Belgrad ! Belgrad !

Muzaffer METİNTAŞ

European Association Bronchology and Interventional Pulmonology Kongresi’ne katılmak için Belgrad’a gittim. Uçağımız, sağa sola manevra yapmadan doğrudan havaalanına doğru alçalırken, aşağıda Tuna ve Sava nehirlerinin kavuştuğu yeşilliklerin iki yanında uzanan Belgrad bana merak dolu bir heyecan veriyordu.

Belgrad, İstanbul’dan sonra Osmanlının ikinci büyük şehri; Balkanların kalbi… Yaklaşık altı ay önce Viyana’ya inerken ötekinin kabul edilmediği, ötekinin insan sayılmadığı bir Avrupa şehrine inmekte olduğumu biliyordum. Belgrad’da ise öteki ile uzun yıllar yaşamış, diline, dinine, adına dokunulmamış, belki de en mutlu ve huzurlu dönemini o yıllarda geçirmiş, sonra Balkan kalkışmasına öncülük etmiş, sosyalist blokta bocalarken, 3. Blok (Tarafsızlar) diye ilginç bir sol (!) akıma öncülük etmiş, ama bir yandan da tarihin en yakın soykırımını yapan bir milletin arasına girecektim; tatlı bir merak vardı içimde; buradaki sosyal hayatı ne kadar anlayabilecek, ne kadar anlamlandırabilecektim? Haydi bakalım!

Grekler, Makedonlar, İlirler, Daçyalılar bilinen ilk yerleşik Balkan toplulukları. Dinleri çok tanrılı inançlar üzerine kurulu. Sonra Romalılar, Hunlar, Gotlar, Avarlar, Hazarlar, Kumanlar (Kıpçaklar) gelerek yerleşmeye çalışıyor, yerli halklar ile biraz kaynaşarak, biraz da yok ederek bu toprakları kısa süreler halinde yönetiyorlar. Romalılar, bölge halklarına Hristiyanlığı yaymaya çalışmış, ama uzun bir geçmişe sahip çok tanrılı inançlar ile Hristiyanlık bir türlü kaynaşamamış, karmaşık bir sosyal yapı oluşmuş. Sonra sahnede Slavlar var. Hristiyan Slavlar kalıcı olarak geliyorlar. Düzenin olmadığı, yerel halkın güçsüz olduğu topraklarda, farklı halklarla, farklı Slav kavimleri birleşip, kaynaşarak bugün bildiğimiz Bulgar ve Sırpların oluşmasını sağlıyorlar. İki farklı Hristiyan mezhep içinde ve imparatorluklar arasında karmakarışık, yoksul ve dağınık Balkanlar’da Hazarlar ve Kıpçaklar da belli yerlerde hakimler, ama gittikçe değişerek, yok olmaya yüz tutarak. Nihayet Balkanlar önce Yesevi dervişleri ile sonra da Osmanlı ile karşılaşıyor. Bu yeni gelenler farklı!

Sırplarla ilginç bir ilişkimiz var. Balkanlara girerken ciddi savaşlar yapmışız (Sırpsındığ, Kosova, Niğbolu), sonra Yıldırım Bayezid Sırp Kralı Layoş’un kızkardeşi Despina (Marya) ile evli. Ankara muharebesinde Yıldırım’ı diğer Türk soylu kavimler terk ederken, Sırplar yakın korumasında kalıp, Yıldırım savaştığı için onlar da sonuna kadar Yıldırım ile savaşıyorlar, çoğu orada ölüyor. O tarihten sonra yer yer çatışmalar var ama Kanuni devrine kadar Belgrad hariç bütün Sırbistan Osmanlı egemenliğine geçiyor. Belgrad Macarlara bırakılmış, 1521 temmuzunda Kanuni kaleyi muhasaraya alıyor. Kale fazla dayanamıyor, oldukça kısa sürede, bir ay içinde Kanuni’nin ordusu tarafında alınıyor. Belgrad ile çok verimli topraklarla birlikte iki nehrin hem taşımacılık sayesinde hem de upuzun kıyıları boyunca oluşan ticari güç elde ediliyor, Macaristan’ın da kapısı açılıyor, ne serhad hikayeleri yazılırken, sakinleşen Belgrad hızla gelişiyor, zenginleşiyor.

Şimdilerde ise Belgrad, Batı Avrupa şehirlerine hiç benzemiyor; geniş yolları ve caddeleri var ama şehir eski, epey harap, fakirlik kolay fark ediliyor. Eski dönemin büyük devlet binaları, dev spor tesisleri muhtemelen ödenek yokluğundan, masrafları karşılanamadığından kapalı, kilitli, işlevsiz, köhneleşmeye yüz vermişler.

Devlete ait binalar kapanıyor, şahsi mülkler ise mümkün olabildiğince yaşıyor. Metruk hale dönen bu bina, önceden Sosyalist Parti’nin, sonra belediyenin eğitim hizmetlerinde kullanılmış. Şimdi ödenek yokluğundan çöküyor.

 

 Toplu taşıma araçları çok eski, adeta tangır-tungur yürüyen saç-demir yığınları ama sık işliyorlar.

 

Sırplar henüz Avrupa Birliği’nden beklediklerini alamıyorlar. Onlarla doğrudan ilgilenen büyük bir devlet te yok. Örneğin Hırvatlar Alman desteği altındalar, durumları oldukça farklı. Ama bir yandan da kapitalizmin işlevi şehre girmeye başlamış. İki tane lüks AVM gördüm, en önemli caddeleri de iki yandan dünya markası mağazalara sahip, alış-veriş yapanlar az değil. Caddelerde lüks arabalar da görebiliyorsunuz. Zaten Avrupa’nın bir yanında başka türlü kalması mümkün değil Belgrad’ın. Ama belki ilginç ve kendine özgü bir şey daha gördüm Balgrad’da; Türk televizyon dizileri. Bir gece 3, bir gece 2 kanalda, biri Türkçe diğerleri Sırpça Türk diziler… Tabii biri tahmin edebileceğiniz gibi “Muhteşem Süleyman”, hem de Sırpça… Bu tercih bile Muhteşem Süleyman dizisinin ardındaki zihniyeti açıklayabilir.  

 

Sava nehrinin iki yakasındaki şehir, ana yapı olarak eski bir görüntü veriyor, ama sermaye de yavaş yavaş girmiş: İşte şehrin en hareketli noktasında yükselen “Eagle Towers”.

 

Şehrin görülebilecek birkaç yeri var. Bir uçta Kalemagdan, diğer uçta Aziz Sava Katedrali, arada Kinez Mihailova caddesi.

Kalemagdan, yani Kale Meydan; bu bölgede Belgrad Kalesi var. Şehrin kuzeybatısından, yani Kinez Mihailova caddesinden Kale’nin en üstüne doğrudan yaklaşabiliyorsunuz. Güneydoğusu ise bize bakan taraf; o yanda Sava nehri kuzeyden güneye doğru, Tuna da doğudan batıya doğru nazlı nazlı ama tam bir heybetle akıyor. Tuna, Sava’nın iki misli genişlikte, tam da Kale’nin önünde Sava nehri bizim Nazlı Tuna’ya karışıp gidiyor. Ah Tuna!

 

 Soldan gelen Sava, yukarıdan gelen Tuna. Aşağıdaki beyaz kubbeli yapı “Osmanlı Asker Hamamı”.

 

Kale güneybatıda yüksek surlara sahip, bayağı sıkı görünen, iyi korunmuş duvarların altında, aşağıdan yukarı doğru yer altından çıkan tünel-merdivenler var. Neden Osmanlı’ya pek dayanamadı anlamak zor; belki de o güce ve adalete pek karşı koymak istemediler. Surların alt kısmında Osmanlı hamamı, çeşmeler var. Kale içinde de türbe ve konak, ama bir de eski Osmanlı camii… Belgrad’da başka cami görmedim, halbuki şiveli Türkçe konuşulan küçük esnaf dükkanlarına rastladım. Bu nasıl bir yok ediş?

 

Surların en yüksek yerine zaferi simgeleyen Pobodnik heykeli (Sırpça zafer demek) dikilmiş. Pobodnik sembolizasyonu çıplak bir adam; bir elinde güvercin bir elinde kılıç ve heykelin yönü doğuya, bize doğru. Heykel önce şehir merkezine dikilmiş, ama çıplak erkek Sırpları rahatsız etmiş, getirip kalenin burcuna taşımışlar. Şimdi çoğunlukla turistler onu temaşa ediyor.

Surların kuzeybatı tarafında, Osmanlılar tarafından yapılan kapının altındaki bahçede bir silah müzesi yapılmış. İlgimi çekenler tanklar ve tanketler (küçük tank) oldu. İnsanoğlu birbirini öldürmek için neler yapmış! Tanketin içine bir kişi zor sığar, hem sürecek hem adam öldürecek, tabii bir süre sonra o da ya alev silahının ya da bir el bombasının veya yaklaşan birkaç kişinin hücumuyla yanarak ölecek. Tarihin en büyük katliamlarında, I. ve II. Dünya savaşlarında kullanılan bazı silahları görmek ibretle düşündürüyor doğrusu.

Göğe doğru zarif bir biçimde uzanan efsane SAM füzelerini ya da o filmlerde gördüğümüz torpidoları yakından görmek de, tutmak da karışık duygular yaratıyor insanda. Yukarıdaki aşağıdakini, su altındaki su üstündekini öldürmeye çalışıyor. Daha şimdilerde bile varil bombalarıyla, gazlarla binlerce çocuk- siviller öldürülmedi mi? Bütün bunlara ne gerek vardı, ne gerek vardı?

 

Belgrad’da kısa süre kaldım, kongre başlayan değin yarım gün ve sonra iki gün, saat 17.00 sonrası dolaşabildim. Ama, caddelerde, iş yerlerinde gördüğüm kadarıyla Sırplar, davranışlarında aşırıya kaçmayan, sade bir hayat sürüyorlar. Sakin, uyumlu insanlar gibi algıladım onları. Hallerinden, üstlerinden, büfelerde, iş yerlerinde çalışan yaşlı kadınlardan çoğunluğu etkileyen genel bir fakirlik sezilebiliyor. Nitekim 31 Sırp Dinarı 1 TL’sı. Şehirde sabah erken veya akşam dolaştım, güvenlik sorunu hissi veren davranışlara, görüntülere şahit olmadım. Yabancıların koluna, bacağına yapışıp bir şeyler satmaya, kandırmaya niyetle musallat olan tek bir kişi görmedim. Ellerinde haritalarla insanlar rahat rahat dolaşıyor, İstanbul’da olsalardı o yılışık sahtekarlar neler neler yapardı! Sadece esmer tenli, koyu-parlak siyah dalgalı saçlı genç tipler dikkatimi çekti. Bunlar 2-3’lü grup halinde dolaşıyorlar, efevari tavırları var, giyimleri de öyle, ama kimseye de bulaşmıyorlar.

Kalemagdan’dan iki yönde merkeze doğru gidebilirsiniz. Aşağı, Sava nehrine doğru inip, nehir boyunca yürüyebilirsiniz. İlginç bir görüntü dikkatinizi çeker; nehir boyunca kıyıya bağlı yüzen gazino/meyhane gibi veya taverna gibi yerler var, ama çalışıyorlar mı belli değil, pek harap haldeler ve herhalde büyük kısmı kapalı. Ya da Mihailova caddesine çıkar, oradan merkeze doğru yürüyebilirsiniz. Bu cadde en önemli gezi yerleri. Mihailova Caddesi yaya trafiğine açık, önce iki yanlı “cafe”ler görüyorsunuz, sonra iki yanlı dünya markası mağazalar. Cadde alt ve üstten de işlek sokaklarla bağlantılı, bu sokaklarda ana cadde kadar lüks olmasa da ticari yerler yoğun. Bizim Konyalı lokantası da orada, bayağı da güzel bir yer olmuş. Bir tane kebapçı-pideci de gördüm. Yemek kültüründe benzer şeyler yok değil; köfte-piyaz örneğin…

Keniz Mihailova Caddesi

Şehir merkezinden Mihailova Meydanı’nda iki bina…

 

Mihailova caddesi Mihailova meydanına çıkıyor. Mihailova Sırpların son kahramanları; Sırpları Osmanlı’dan kurtarmış. Heykelin eli yine İstanbul’a dönük, kaide de teslim olan Osmanlı asker figürleri. Viyana’da da böyleydi. Peki siz hiç Türkiye’de ezilen, teslim olan düşman askeri figürleri gördünüz mü? İşte medeniyet yaratan milletler ile edilgen milletler farkı! Sırpların bir medeniyet yaratma yetenekleri yok; kültürleri folklor, müzik ve belki bazı kıyafet ögeleri ötesinde yaratıcı güce sahip değil gibi geldi bana; mimari, bilim, edebiyat, felsefe, teoloji… Bu alanlarda pek sunabildikleri bir şey yok.

Mihailova caddesinden, o pek konuşulan Aziz Sava Katedrali’ni görmek için doğuya, aşağıya doğru yürüdüm. Yol boyu yine eski binalar, ama geniş caddeler. Katedral, inanamadım, 1895’te yapılmaya başlanmış, hala yapılıyor; yani ne tarihi bir bina ne de yeni. Kubbe çapı yaklaşık 30 metre imiş, içi kullanılabilir halde değil. İnsanlar giriyor, “teslis hareketi” yapıyor, Hz. İsa heykelinin ayağını öpüyor, diz çöküp 2 veya 3 dakika dua ediyor ve çıkıyor; hepsi bu!   1895’den bu yana Balkan Savaşları, I. ve II. Dünya Harbi, Sosyalist dönem, bölünme, iç savaş, ambargo, fakirlik dönemi… Ve inşaatı bir türlü bitmeyen katedral, aslında Türkiye’nin yabancı ülkelerde yaptığı merkez camilerden biraz büyükçe… Aziz Sava Katedrali’nin ibretlik hikayesi Osmanlı döneminden sonra karmakarışıklığı, huzursuzluğu, yoksulluğu, acizliği ne de güzel gösteriyor.

 

Aziz Sava; bir türlü bitmeyen büyük Ortodoks mabedi .

Üç yüzyıldan fazla süre Sırplarla, diğer milletler ve halklarla birlikte yaşıyoruz, pek te sıkıntı yok; insanlar rahat, hayat kolay, yüzler gülüyor. Derken Batı’nın Osmanlı üzerindeki hesapları başlıyor. Sırplar ilk ayaklananlardan ve ayrılanlardan. 1878’de Sultan Abdülaziz devrinde kaleyi ve Belgrad’ı bırakıyoruz.

Belgrad’dan çıktım saat beş idi / Kur’án’ımla, martinim eş idi.

Şimdi o Belgrad’da bizden iz yok ve Belgrad Viyana gibi tarihini bize karşı, Osmanlı düşmanlığına kurmuş. Tabii böylece bir millet yaratmaya çalışıyorlar.

Osmanlı çekildikten sonra bölge Batıya bağımlı, edilgen, üretime pek katkısı olmayan, İngiliz, Avusturya, Alman ve hatta İtalyan siyasetinin çekiştiği bir coğrafya oluyor, ta ki ikinci dünya harbi sonuna kadar. Josip Broz, yani Tito (Tito; “sen bunu yap” demek), Hırvat baba, Sloven anne çocuğu, Avrupa’da iyi tanınan bilinen sol devrimci-komünist asker. Tito dönemi, o zamanki birleşik adıyla Yugoslavya’yı sadece sporda değil siyaseten dünyada önemsenebilecek bir yere taşıyor: Bağlantısızlar hareketi liderliği. Yugoslavya’nın ne kültürel ne ekonomik ne askeri ne de bilimsel gücü böyle bir öncülüğe uygun değil, ama oluyor; belki de bir takım küresel güçteki başka siyasetlerin, örneğin İngiliz ve Almanların isteği ile oluyor. Bu dönem uzun sürmüyor, Dünya’daki sol değişim oraya da yansıyor, Tito’nun temsil ettiği rejim gidiyor ve bölünmüş bir Yugoslavya’nın kanlı iç hesaplaşmasına düşüyor bu verimli topraklar. Yıllarca sürecek kanlı bir hesaplaşma; karma karışık; Ortodoks Sırplar, Müslüman Boşnaklara saldırıyor, bu arada fırsatı bulan Katolik Hırvatlar Almanların ekonomik, siyasi ve askeri açık desteği ile bağımsızlık ilan ediyor. Nasıl oluyordu XX. Yüzyılda bir millet sırf dini farklı diye aynı milletin diğer fertlerine -kelimenin tam anlamıyla- yok etmek için, yani soykırım yapacak şekilde saldırır ve gerçek bir soykırım yapar? Nasıl?

Şöyle düşündüm: Sırplar, Balkanlara gelen Slav kavimlerin bir grubunun, bu topraklarda yaşayan yerel halklarla birleşmesi ve kaynaşması sonucu ortaya çıkan bir millet. Tarih boyunca özgün bir medeniyet yaratamamışlar. Sırpların köklü kültürel gelenekleri, tarih bilinçleri ve medeniyet yaratıcı ya da katkı sağlayıcı psiko-sosyal güçleri olsaydı din onların bir millet olma özelliklerini bölemezdi. Daha da ötesi kendi milletine soy kırım yapmaya kalkamazlardı. Bu çok karmaşık durumun ardından yine Batı çıkıyor; soy kırıma zorlayan Almanlar ve Fransızlar olarak değerlendiriliyor. Nitekim Hollandalı askeri gücün Serebrenitza katliamına göz yumması da bu desteğin bir kanıtı. Ortodoksluğun ağır ve karanlık havası tahrik edilerek, ajanlar siyaseten kullanılarak bir millet tahrik edilip, kendi soydaşlarını yok etmeye girişmiş. Neden de sadece o coğrafyada Müslüman ve Osmanlı bakiyesi ile bütünleşmiş, potansiyel olarak yeniden Türk medeniyeti geleceğine sahip bir sosyolojinin asla Avrupa’da istenmemesi. İşte Batı için öteki kabul ettiğinin insani değeri bu kadar. Bu hali bizim Batıcılar ne zaman bilinç düzeylerine çıkaracaklar bilmiyorum.

Şehirdeki önemli bir sembol de Nikola Tesla. Tesla’ya insanlık elektrik alanında çok şey borçlu, Sırpların da bir tek Tesla’sı var; havaalanının adı, büyük bir caddenin adı Nikola Tesla. Müzesi de var.

Daha önce de değindim. Sırplar, rahat ve huzur içinde yaşadıkları, adlarını, dillerini, dinlerini, kültürlerini hiç eksiksiz işlettikleri Osmanlı’yı, yani Türkleri sevmiyorlar. Gerçi oralara Türküm diyerek giden ve ticaret yapanların pek sevilecek bir yanları da yok ama, doğrusu Tunus’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da gördüğüm ezene saygıyı, Sırplar bu denli müsamaha ve şefkat gösterene neden duymaz da düşman olur anlamakta zorlanıyorum. Sonra bir millet yaratmak için tarihin eğilip, büküldüğünü, düşman yaratılması gerekliliğini düşünüyorum. Ama  şeytan da aklıma da getirmiyor değil; Osmanlı biraz gereksiz müsamahaya mı kaçmış? Yeni medeniyet tasavvurunun yaratıcıları 400 yıl sonrasını da düşünmeniz gerekiyor.       

Dönüş yolculuğunda uçak akşam kalktı. Belgrad’ın ışıkları kaybolurken, Belgrad’ın tipik bir Doğu Avrupa şehri olarak yaşadığını, bizim medeniyetimizden neredeyse hiçbir canlı izin kalmadığını düşünerek başımı koltuğa hüzünle dayarken, artık Belgrad’ın o Belgrad olamayacağını düşündüm, Budapeşte’nin o Budapeşte olamayacağı gibi…   

  

 

 

 

Yazar
Muzaffer METİNTAŞ

Muzaffer Metintaş, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde göğüs hastalıkları profesörüdür. Akademik çalışma alanı akciğer kanseri, mezotelyoma ve plevra hastalıklarıdır. Bilim felsefesi, medeniyet araştırmaları ve ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen