçe de yakınlık artacaktır. Bu yakınlık öyle bir safhaya gelecektir ki, sevilende yok olma hâli tahakkuk edecektir. Bundan sonra ise seven değil, sevilenden başka ortada bir şey kalmayacaktır.
      Bir şeyi hakikatiyle bilmeden bildirmek, bildirmek istediğimiz şeyi eksik ve kemâlinden uzak bir hâlde bildirmemize neden olmaktadır. Hele de son ve Hakk katında tek razı olunan din olan İslâm’ın önderi, Peygamberi bilmeden, tanımadan, sevmeyen, O’nu ve dinini Allah’ın murat ettiği hâl üzere anlamak ve anlatmak imkânsızdır.

İkbâl der ki; “Eğer güneşe benzer bir hararet ve sûzişin varsa, göğün genişliğine ayağını bas!” Eren, güneşteki harareti kalbinde taşıyandır ve sadece dünyaya değil evrendeki her mekâna ayak basabilir.

Güneş bir mecâzdir; aşk zırhını giyebilmiş olanların o hararete dayanabileceğini vurgulayan bir mecâz.

Aşkın kaynağı kimdir? Aşk ışınları bizlere Hz. Peygamberimiz’in güneşinden gelmektedir. Bu gelen ışınlarla canımız, gönlümüz, kalbimiz hayat buluyorsa yaşıyoruz demektir. Bulutlu ve soğuk hava şartlarından sonra gökyüzünde ışımaya başlayan güneşi görünce insan nasıl sevinmez ki! Çünkü bedeni ve ruhu üşümekten kurtulacaktır.

Güneş, hakikatin bir tezahürü ise o zaten vahdet mekânıdır. Bu mekânın sahibi, Hazreti Muhammed s.a.v.’dir. Güneş, Yüce Peygamberimiz’in nurundan değil midir? Bu mekânda yaşama lütfuna ermiş sakinlerin sayısı ise çoktur. İşte bu aşk yolcularından biri ne güzel söylemiş:

“Varlığım ve yokluğum senin ışığına borçludur. Varlık bahçesinin bekçisi sensin. Sen güzelliğin özü, ben ise senin resminim. Sen aşk defterisin, ben ise senin anlamınım. Vücudum güneş ışığına muhtaçtır. Senin parlaklığın ise güneşe muhtaç değildir.”

Güneş mumla aranmaz. Öncelikle insanın kendi kudretinin farkında olması gereklidir. Pek çok maneviyat büyüğünün söylediği gibi, varlığının derûnunu keşfedebilen insan, güneşin de, ayın da kendi önünde secde ettiğini görebilir. Yusuf a.s.’a güneş, ay ve yıldızlar secde etmemişler miydi? (Yusuf, 4).

Güneşin bir zerresi bile, insanı kavurmaya yeter;

İsa (as) bahçe sulamakta olan bir delikanlıya rast gelir. Delikanlı hazreti İsa’ya, “Sevgisinden kendisine zerre miktarı vermesi için Rabbinden istekte bulunmasını” ister. Hazreti İsa, zerre miktarı Allah sevgisine dayanamayacağını söyleyince, “O halde zerrenin yarısını versin!” der. Bunun üzerine, hazreti İsa, ” Ya Rabbi! Bu delikanlıya zerrenin yarısı kadar sevginden ver!” der ve geçer gider. Bir müddet sonra gene aynı yere gelince, o delikanlıyı sorar. Halk: – O delirdi, dağa çıktı, der. Hazreti İsa, o genci kendisine göstermesi için Allahü Teâlâ’ya dua eder ve dağda, bir kayanın üstünde semaya yönelmiş olarak bulur. Selam verir, fakat genç selamı almaz. Bunun üzerine: – Ben İsa’yım, diye seslenir. Fakat Allahü Teâlâ, hazreti İsa’ya vahy yoluyla buyurur ki: -Ey İsa, kalbinde zerrenin yarısı kadar benim sevgim bulunan bir kimse, insanların sözünü nasıl işitir. İzzetim ve celalim hakkı için söylerim, eğer o delikanlıyı testere ile kessen, bunun farkına varmaz. Aşkla donanan ruh da sonunda birlik deryasına gider. Oysa güneş, gecemize öyle bir doğsa ki, onu yüreklerimizde taşıyabilsek… Gözlerimiz her sabah güneşi görebilme şevkiyle ufuklarda gezinebilse

Yeryüzünün en derin kuyusundan, zirvelerde taht kurabilen güneş dostu bu insanlara selam olsun.

 

 

Yazar
Hilmiye KETENCİ

Hilmiye Ketenci, 1973 yılında Bursa ilinde doğdu. İlkokulu Bursa Minâreli Çavuş, Orta kısmı Mudanya İmam Hatip Lisesi, Liseyi Bursa Kız Lisesinde, Üniversite eğitimini Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirdi. Dinî eğitim... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen