Çürütülmüş Kavramlara Dayalı Bir Çok Partili Demokrasi mi, Çok Unsurlu Çatışma Ortamı mı?

Sait BAŞER

“Algı yönetimi”!
Çağımızda cılkı çıkarılmış bir usul halini aldı.
Batı’nın demokrasi ve çok partili hayat temelli rejimler çerçevesinde öne çıkan bir hileli kamuoyu yaratma yöntemi oldu. Kendi dünyalarında sınıflı geçmişin verdiği zeminde şekillenen siyasi yelpaze bağlamında, millî birliklerine tehdit oluşturmayan bu paradigma, sınıfsız geçmişten gelen bizim toplumumuzda, her partiye bir etnik veya dinî temelli kimlik kazandırma imkanına döndü. Büyük fedâkârlıklarla hakkımızda hazırladıkları “demokrasi ve insan hakları raporları”nı bir de bu gözle okumak lazım…
Çoğulculuk teranelerini, özellikle imparatorluk bakıyesi olmamızın yarattığı etnik ve inanç temelli sosyal gruplar için birer “kurtuluş savaşı” yapabilme ihtimali olarak gördükleri âşikârdı…
Tabiatıyla nüfusumuzun kahir çoğunluğundaki azamî müştereklerden bakılabilse bir tehlikesi olmayacakmış gibi görünse de, “kurgulanan siyasi ideolojiler” üzerinden partileşmeler, sosyal farkları yönlendirme hilesi, itiraf edelim ki devletimizce de zaman zaman kullanışlı bulundu.
Aslında hâlâ, düşmanların aynı unsurları aleyhimize yönetme ihtimaline karşı yeterince uyanabilmiş değiliz.
*
1980 öncesinde toplum İsmet Paşa ve şürekasınca sağ-sol diye ayrıştırılırken, gruplar arasında kendisini “sağ” grupta sayanların, aslında o kahir ekseriyetin iradesini tezahür ettireceği görüldü. CHP’nin “ortanın solu” nitelemesiyle topladığı oy miktarı %30u aşamıyordu. Hem bu “sol”, aslında önemli çoğunluğuyla Alevî kitlesiydi.
Dinî kavramlaştırmalara karşı alerjik CHP zihniyeti, sinsice bu Alevî kitleyi etrafında tutmanın yollarını buldu. Bir yandan gayr-ı resmî söylemlerle, Atatürk’e “mehdilik” yakıştırmaktan alıp Ehl-i Beyt taraftarı imiş gibi göründü, onları kendine bağlı tuttu; hem de diğer taraftan resmî politikalarıyla bu kitleyi sekülerleştirmeye, ucu Marksizme kadar varan bir ateist alana çekmeyi ilke edindi. Böylece aldatıcı bir siyasetle bu kitleye kendi değerleriyle hareket kabiliyetini kaybettirmiş oldu. Artık bu kitle o siyasetin kayıtsız şartsız koltuk değneği olmuştu.
*
Türkçülüğün başına da az iş gelmedi!
İlk olarak 1920lerdeki Kuvva-yı Milliye’de görünürleşen ve özellikle Millî Edebiyat cereyanıyla rayını bulur gibi olan bu fikir, önce teorik aydınlarını Türk Ocakları bünyesinde toplamıştı. Ancak “Ocağın 10 Nisan 1931 günü yapılan son (olağanüstü) kurultayında, derneğin 264 şubesi ile birlikte tüzel kişiliğini feshetmesine karar verilir. Bu, şube temsilciliklerine CHP milletvekillerinin seçtirilmesi sonucu kolaylıkla elde edilmiş bir karardır. Bu kararla Türk Ocağı’nın görkemli Genel Merkez yapısı, yurt alanına yayılmış 141 parça mülkü, bütün nakdi varlıkları Cumhuriyet Halk Partisine devredilmiş, Ocağın 32.000 üyesi açıkta bırakılmıştır. Böylece Türk Ocağı’nın varlığı, geçici olarak sona erdirilmiş olur.” (https://www.turkocaklari.org.tr/…/turk-ocaklarinin-kisa-tar…) Daha sonra 1949 da tekrar açıldı tabii. Ancak ilk vâdisine kavuşması hayli müşkül oldu.
Özellikle Türk kavramını anlam kökü olan hikmet geleneğinden koparıp Osmanlı’dan kalan etnisitelerden bir etnisiteye indirgeyen yaklaşımla harekete geçen Türkçü anlayış, toplumdan umduğu desteği hiçbir zaman göremedi. Çünki bir sentetik kurguya, realitesiyle intibak sıkıntıları taşıyan bir ideolojiye, toplumun ihtiyacı olmayan sentetik faktörlere bağlanmış, bir maceracı kimlik olarak planlanmıştı. Tabiî gene de epeyce heyecanlı Türklük âşığını etrafında toplamıştı.
İstenen de bize göre buydu.
Toplumun genelini kuşatacak bir değerin marijinalleştirilmesi yani!
Türkçülük, bir siyasi çatı altında, bu küçültülmüş yapısıyla devam edebilirdi.
*
İslâmcılığın dizaynı çok daha ilginç!
Türkiye’deki İslamcılık, bilhassa Müceddidî karakterli bir tabana oturtulmuştur. Esasen o hareketin kitleleri etrafında toplamasını kolaylaştıracak yol bu değildi. Dolayısıyla uzun yıllar o hareketin de marijinal kalmasının düzenin sahiplerince memnunlukla karşılandığı bir vâkıâdır!
Aynen CHPnin sentetik bir Alevilik’le özdeşleşmesi gibi, bunlar da geniş Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt temelli tarikatlerin asırlardır mayaladığı kitleyle diyalogda fevkalade zorlandılar. Büyük kitle ancak 12 Eylül’den sonra, Özal hareketiyle Müceddidiyye’yi “yuttu”!
*
Daha tuhafı, “bölücü” örgütün “Kürtçü isyan hareketi”ni Marksist temelli bir ideolojiyle yürütmesidir! Çocuklar bile bilir ki, bu insanlarımız dinlerine fevkalade sadıktırlar ve bir isyan hareketinin bunu hesaplamadan yola çıkması ahmakçadır!
Ama işte realite ortada: Karşımızda Marksist bir PKK var!

Bu “sentetik mahiyetlerle tariflenmiş kimlikler” etrafında biçimlenen “çok partili demokrasi”den ne mi çıkar?
Çıksa çıksa kimsenin kazanamayacağı kavgalar, daha da zorlarsanız iç savaş çıkar!
Sözü uzatmayalım. Bizim “çok partili demokrasimiz”, “çok unsurlu çatışma ortamı” anlamına gelmektedir.
Kurgu böyle!
Mümkün mertebe bunların sürtüştürülmesiyle kontrol altında tutulan, potansiyelleri uyuşturulan bir Türkiye gerçeği seyrettik on yıllardır… Kontrol zorlaştıkça, söz dinlemez yönetimler kıpırdandıkça bu sentetik kimlikler çatıştırıldı.
“Kuvvetler ayrılığı” yüksek ilkesi sayesinde de ikinci bir “vesayet garanti sistemi”nin sık sık çalıştırıldığını unutmayalım…
Kimlik gruplarının ana başlıkları altında, gerektikçe kullanılmak üzere yedek kimlik fidelerinin hazırlandığını da gene basiretle bakan herkes görebilir… FETÖ metö çetö, saadet maadet, büyük birlik küçük birlik… Başrol verilenlerin yönetimlerini şantaj altında tutmaya yetecek paralel yedekleri dâimâ el altındadır!
*
Şimdi bize düşen nedir?
Bu iğfal edilmiş ana değerlerimizi ya bu habis merkezlerin elinden kurtaracak bir seferberliğe soyunacağız veya gücümüz yetiyorsa yeni bir paradigma inşa edeceğiz. İkinci ihtimal bizi de sentetikleşme çukuruna itebilir.
En sağlamı bir tarih ve kültür muhasebesi yapmak, bir kavramsal restorasyon devri açılması gibi görünüyor. Restorasyon ihtiyacını sadece mimari kalıntılarla sınırlı sanmak büyük hatâ! Düşman üzerimizde çok çalıştı…
İktidar, bilhassa Cumhurbaşkanlık Sistemi öncesi MHP ile mutabakat zemini bulmasını, altın değerinde bir fırsat olarak değerlendirmelidir.
Akıllarımızı başımıza almak için gene musibet mi bekleyeceğiz? Gezi organizasyonuyla bir gecede alt üst olduğumuzu unutmamak şart. Devletimizin uyanık mihrakları, İslam diye Müceddidî söylemlerinin tekelleştirilmesine itiraz edecek kitlesel bir komployu nasıl önleyecekler? Hem de bu anlayışın FETÖ adlı bir kesitine duyulan reaksiyon tavan yapmışken!
Eski ezberler üzerinden birbirimize gol atma yarışını devam ettirmenin tek bir sonucu olacaktır: Geldiğimiz merhalenin bir adım ötesi artık apaçık.
Allah muhafaza, eğer bir “devlet aklı” varsa, problem baş göstermeden önü kesilmelidir…
İktidar; tarafgir körlüğüyle, bin yıldır İslam uğruna elli milyondan fazla şehid vermiş Türklüğü, kendi dinine karşı kullanmak isteyeceklere elleriyle destek vermemelidir.
Biraz basiret…

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen