ABD Tarihi Değiştiriyor: Yeni Orta Doğu ve Ön Asya Planı

Muzaffer METİNTAŞ

Tarihin kırılma anlarından birisini, coğrafyamızda seyrin değiştirildiği zamanları yaşıyoruz. Türkiye’nin güneyinde bölücü-ayrılıkçı sıkıntı arttırılırken, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de de sınırlar yeniden düzenlenirken, ABD, hiçbir ahlaki sınır ve kaygıyı umursamadan Orta Doğu’nun tek hâkimi olma yolunda, hiç olmadığı kadar güçlü adımlarla ilerliyor. Ve ne yazık ki bu kırılmaya, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, neredeyse bütün dönemlerde, Türkiye siyasetinde yapılan hataların da belirleyici katkıları oldu.

Aslında son kırk yılın hikayesinde ne olacaksa ona doğru yaklaşıyoruz gibi görünüyor. Yaşadığımız ya da bize yaşattırılan tarihi değiştirecek en önemli üç hamleden birisi rahmetli Turgut Özal’dan gelmişti1. Turgut Özal bir yandan Türk Dünyası ile çok yakın ilişkiler kurmaya çalışırken2, bir yandan da ABD’lilerin Irak harekâtı sırasında Türk Ordusunun Musul ve Kerkük’e girmesi için çok uğraştı, ama o zamanın salon generallerini ikna etmeyi başaramadı. Ardından gelen Süleyman Demirel’in içe kapanık politikaları Türkiye’yi önemsizleştirdi ve sahadan aldı. Sonraki dönemlerde de köklü bir “devlet-millet stratejisi” ne sahip olmayışımızın zorunlu politik uygulamalarıyla sınırlı kaldık ve içinden çıkılması zor görünen bir karmaşaya doğru itildik. Sosyoloji, durgunluğu reddediyor, hayalleri teorik olarak kabul ediyordu, ama siyasi ve ideolojik romantizm, pratik hayatta eldeki gerçekleri kaybettirmekten başka bir işe yaramıyordu.

1930’lardan beri Türkiye siyaseti, aslında Batı tarafından olması istenilen bir tutumdu; onun için, ilk dönemlerde ve zaman zaman, yakın zamanlar da dahil bu siyaset övgüyle desteklendi. Çünkü uzun vadeli yeni Orta Doğu stratejisi kurgulanmıştı ve bu stratejinin işleyebilmesi için Türkiye’nin istese de istemese de oynaması gereken roller vardı.

Türkiye, ekonomik ve idari olarak toparlanınca bölücülük hızlandırıldı, çok tahripkâr hale getirildi. Coğrafi bölgede, Filistinliler başta olmak üzere en hassas gruplara vahşice saldırıldı; çocuklar, genç kızlar, kadınlar, ihtiyarlar, on binler katledildi. Türkiye, hem bölgede güçlü olmak için hem de doğal bir refleks olarak “Müslüman kardeşlerim siyaseti” ne girdi. Bu tercih aslında teorik olarak doğru gibi görünüyordu, ama hem dünya oyuncularının istediği biraz buydu hem de karşıda pek müslüman kardeşler yoktu. Gerçek hayatta Türkiye, insanlık adına, din kardeşliği adına yapabileceğini, yapması gerekenleri yapmaya çalışıyordu, ama pratikte, çevresindeki Türk Dünyası ve Evlad-ı Fatihan ile yeterince -olması zorunlu olduğunca- ilgilenemiyordu. Böylece Türkiye, Orta ve Ön Asya’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, mutlaka artması gereken ve aslında artması da çok kolay olacak olan doğal güven ve işbirliği çemberinden çıkartılmış, Türkiye, Türk Dünyasından uzak tutulmuş, tarihi fırsat kaçırtılmış olunuyordu. Bu süreçte Rusya’da sanki Batının doğal müttefiki gibi iş görüyordu. Boşuna denmemiş: “Küfür tek bir milletdir”.

Türkiye, müthiş bir mücadelede iken İslamcı entellektüellerin de bu karmaşa da önemli rolleri oldu. “Müslüman Kardeşler” Batılılar tarafından iyi bilinen bir teşkilattı, Türkiye’de ona olan muhabbet ve muhabbetin sahipleri de iyi biliniyordu. Gerçekten de Türkiye’de, son elli yılda “İslamcı” görüşün  yükseldiği zemin “Müslüman Kardeşler” idi. Seyyid Kutub’un, Hasan el-Benna’nın, “Türkiye, Mısır veya Suriye tarihini ve sosyolojisini yaşadı mı” diye kendisine sormayan romantik muhibleri, bu topraklarda oldukça etkili bir siyasi rüzgar estirdiler. Batılılar da zamanı gelince Filistin, Suriye ve Mısır’da cepheye Müslüman Kardeşler’i çıkardılar.

İklim öyle uygundu ki; Suriye ve Mısır’da “İhvan” can-kan pahasına ayakta idi, Türkiye’de de İslamcı rüzgar bütün gücüyle esiyordu. Dışardan da Türkiye’ye ye “özgürlük”, “insan hakları”, “demokrasi” motivasyonlarıyla hararet veriliyordu. Sonuçta, Türkiye, yakın coğrafyada kaynatılan kazana “müslüman kardeşliği” ve “özgürlükler” romantizmiyle dahil oldu. Önceleri süreç iyi gidiyordu. Ama, birden, Türkiye ortada bırakıldı; yalnızlaştırıldı, etrafı bölücü terör ve terör örgütleriyle sarıldı.

Aslında yapılan şuydu: Hem Orta Doğu’da sınırlar yeniden çiziliyordu, hem de Osmanlı bakiyesi coğrafyada, Orta Asya’ya, Kafkaslara, Balkanlara uzanabilecek Anadolu merkezli potansiyel bir geleceği önlemek için kurulan kapan tamamlanmış oluyordu.

Özgür Suriye Ordusu’nun birden bire ABD ve Avrupalı büyük devletler tarafından ortada bırakılması, PYD-YPG’ye verilen açıkça ahlâksız destek başka ne anlama gelebilirdi? Böylece Türkiye yıpratılır ve güçsüzleştirilir, söz sahibi olduğu geniş komşu coğrafyada itibarsızlaştırılırken, Kuzey Suriye’de PKK, PYD-YPG eliyle ayrılıkçı-bölücü Kürt hakimiyet alanları oluşturulmaya başlandı. Bu ahlaksızlığa, bu vefasızlığa, bu ihanete karşı hayretler içindeydik. Aynı sıralarda da Türkiye’nin güneyinde ayrılıkçı terör hiç olmadığı kadar şiddetlendirildi.

Tabii sadece dış şartların olgunlaştırılması yetmeyecekti, Türkiye’nin içeriye ve dışarıya hayati müdahale gücü de kırılmalıydı. Tam da bir “vatana ve millete ihanet” olan ve ama başarısızlık üzerine kurgulanan 15 Temmuz FETÖ kalkışmasıyla bu amaca da ulaşıldı, Türkiye’nin dışarıya müdahale gücü, birliği ve iç dinamizmi önemli ölçüde zedelendi.

Son sahneye doğru yaklaşıyorduk. Nihayet, zaman uygun hale geldiğinden, Türkiye’nin çok sahip çıktığı dost Kürt gruplardan, Barzani Kabilesi’nden Kuzey Irak hamlesi getirildi: Bağımsız Kürdistan Referandumu!

Olaylar, ileride tarih yazacakların çok kolay tespitler yapabilecekleri şekilde adeta kronolojik bir sırayla gidiyordu.

Batılıların hayalleri şöyleydi: Kuzey Suriye’de Rakka sorunu bölücü Kürtler kullanılarak bu yaz bitirilecek; Kamışlı, Derik, Ayn-el Arab, Münbiç, Rakka bölgelerinde Eylül’e kadar özerkleştirilmiş PYD-YPG toprakları oluşturulacak, ardından 25 Eylül Kuzey Irak referandum sonuçları Kuzey Irak’ta olduğu kadar Kuzey Suriye’de ve Türkiye’nin güneyinde, hatta batısında işbirlikçi solun güçlü katkılarıyla Kürtlerin bağımsızlık şölenleriyle kutlanacaktı. Peki sonrası?

 

Kuzey Irak’ta IKDP (Barzaniı kabilesi) Taraflı Bağımsız Araştırmalar ve Politikalar Merkezi’nin Kuzey Suriye Kürdistan’ı. Halep’e ve Irak’ın üstündeki “Özgür Kürdistan” ifadelerine dikkat. 

Melun planın sonrası şu: Türkiye’nin güneyinde PKK ve siyasi oluşumları büyük bir destekle askeri olarak ortaya sürülecek, şu anda ılımlı kabul edilen, yasal siyasi partilerimiz ve bürokrasimiz için de rolleri olan Barzani taraftarı gruplarla da Türkiye’nin güneyinde fevkalade bir Kürt sosyolojisi ve siyaseti ortaya çıkarılacak. Türkiye’nin o bölgesinde, bir “federasyon” oluşturmak için, özgür dünyanın (!) bütün gücüyle desteklediği bir “Kürt Özgürlük Şöleni” -siyasi, iktisadi, kültürel, folklorik bir ayrılıkçı süreç/şenlik- yaşattırılacak. Böylece Türkiye bir federasyona zorlanacak.  Zamanla da o bölge yeni devletle entegrasyona sokulacak.

Aslında böylesi bir Orta Doğu ve Ön Asya’nın haritaları 20-30 yıldır ABD askeri ve siyasi akademilerinde, yarı resmi, resmi strateji kuruluşlarında zaten yapılmakta ve tartışılmakta idi. Onlar  strateji plan ve programlarını boşuna yapmazlar. Sonuçta Hazar Denizi’nden, Basra Körfezi’ne ve oradan Akdeniz’e, Türkiye’nin güneyinde, Arap dünyasının kuzeyinde Kürt hattı-Kürt devleti; Suudi Arabistan gibi, Ürdün gibi, İsrail’in güvenliğine ve iktisadiyatına katkı sağlayacak, ABD işbirlikçisi bir dominyon “Kürdistan” yaratılacak. Niyet ve çaba, uzunca yıllardır tam da bu olsa gerek!

Ne yazık ki Türkiye’de, yazılan bu geleceği değiştirebilecek iman, heyecan ve güven paylaşımı, omuz omuza, el ele siyaset birliğinin zayıfladığı kaygısı çok yoğun. Sürekli günlük çekişmeler, siyasi partilerdeki yorum ve tavır farklılıkları, yapılan seri çıkışlar, farklı dış politika tercihleri, siyasetçilerimizin samimiyeti ve iyi niyetlerine rağmen, Türkiye siyasetinin etki ve caydırma gücünü zayıflatıyor. Bazılarına göre Türkiye, içerden ve dışardan adeta bir “kağıt kaplan” gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Ama yalnızca Türkiye’mi etkilenecek bu gelişmelerden? Elbette hayır! İran’a dikkat! İran, bu süreçte ciddi bir stratejiyle çok önemli dış politika açılımları yapmayı başarmıştı. İran, Irak Şiilerinin üzerinde belirleyici tesir alanı oluşturdu, Lübnan’da İran istemeden bir şey yapmak mümkün olmaktan çıktı. Dahası, İran, Rusya ile iş birliğini arttırdı, Suriye’ye doğrudan askeri giriş yaptı. Böylece İran, Basra körfezinden Akdeniz’e bir Şia kuşağı oluşturarak siyasi etki alanını tarihte hiç olmadığı kadar genişletme imkanını kazandı. Ancak, yeni Kürt siyaseti coğrafyasında İran’ın topraklarında Kürtlerin yaşadığı bölgeler de var ve o topraklardaki Kürtler Şii değil. ABD Başkanı Trump’ın İran hakkındaki tanımlamaları da, İran’ı, bundan sonra zor günlerin beklediğini gösteriyor. İlginç olan da şu: Bütün bu değişimlerin ortasında Rusya’nın silik tutumu.

Hiç mi şansımız yok? Bu gidişi lehimize çeviremez miyiz?

Elbette şansımız da var, imkanımız da, gücümüzde. En önemli imkan ve güç Türk milletidir.

Her şeyden önce sayın Cumhurbaşkanı da, siyasi irade (otorite) de gelinen noktanın ve planların farkında ve kanaatime göre direnmeye, kabul etmemeye kararlılar. Tarihin hükmü çok adil ve acımasızdır. Bu en kritik husus. Dolayısıyla gidişatı değiştirmek için hamleler mutlaka yapılacaktır.

Bir “devlet-millet stratejisi” sahibi olmasak ta, elbette tarihi çevirebilecek hamleler yapabiliriz, ama ağır olacak bedelini milletçe yüklenebileceksek. Bana göre yapılabilecek en önemli hamle şu: Türkiye Irak’ta Musul, Kerkük, Telafer hattını, Suriye’de de Kamışlı, Derik, Ayn-el Arab, Münbiç, Azez, Afrin bölgelerini işgal ve sonra yerel halkın isteğiyle ilhak edebilir. Bunun siyasi ve iktisadi bedeli Türkiye için oldukça ağır olabilir, ama bu bedeli Türkiye’de estirilecek çok güçlü bir milli rüzgar ve Türk Dünyası açılımları ile kaldırabiliriz. Bunu, bir başarabilirsek, yeniden tarih de yazabilir, bırakın bölgesel güç olmayı, dünya gücü de olabiliriz. Bunu başaran liderler de tarihe altın harflerle geçer.             

Bugünlere gelmemizin nedeni Cumhuriyetin kuruluşundan beri bir “devlet-millet stratejisi geliştirememek” tir. Çünkü Türkiye bir türlü “milli devlet” olamadı. Bu ihtiyacı dile getirenler ve gereği için kökten siyasi ve idari düzenlemeler yapmaya çalışanlar özünde haklılar. Uzun yıllardır hep günlük taktiklerle hayatı yaşıyoruz. Stratejisi olan bir devlet “Musul-Kerkük hattına girişte generallerin itirazı gibi bir gerabeti”, “Ermenistan Karabağ’a girerken seyretmek gibi bir zaafiyeti”, “çözüm süreci ve sonrası gibi bir dönemi”, “15 Temmuz hainliği” gibi bir felaketi yaşamazdı.

Kim bilir? Belki de bu sıkıntılar ortaya çıkarılacak bir “Türk felsefe geleneği” nin, “Türk müslümanlığı” üzerine kurgulanacak “bilimsel Türk milliyetçiliği” nin ve yeni bir “Türk medeniyeti tasavvuru” nun doğum sancılarıdır, ki; ben, bundan eminim.

1Rahmetli Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın Kıbrıs kararlılığı, Rahmetli Turgut Özal’ın Musul-Kerkük çıkışı ve sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın El-Bab müdahalesi.
2Turgut Özal, tüm Türk Cumhuriyetlerinden, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’dan her yıl 10,000 üniversite öğrencisini Türkiye’ye getirmeyi ve eğitim vermeyi planlamıştı. Tıpkı Atatürk’ün Afganistan uygulamaları gibi. Bu muhteşem sürecin ilk iki yılı da başarılmıştı. Çoğumuz birkaç delikanlıya Türkiye’de aile olmuştuk. O süreç tamamlanabilseydi, şimdi bu ülkelerde 100,000 eğitimli, aydın, Türkiye Türkçesi konuşan idareci, teknisyen, bürokrat yaşayacak, arada kopmaz bağlar kurulmuş olunacaktı.

 

 

Yazar
Muzaffer METİNTAŞ

Muzaffer Metintaş, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde göğüs hastalıkları profesörüdür. Akademik çalışma alanı akciğer kanseri, mezotelyoma ve plevra hastalıklarıdır. Bilim felsefesi, medeniyet araştırmaları ve ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen