İnsan ve Kainat

 “İnsan kimdir? Nasıl bir varlıktır? Yeryüzüne nereden gelmiştir? İnsan nereye doğru gidiyor? İnsanın bu dünyada görev ve sorumlulukları nelerdir?” gibi sorular, bilinen tarihten beri insan aklını meşgul eden sorulardır. İnsan kendisinin nasıl bir varlık olduğunun cevabını verdiğinde, aynı zamanda inancını da seçmiş olmaktadır.

İnsan; ruh ve bedenden meydana gelen Allah’ın yeryüzündeki halîfesidir. İnsan yaratılmış varlık içinde en üstün olanıdır. İslam inancına göre insan; beden ve ruhtan oluşan, düşünen, şuurlu, imân ve ilim sahibi bir varlıktır. 

Bütün insanları yoktan var edip yaratan, sayısız nimetleriyle yaşatan Allah, insanları en güzel bir şekilde, en güzel bir biçimde yaratmıştır. Rabbimiz Allah (c.c.) bunu belirtiyor: Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin 95/4). “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini (Havva’yı) vücuda getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizin emrine uygun yaşayın.” (Nisa 4/1). Âyet-i kerimelerden de görüyoruz ki, insanları yaratan Allah Teâlâ insanı nasıl ve ne şekilde yarattığını apaçık bir şekilde bildiriyor. İlk insan Âdem (s.a.s.)’ı topraktan yarattığını, ondan sonra da eşi Havva Annemizi yarattığını ve ikisinden de birçok erkek ve kadınlar yarattığını bildirmektedir. Müslüman olan kişilerin bunu böyle bilmesi ve inanması gerekir. “Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım, onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın!” (Sâd 38/71-72). Allah melekleri insana secde ettirmiş, ona ilim ve irâde ayrıcalığı vermiş, onu yeryüzünde halife yapmış, kâinatta, göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanın emrine vermiştir.

Şu anda insanlığın ilk kıssasını dinliyor ve müşâhede ediyoruz; “Hani Rabbin Meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti de… Allah, yeni bir varlık olan insanoğluna yeryüzünün hâkimiyetini teslim etmek istiyor… İnsanoğlu, Allah’ın isteğine uygun şekilde burada faaliyet göstererek; yeryüzünün yapı ve terkîbinden istifâde edecek; kâinatın hikmetini araştıracak, eleştirecek, toprağa bürünmüş olan enerji kaynaklarını, mâddeleri çeşitli hazine ve cevherleri keşfedecek ve bütün bunları Allâh’ın izni, ve ruhsatı ile O’nun halîfeliği gibi mühim bir mevkiin emrinde kullanacak. Allah’a kul olmak, aslında insan dışı her şeye efendi olmak değil mi?  Öyleyse, insanoğlu dediğimiz bu yeni varlığa, kâinâtın sâhip olduğu her türlü kuvvetler, kudretler, enerji kaynakları, mâdenler vesâirelerle birlikte, bir de bunları yerli yerinde kullanıp Allâh’ın irâdesini yere getirecek bir izin ve güç;  bir ehliyet, bir kudret ve bir istidat verilmiştir.

Şu halde, insanın bu hakimiyetinin sağlanabilmesi için yeryüzüne ve bütün kâinâta hükmeden kânunlar arasında tam bir insicam ve uygunluk vardır. Ve bu insicamın mevcûdiyeti sâyesindedir ki, iki kânun arasında herhangi bir çatışma meydana gelmemekte, insan gücü, o muazzam kâinat kayasına çarpıp parçalanmaktan kurtulmaktadır.

Bütün bunlar, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.’’ âyet-i kerîme’sinin ihtivâ ettiği mânâların ancak bir kısmıdır. Bu geniş mülkte, Allâh’ın halîfesi olan insanoğlunun eliyle muazzam işler yapılmıştır. Bu gün bunları insâf ile bâsiret ile tetkîk edecek olursak, âyet-i kerimeden istinbât ettiğimiz (çıkardığımız) mânâlâr kendiliğinden meydana çıkar.

“Melekler de; biz seni hamd ile tesbîh ve takdîs eder dururken yeryüzünde fesad çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi? yaratacaksın? demişlerdi.’’ Anlaşılıyor ki melekler, Allah Teâlâ’nın yaratmak istediği bu mahlûkun fıtratı ve karakteri hakkında birtakım bilgilere sâhiplerdi. Bu bilgiyi, ister bâzı tahminlere dayanarak, ister yeryüzünde daha önceden müşâhede ettikleri tecrübelerin eseri olarak, ister basiretlerinin ilhâmı ile edinmiş olsunlar; Âdemoğlunun yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini biliyorlar. Aynı zamanda fıtratlarındaki melekliğin nezâhati ve temizliği gereği olarak, hayır ve mutlak selâmetten başka bir şeyi düşünmedikleri için Allâh’a hamd ve tesbîhi varlıklarının tek gâyesi olarak kabul ediyorlar. Onların yaratılışın tek gâyesi budur. Bununla birlikte, Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi vâsıtasıyla irâde-i ilâhiyyesini tahakkuk ettirmesindeki, kâinat  kânunlarını onun eliyle yürütmesindeki, böylece hayâtı çeşitlendirip geliştirmesindeki, dünyâyı inşâ ettirip mâmur kılışındaki ulvî irâdenin hikmetini bilemiyorlardı. Bu kapı kapalıydı onlara.

Bu gelen varlık, insan bâzen fesat çıkaracak, bâzen de kan dökecekti. Ama hepsinin ötesinde, dıştan görünen bu cüz’i şerrin gerisinde, insanın yapacaklarında büyük bir ayır da olacaktı. Onun için, melekler soruyu sorduklarında, Alla onlara karârını bildirdi: “Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri şüphesiz ki ben bilirim.” “..Size demedim mi ki ben, göklerin de, yerlerinde gizliliklerini muhakkak bilirim.’’

İşte biz, Allâh’ın, tecelli anahtarlarını teslim ettiği bu yeni vücut bulan varlığa, insana verdiği büyük sırrın bâzı önemli kısımlarını müşâhede ediyoruz. Bu sır, eşyayâ rumuzlar şeklinde isimler verme sırrıdır. Bu kudretin, insan hayâtında büyük önemi vardır. Eğer insana, eşyâyı isimlerle rumuz hâline getirme kudreti verilmeseydi, bir insanın diğerinden bir şey isterken veyâ O şey hakkında mâlûmat edinmeyi arzularken karşılaşacağı güçlükleri tasavvur edin. Bu kudretin kıymeti ancak o zaman anlaşılabilir. Meselâ bir hurma ağacını anlatarak isteyen kişinin, çoğu zaman ağacı omuzlayıp getirmek mecbûriyetinde kalacağını düşünün. Şâyet Allah insana ifâde kudretini vermeseydi, karşılaşılacak güçlükleri düşünün, yaşamak hiç mümkün olur muydu?

Meleklerin bu kâbiliyete ihtiyaçları yoktur. Zirâ vazifeleri böyle bir ihtiyâcı icabettirmez. İşte bu yüzden onlara bu kâbiliyet verilmemiştir Allah, Âdem (as)’e bu sırrı öğretti. O sırada meleklere o isimleri sorunca, melekler onu bilemediler, melekler eşyâya ve şahıslara lafzî rumuzların nasıl verileceğini bir türlü kavrayamadılar. Bu âcizlikleri karşısında Rablarını tesbih ettiler; âcizliklerini itiraf ettiler; Allah’ın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin mahdud olduğunu kabul ettiler. Âdem (as) ise öğretilen isimleri bildi; işte fark. “Hani meleklere: Âdem’e secde edin, demiştik de onlar da hemen secde edivermişlerdi.”(Bakara,34). Allah, insanlara ayrıca doğru yolu seçebileceği hür irâde sırrını verdi; insan tabiatının iki yönlülüğü, insanın, yolunu bulmak için irâdesini kullanma kudreti ve kendi çabasıyla Allâh’ı bulma emânetini üzerine alması, bütün bunlar ilâhi ikrâmın birtakım sırlarıdır.

Âdem(as) kıssasının en en açık özelliği, İslâm düşüncesinin insana, insanın yeryüzünde icrâ ettiği fonksiyona, kâinat nizâmı içindeki yerine, insâni değer ve ölçülere büyük kıymet vermesidir.

İnsan, yeryüzünde Allah’ın halîfesi olmak için yaratılmıştır. Nitekim bu değer, meleklerin insana secde edişi, kibirlenen ve emri kabullenmeyen şeytanın kovulması baştan sona kadar Allâh’ın insanoğlunu koruyuşu ile de  açıkça belirmektedir. İnsana bu şekilde bakılınca düşünceler, âleminde ve pratik hayatta büyük değerlere hâiz bir çok neticelere varılır.

Bu neticelerden (sonuçlardan) birincisi; insanın yeryüzünün efendisi olup (yukarıda ifâde edildiği gibi), yeryüzündeki her şeyin insan için yaratılmış olmasıdır. Öyleyse insan yeryüzündeki  maddi ölçü ve değerlerin hepsinden daha yüksek ve daha üstündür. Şu halde, maddi değerler elde etmek için insanların horlanıp, köleleştirilmesi doğru değildir. İnsanın insâni değerlerine, şeref ve haysiyetine tecâvüz edilmesi doğru değildir, insanın haklarının gasp edilmesi doğru değildir; insanı sevip, saymamak doğru değildir.

Maddî bir unsurun artırılması, maddî bir şeyin üretilmesi veyâ maddî bir kazancın elde edilmesi için insan ve insana ait değerlerden herhangi birisi yok edilemez. Çünkü maddî olan her şey insan için yapılmış veyâ yaratılmıştır; insanın, insanlığının tahakkuku için, insan varlığının  yerleştirilmesi için yaratılmış Kainat.  O halde bütün bu maddi değerlerin karşılığı, insânî değerlerden birisinin alınması veyâ insanın hayat dayanaklarından birisinin yıkılması olmamalıdır.

İkinci neticeye gelince; yeryüzündeki muvaffakiyetlerin başında insan başarısının gelişidir. Maddenin şeklini o değiştirir. Maddeyi dilediği gibi kullanıp idâre eden odur. Materyalist doktrinlerin, kapitalizmin ve komünizmin iddia ettiği gibi insan, üretim vâsıtalarının arkasında hor ve hakir vaziyette sürüklenemez, hattâ üretimin tevzîi içinde de ihmâl edilemez. Aksi takdirde insanın değeri küçülüp düşeceği gibi, maddenin değeri de insandan daha fazla hale gelmiş olur.

Şüphesiz ki İslâm’ın ve materyalist doktrinlerin insan görüşlerinin, kuracakları nizam üzerinde büyük tesirleri olacaktır. Aynı zamanda insânî değerlere hürmet etmek veyâ çiğnemek mevzûsunda, insana ikrâm edilmesi veyâ hakâret edilmesi konusunda da bu görüşlerin büyük tesiri görülecektir. Materyalist âlemde rastladığımız maddi üretimi artırıp geliştirmek için çiğnenen insan hürriyetleri, yıkılan insan şeref ve gururu, yaşanan insanı acı ve elemler, onların insan görüşündeki farklılığın eseri değil de nedir?

Tıpkı bunun gibi, İslâm’ın insanın hakîkati ve vazifeleri konusundaki o yüce görüşü, edebî değerlerin hakîkî ölçüde takdire ulaşmasını da temin eder. Böylece ahlâkî faziletlerin yüceltilmesini sağlar, insan hayâtında îman ve ihlâs değerlerini hâkim kılar. İnsanın hilâfet vazifesi de bu değerler üstüne kâimdir. Denir ki; “Size bendan bir hidâyet gelince, kim benim hidâyetime uyarsa artık onlar için korku yoktur, ve onlar mahzun olacak da değillerdir.” Bu değerler, bütün maddî değerlerin üstünde bir yüceliğe sâhiptir. Bununla berâber hilâfetin mânâsı bu maddî değerlerin tahakkukudur. Şu kadar var ki, tek başına maddî değerlerin esas olmaması, o yüce değerleri çiğnememesi gerekir. Mânevi değerler hayatta insan kalbini temizliğe, yüceliğe ve nizâma sevkeden en önemli âmildir. Materyalist doktrinler ise, ruhu ayırın tıpkı hayvanlar gibi karın tokluğu, kazanç ve üretim gâyesi uğrunda, insanın bütün edebî değerlerini yıkıp atmakta, tüm rûhî değerleri ile alay etmektedirler.

İslam düşüncesi, insan irâdesini ulvileştirmektedir. Allâh ile yapılan ahitleşmenin cezâ ve mükellefiyetin yeri ise insanın irâdesidir. İnsan irâdesini ve arzularını kontrol altına almak ve Allah ile yaptığı muâhedeye riâyet etmek sûretiyle meleklerden daha üstün olabilir. Aksi taktirde şehveti irâdesini, dalâleti hidâyet arzusunu mağlub ederek Allah ile yaptığı muâhedeyi bozup, kendi kendisini kötülüğe düşülebilir ve üstünlüğü kaybedir. İşte burada Allâh’ın diğer ikramlarıyla birlikte birtakım yeni ikramlarla da karşılaşıyoruz. Aynı zamanda bu ikram, saadetle bedbahtlığın, ulvîyetle sefâletin, irâde sâhibi insanla, irâdesiz hayvanın arasındaki ayrılış noktasını hatırlatmaktadır.

İnsan ile şeytan arasında cereyan eden savaşın hikâyesi ânında  geçen hâdiselerde, bizzat bu savaşın mâhiyetiyle ilgili îkâzlara rastlıyoruz. Bu savaş; Allâh’a verilen ahid ile şeytanın sapıklığı, îman ile küfür, hak ile bâtıl, hidâyet ve delâlet arasında devam eden bir savaştır. Bu savaş meydanı bizzat insanın kendisidir. Kazanan  veyâ kaybeden bizzat  insandır. Bu ise dâima uyanıklığı icabettirir. Kur’an; dâima insana harp meydanında bir nefer olduğunu, bu meydanda kaybedecek yâhud kazanıp, ganîmet alacak kimsenin bizzat kendisi olduğunu hatırlatıyor.

Hikâyede nihâyet İslam’ın hatâ ve tevbe mefkûresi geliyor. Hatâ, ferdidir; Tevbe de ferdidir. Bu düşüncenin kapalı ve zor hiçbir tarafı yoktur. Buradaki ifâdeye göre (Hristiyan kilisesinin kabul ettiği gibi) insan doğmadan önce günahkâr değildir. Rûhânî hükümlerle insan tekfir de edilemez. Kilise inancına göre, insanların babaları olan Âdem(as)’ı işlediği hatâdan kurtarmak için, Allâh’ın oğlu (hâşâ) Îsâ(as) kendisini çarmıhta fedâ etmiştir. Hayır! Âdem’in hatâsı sâdece şahsına âitti. Ve Âdem bu hatâdan tevbe ederek kolaylıkla kurtulmuştur. Âdemoğlunun hatâsı da yalnız kendi şahsına münhasırdır. Tevbe kapıları her zaman açıktır. Kolayca tevbe edip kurtulabilir. Bu insanı rahatlatan apaçık bir yoldur. Herkes kendi günâhını yüklenir. Yeis ve ümitsizliğe düşmeden çalışıp, didinme yolu her zaman, herkese açıktır. “Allah tevbeleri ziyâdesiyle kabul eder, ve O çok merhametlidir.’’

Yolların ayrılış noktası; insanın, ya Allâh’ın emirlerine kulak verip hakka itaat ederek kainata efendi olması, yâhut da şeytana uyup onun emirlerine itaat etmesiyle yaratılış nispetine göre sefilleşmesi.

Hayâl ve rüyâ ile ömür heder edilmemeli, insan, yaratılışındaki hikmet ve gösterilen istikâmet üzere olmaya gayret etmelidir.

Ne diyor Taşlıcali Yahya:

“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa
 “Keşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa”

 

Yazar
Şahver ÇELİKOĞLU

Şahver Çelikoğlu, 1937 yılında Eskişehir’de doğdu. İlkokulu Eskişehir Tûran ve İnönü ilkokullarında okudu. San’at Enstitüsünü bitirdi. İlkokul ile aynı târihlerde, ilâhiyat ilimlerini tahsil, dînî ilimleri tedrise başladı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen