Türk Kültürünün Hâl-i Hazır Durumu, Potansiyel ve İlâve Edilebilir Gücü, İmkân ve Kabiliyetleri

 Sait BAŞER

Türk kültürü yakın târihimizde gayet ciddî ihmal ve kasıtlar sonucunda yeni nesillere aktarılamamıştır. İnsanlarımız son birkaç nesilden beri kaynaklarla temas imkânlarını yitirdiklerinden, bugün hemen her sâhada şikâyetçi olduğumuz ARABESK kültür ortaya çıkmıştır: Devrimizin tabiî îcâbı olarak kitle haberleşme vâsıtalarının ucuzlayıp yaygınlaşması sonucunda batı ekonomilerine pazar hazırlamaya yönelik neşriyat, bizim, kökleriyle temâsını kaybeden milletimizi de avucunun içine almış bulunuyor. Dolayısıyla milletimiz, tüketim talepleri azdırılmış, ne batılı ne doğulu; aydınlan ve yöneticileriyle yabancılaşmış büyük yığınlara dönüşmek üzeredir. Keskin ideolojik kamplara bölünmüş düşman kardeşler halindeki aydınlarımız arasında son senelere kadar kayda değer bir uzlaşma ve milletin istikbâli hakkında müşterek mesâi görülememiştir.

Bölünmüşlük sâdece zıt fikir kampları arasında değil, aynı kategori içerisinde değerlendirilen aydın zümrelerimiz arasında da söz konusudur. Ve maalesef, eğer menfaat ayrılıkları yoksa bu fikir ayrılıkları gayet sudan sebeplere dayanıyor.

Uzun seneler “Fikir Özgürlüğü”, “İnsan Hakları”, “Tam Demokrasi” gibi temel faktörler sâdece bir cenâha bırakılmış ve bu tür konularda bizim hiç meselemiz yokmuş gibi kayıtsız kalınmıştır. Tabiî bunda kültür politikalarının ve resmî ideolojinin payı büyük.

Türk Cumhuriyetlerinde yaptığımız müşâhedelere dayanarak şunu söyleyebilirim ki, kültür siyâseti bakımından istikbâle yönelik olarak Türkiye’de bulunacak çâreler ve hazırlanacak millî terkipler, bütün Türk dünyâsına teşmil edilebilecektir. Bâzı nüanslar olmakla birlikte biz bu insanlarla aynı kültürü paylaşmaktayız.

Dînî hayâtımız, büyük ölçüde bir devlet kuruluşu olan Diyânet Teşkîlâtı mârifetiyle hayatiyetini sürdürmektedir. Ancak diğer cemâat ve cereyanlar bütünüyle dışlanamayacakları gibi küçümsenmemelidir de. Devletimiz laiktir. Fakat bir yandan dînî hayattaki gelişmeleri, devletle cemaat ve cereyanlar arası dengeyi muhâfaza etmeye çalışırken, diğer yandan da inanmayan, laik ve materyalistlerin sürekli desteği ile resmî veyâ gayr-i resmî metotlarla periyodik operasyonlar yapmakta, bu cereyanların fiilen kuvvete dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır.

Devletin dîne bakışı ilmî bir şuur ile halkın inançlarını geliştirmek, ona inanıldığı nispette kıymet vermek şeklinde değil, maalesef taktik ve siyâset gereği olmaktadır. Hâkimiyeti elinden kaçırmak istemeyen laik elitler organ bağışı, nüfus kontrolü gibi konularda fetvâ isterken, dînî kisve altında bir yetkilinin sosyal meselelerde görüş bildirmesini, “bu devirde fetvâ mı olurmuş?” tehditleriyle engellemektedirler.

Bir yandan ARABESK kültür, bir yandan resmî ideolojinin baskısı ile örselenmek istenen aydınlık Türk Müslümanlığı, diğer yandan da bizim inanışımıza ana karakterini veren Hanefi-Maturîdî-Yesevî çizgisi, ithal çözümler ve selefiyeci neşriyatla unutturulmaya çalışılmaktadır.

Türk tarihinin ana felsefesini teşkil eden ve hemen bütün müesseselerimizin rûhu mesâbesine yükselmiş olan Maturîdî îtikadına bağlı, varlıkta birlik esâsına dayalı Tasavvuf geleneğimizin büyük bir potansiyel olarak el uzatılmayı beklediğini de söyleyebilirim. Kezâ İmam Maturîdî, İmam-ı Âzam, Fârâbî, Nesefî, Îbn-i Sînâ gibi büyüklerimizin, halkın ulaşabileceği ve anlayabileceği yayınlarla tanıtılması bir başka potansiyelimizi ortaya koyacaktır.

TÖRE’yi Din’den sonra ikinci sıraya almak istiyorum. Çünkü bu konu, diğer bütün konularla ilgilidir ve önce ifâde edilmesi, diğer kanunların daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir düşüncesindeyim. Binlerce sene süren Türk târihinde ve devletlerinde TÖRE’nin ne kadar mühim yer tuttuğu mâlûmdur. Bâzen bir devlet hukûku, bâzen de gelenek, görenek zannedilen TÖRE; çeşitli spekülasyonlara konu olan eski Türk dîninin adıdır.

Merkezinde hemen hemen bütün zâtî ve subûtî sıfatları taşıyan Gök Tanrı inanışının bulunduğu bu sistem tereddütsüz söyleyebiliriz ki Tevhîdci özelliklere sahiptir. Eski Türk cemiyeti bütünüyle TÖRE’nin şekillendirdiği bir içtimâî yapı arzetmiştir. Bu yapı, gene TÖRE’nin emriyle teşkil edilen ve TÖRE’yi korumak maksadına yönelik olan TÜRK devletlerince yaşatılmıştır.

1982 Anayasamızın daha Giriş’te Devlet’e kudsiyet izâfe etmesi, ta başlangıçtan beri devletin beşerî planda Tanrı irâdesinin müesseseleşmesi şeklinde anlaşılması geleneğinin, günümüze kadar uzanması sebebiyledir. Tanrı’nın yaratıcı sıfatı, Törütgen kavramıyla îzah edilmiştir. Töre’nin gerçek koruyucusu ise Yusuf Has Hâcib’in tabiriyle “Kadir-i mutlak ve âdil olan Törütgen Tanrıdır”.

Burada şunu söylememiz gerekir ki, Türk kelimesi de aslında bir ırk adı değildir. Töre’ye mensup veyâ onu benimsemiş olan muhtelif kavimlerin bir üst kimliğidir. Yâni Türk devleti bir medeniyet anlayışının, bir kâinat görüşünün devletidir. Yoksa basit bir ırk devleti değil. Zâten ırka dayalı devlet fikri Fransız İhtilâli’nden sonra moda olmuştur. Nasıl İslâmiyet’ten evvel Kırgız, Kazak, Tatar vs. muhtelif boylar Töre’yi benimsemekle Türk olmuşlarsa, belki de tarihte Devlet fikrinin kaynağı olan TÖRE’ye göre vücut bulmuş Osmanlı Devleti’nde de aynı şekilde Arnavud’u, Çerkez’i, Boşnağı, Kürd’ü vs. Türk olmuşlardır. Çünkü asıl olan Tevhidci dünyâ görüşünü benimsemektir. Yugoslavya’da İslâmiyet’i Osmanlı’dan öğrenen Boşnaklar’ın “Türk olduk” demeleri, bir de bu noktadan değerlendirilmelidir. TÖRE’nin Vatan anlayışı da hayli orijinaldir. Töre’yi benimsemiş olan topluluklar, yâni Türkler nezdinde Vatan mukaddestir. Üzerinde Töre’nin yaşanabileceği yer Vatan’dır ve Tanrı’ya adanmıştır.

Yahudiler’de görülen şeklin aksine. Vatanın Tanrı’ya adanması fikri, (Kitabeler’de «Türk Iduk yir-subı» şeklinde geçiyor) İslâm sonrasında da devam etmiş, Selçuklu ve Osmanlılar’da Mîrî Arazi Sistemi şekliyle gelişmiştir. Aynı espri bugün vakıflarla devam etmektedir. Çünkü vakıf Tanrı’ya adanmış mülktür. Töre konusunda söylenecek çok şey var…

Dil konusunda mevcûd durum hakkında sözü uzatmayı doğrusunu isterseniz yersiz buluyorum. Fakat üzerinde sağda ve solda bunca söylenen ve yazılan bir konu olmasına rağmen, hâlâ millî dil şuuru uyandıramadığımızı îtiraf etmek zorundayız. Sâdece malzemesini ortaya koymak bakımından, dört başı mâmur bir lûgatımızın dahî olmadığını söylemek, gerçekten canımızı acıtan bir hakîkattir. Fakat dil şuuru neden uyanmamaktadır? İlkokuldan, üniversite sonuncu sınıfa kadar Türkçe okuttuğumuz gençlikte, Türkçe duygusu neden bu kadar zayıftır? Dil gibi bütün bir kültürü, tefekkür dünyâmızı, topyekûn varlığımızı bünyesinde barındıran bu büyük hazînemizin kapıları kendi insanlarımıza niçin açılmamaktadır? Burada bizim kanaatimiz, eğitim sistemimizdeki zaafın dil eğitimine de bulaştırılmış olduğu yolundadır. Türk dili, mânâsına ulaşılmayan ve üzerinde ittifak edilmemiş, yarım yamalak gramer ezberletilmesini kâfî saydığımız bir eğitimin konusudur.

Türkçenin semantiğine ise henüz girilmemiştir bile. Esas îtibâriyle, Töre’yi benimseyen Türk’ün konuştuğu dil, Töre’nin dili olan Türkçede çok muazzam bir tefekkür dünyâsı gizlidir (Türkçe konuşan kavimlerdeki şive farklılıklarını Töre öncesi hayatlarının kalıntıları olarak gördüğümü ifâde etmeliyim). Hemen üç beş kelime örnek verip konuyu açalım:

1. DÜŞ-MEK kökünden fiili, hareketi kendimize çeviren “-n” dönüşlülük eki ilâvesiyle yapılan düşünmek fiili, kendi hakikatimize dönerek, kendi özümüze düşmek mânâsına gelir. Şimdi düşünelim:

2. An-mak, Hatırlamaktır. Ama anlamak öğrenmenin, dolayısıyla bilmenin ilk adımıdır.

3. Ök, Yüksek seviyede bir akıldır (Şimdi ise Us kelimesini kullanıyorlar. Hâlbuki US kelimesi Töre’ye göre gaflete düşen cahillerin aklıdır. Usanmak, usallık, usayuk hep… Us kökündendir ve gaflet bildiren kelimelerdir), hikmeti ve eşyânın hakîkatını kavramak ök’e mahsustur. Öğrenmek fiilinin, öğüt kelimesinin kökü budur.

4. Bil-mek ise aslında amel ile ilgili fiillerinin topluca ifâde ettiği mânâyı dile getirmektedir.

Bilge kelimesinin ilmiyle âmil ârif zat mânâsına gelişi bu sebepledir ve Bilmek fiili bugünkü Türkçemizde yaşayan şekliyle, yardımcı fiil olarak kullanılırken hâlâ muktedir olmak, o kıvâmı bulmak demektir: Ulaşabilir misin?, sezebilir misin?.. gibi. Şimdi tekrar düşünelim.

Kutadgu Bilig’de: “Gönül denizindeki incileri yüze çıkarmak” şeklinde târif edilen bilgi, anlayarak hatırlanmakta, öğrenilerek hikmet içindeki yeri tâyin edilmekte, bilinerek de eşyânın hakîkatine ulaşılmaktadır. Türkçedeki tefekkür zenginliğine daha pek çok örnek verilebilir. Ama İslâmî donemde, Töre’nin mânâ ve muhtevâsının çok daha ilerisinde olan bu dînin ifâdesi için kullanılan kelimeler de tefekkür dünyâmızı çok zenginleştirmiştir. Meselâ başbakana Sadr-ı âzâm (gönlü geniş) denişi, kişiye insan (Allâh’ıyla ünsiyet kuran) denişi ve tefekkür dünyâmızda sayısız incelikleri ifâde eden diğer mefhumları gene semantik metodlarla insanlarımıza kazandırmamız, dil şuurunun uyandırılmasında müessir olacaktır.

Bu, dildeki tevhidci düşünce sistemi, eğer lâyıkıyle işletilirse millî kültürümüz için büyük bir potansiyeldir. Edebiyat sâhası için hal-i hazır durumu özetlemeyeceğim. Ancak senelerini kültür sâhasında faaliyete vermiş bir insan olarak, günümüzde gerçekten eli kalem tutan insanların ne kadar az olduğunu biliyorum. Yetmiş senedir ne geleneğimizdeki edebî branşlarda, ne de Batı tarzı edebî sâhalarda büyük isimlere sâhip olamadığımız ortadadır.

Burada istisnaî birkaç isimden beni mâzur görmelerini dilerim. Çünkü edebiyat bir birikim, görgü, terbiye işidir, Bizde ise edebiyâtımızın alt yapısını teşkil edecek hemen hemen bütün eserler, kütüphânelerde el yazması olarak himmet beklemektedirler. Yâni edebiyâtımızın büyük bir kısmı bizim için hâlâ meçhuldür. Hemen hemen büyük ölçüde potansiyel imkân sayılabilir. Bu sâhada Batı’dan ve İslâm âleminden kalbur üstü denilebilecek eserlerin dilimize kazandırılması şüphesiz faydalı olacaktır.

Edebiyat sâhasında bugüne ve yarına yönelik olarak en çok işimize yarayacak şeyin, temel eserlerdeki, büyük divanlardaki düşünce, inanışı değerlendiriş mekanizmalarının yâni arka plânların açığa çıkarılması ve insanlarımıza tekrar kazandırılması olduğu kanaatindeyim.

“Dîvan Edebiyâtı”, “Saray Edebiyâtı” gibi aşağılayıcı suçlamalarla, böylesine büyük millî hazînelerin ve seviyeli sanatın gözardı edilip, bundan kaçınılmasını hiç bir îzahla kapatılamayacak ölçüde (haydi kasıt demeyelim) bir hatâ olarak görüyorum. Târih ve millî şuur konularındaki çârenin de hakîkatlerin gizlenmemesi olduğunu söylemek kâfidir.

Temennîmiz îlim adına siyâset yapılmamasıdır. Halk noktasından kültürünü ve târih gerçeklerini bilmek, o şuurun alt yapısını teşkil edecektir. Fakat devlet adına düşünmek söz konusuysa, en güçlü devlet, en haklı ve gerçek bilgiler ile millî değer ölçüleri üzerine binâ edilendir. Şahsen bu devletin yetiştirdiği bir insan olarak devletimi çelişkiler yumağı hâlinde görmekten azap duymaktayım. Kanaatime göre devletimiz, binlerce sene bu medeniyetin yaşamasını ve gelişmesini sağlayan temel değer ölçülerini ve siyâsî imkânlarını göz önünde bulundurmakla, hem halkıyla barışacak hem de bunun ötesinde çok şey kazanacaktır. Hâlihazırda devletimiz için milleti, milletimiz için de devleti birer büyük potansiyel olarak duruyor. San’at bahsine gelince. Nasıl millî bir düşünce sistemine ihtiyaç varsa, san’at bahsinde de bir estetik anlayışına ihtiyâcımız vardır. Bir mûsıkî nazariyâtımız, Türk mûsikîsinin felsefesi yapılmamıştır. Kezâ mîmârî aynı durumdadır. Gerçi bu hâlin sebebi, Cumhuriyet târihimizin büyük bir kısmında millî san’atlarımıza konulan yasaktır. Bu yasağın uzantıları günümüzde de ne yazık ki yer yer devam ediyor. Bunlar süratle temizlenmelidir. Millî san’atlarımız bir bütün hâlinde ve ciddiyetle ele alınmalı, ilmî tedrîsâta kavuşturulmalıdır. Artık okullarımıza Türk mûsıkîsi dersi konulmalıdır. Artık mimarlık fakültelerimizde Türk mîmârîsi ve şehirciliği bölümleri açılmalıdır. Artık toplu konut inşaatlarında Türk toplum değerlerini hiçe sayan uygulamalar terk edilmeli ve kültürün mekânla ayakta kalabileceği fark edilerek, millî motîflerin tatbîkî mecbûrî hâle getîrilmelidir. Çünkü hayat mekânda geçiyor.

Hayat tarzımızı mekân tâyin ediyor. 40 m2’lik konutlarda misafirperverlik hasleti yaşanamayacağı gibi, insanları yalnızlığa mahkûm eden sinsi doğum kontrolü hesapları da görülmelidir. Son olarak Hukuk bahsine temas etmek istiyorum. İşte bu konu hâdisenin püf noktasıdır. Çünkü somut mânâda hukuk; hayâtı her ânı ve her cephesiyle kuşatan, târif eden, tâyin eden, arasıra taltif etmekle berâber mecbur eden, mahkûm eden bir mâhiyet taşımaktadır. Günümüzün devletleri hukuk devletleridir. Böyle olması da şarttır ve hukukun yaptırım gücü vardır. Dolayısıyla diğer bütün konularda söylenecek sözler hukuk plânında ifâdesini bulmadıkça gelip geçici rüzgarlar olmaktan başka bir sonuç veremezler.

Pekâlâ Türkiye’nin hukuk meseleleri ne durumdadır? Bendeniz bir hukukçu değilim. Elbette hukûkun ehemmiyetini farketmek içîn hukukçu olmak gerekmez. Hepimiz Türkiye’deki hukuk sisteminin hangi garip usullerle teşkil edildiğini biliyoruz. Elbette bugün beynelmilel hâle gelmiş temel insan hakları gibi konular hukuk sistemimize zemin teşkil etmelidir. Dünyânın bu sâhada ulaştığı değerlere sırt dönülmemelidir. Ancak şu da unutulmamalı ki 20. asrın başına kadar binlerce sene ve yüzün üzerinde devlete hukuk kurma imkânı vermiş olan Türk millî kültürü, bu asırda hayâtiyetini devam ettiremeyecek bir acz içinde değildir.

Batılılaşma siyâsetinin getirdiği tepeden inme tercihle yapılan iktibaslar büyük sıkıntılara yol açmıştır. V. Asırda târih sayfaları arasına gömülen Roma’nın hukuku, 20. Asırda sayısız kavmi bir arada barındırmasını becermiş ve asla dînî bir hukuk olmayan (çünkü bu iddiâ ile dışlanmaktadır) Osmanlı hukûkuna tercih edilmiştir. Aslında İslâmiyet bir devlet telkin etmemektedir ve formları belirlenmiş bir “İslâm Devleti” modeli yoktur.

Bizdeki devlet geleneği ve terbiyesi TÖRE’den neşet etmektedir ve Osmanlı devleti bir TÖRE devletidir. Bu noktada Osmanlı’ya sırt dönmek, aslında TÖRE’ye, yâni Türklüğe sırt dönmek mânâsındadır.Batı’dan iktibas edilen Türk Cezâ Hukûku’nun kırksekiz defâ meclis’te tâdîlâta uğradığı, geçen sene Kubbealtı’ndaki bir açık oturumda sayın Ord. Prof. Dr.Sulhi Dönmezer tarafından dile getirilmişti. Onun iddiâsı bu kadar tâdîlattan sonra bunların millîleştiği yönündeydi. Fakat şöyle düşünmek de mümkün değil mi: Bu kadar, tâdîlâta uğrayan bir sistem, hâlâ insicamlı kalabilir mi? Sistemliliğinden söz edilebilir mi?  

Elli senede kırksekiz defâ tâdîlâta uğrayacak kadar bozuk bir sistemin mesuliyeti kimin omzundadır? Bu bozukluluklar sebebiyle nâ-hak yere mâğdur edilen insanların ve muhitlerin dramları bugün nasıl çözülecektir? Bu vebâlin altından kimler nasıl kalkabilecektirler?

Hâsılı hukuk sistemimiz behemehal kendi insanlarımızın değer ölçüleri göz önüne alınarak düzenlenmelidir. Aksi hâlde millî enerjimiz daha nereye kadar boşa akıp gidecektir? Bu nehir kendi yatağına çevrilmelidir. Şer’iyye sicilleri, kânun-nâmeler, fermanlar, buyruk ve buyrultular, emir-nâmeler ve daha benzeri arşiv vesikaları neşredilmeli, millî hukuk tarihimiz artık ortaya konulmalıdır. Hukuk fakültelerimizde millî hukuk kürsüleri de artık lütfen açılmalıdır. Yâni millî kültürümüz bütünüyle bir potansiyeldir ve en ciddî engel ise resmî tutumumuzdur demek gerekiyor.

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen