Caner Taslaman ve Ebubekir Sifil Tartışması Üzerine

İbrahim MARAŞ

Bir televizyon kanalında yapılan bu iki şahsın tartışması hakkında herkes bir şey söylüyor. Uzman olmadığı bir konuda niye çıktı deniliyor. Elbette Caner Bey’in hadis alanında uzmanlığı yok ve bu yüzden programda zor anlar yaşadı. Aynı durum diğer şahıs için de söz konusu. Onun da bilim ve felsefe konusunda uzmanlığının olmadığını, hatta reddettiğini, ayrıca hadis alanında da yeterince uzman olmadığını, en azından programdaki konuşmasına dayanarak, gördük. Demek ki, sadece Arapça bilmek de, sadece hadis bilmek de yetmiyor. Bir de anlamak ve akletmek gerekiyor. Bunun dışında, daha tartışmanın başında Sifil’in böyle bir tartışmayı gereksiz gördüğünü ve Taslaman’ın kendisinin muhatabı olmadığını söylemesi tamamen uygunsuzdu. Madem öyleydi niye kabul etti ve çıktı. Çıktıktan sonra, daha baştan, burası bunun yeri değil demesi, ‘hem ağlar hem giderim’ diyen gelinin hikayesi gibi. Öte yandan bu konuları tartışmak bir çözüm değil deniliyor. Halbuki usul ve yordamınca yapılan tartışmalar fayda getirir. Televizyon bir açık eğitim vasıtasıdır. Bunu kullanmak gerekir, ama kayıkçı kavgası yapmadan. Hakaret, aşağılama ve mugalataya girmeden.

Tartışmanın aslında, bize göre, gerçek yüzü ise, konuşulan meselelerin sadece hadis ilminin problemleri olup olmadığının aydınlatılmasıdır. Tartışmada konuşulan her şey hadislerin içeriği ile alakalıydı ve bahsedilen hadislerin anlam içeriğinin, Kur’an ve salim akla, örfe ve nihayet apaçık bilime arzı meselesiydi. Caner Taslaman’ın haklı olduğu taraf da budur. Geleneğimizde de bu yapılmış ve hatta Hanefiler hadis inkarcısı ve düşmanı olarak suçlanmışlardır. Halbuki kendisini uzman olarak gösteren ve karşı tarafı devamlı aşağılayan Ebubekir Sifil, işin bu tarafına hiç girmedi. Hadisin senedini savunmayı, yani sübutunu ortaya koymayı tercih etti. İşine gelene zayıf hadis dedi. Oysaki, geleneğimizde zayıf hadislerle de, itikad ve haram-helal dışında, fukahanın (Hanefiler de dahil) amel ettiği bir gerçektir. Burada şu da yanlış anlaşılmasın; zayıf, hatta merdud, kabul edilen bir hadisle amel edilmesi tek başına da olmamaktadır. İslam’ın temel kurallarına, yani açık Kur’an ayetlerine, kıyas, istihsan, sedd-i zerayi ve maslahat, örf gibi delillere de bakılmaktadır. Yani akıl kullanılmaktadır. O halde Caner Taslaman’ın üzerinde durduğu husus, programda tam olarak açıklayamasa da, günümüzde gerçekten çok önemli bir husustur. Bir hadisçi hadisin sübutuyla ilgilenebilir, ancak bir filozof, bir kelamcı, bir fıkıhçı veya bir bilim adamı da hadisin içeriğini ele alır ve bunun içerik olarak doğruluğunu, yanlışlığını ortaya koyabilir. Burada ortaya koyduğu şeyin sağlamlığına, burhani olup olmadığına bakılır. Caner Taslaman’ın kız ve erkek çocuğunun idrarıyla ilgili itirazına Ebubekir Sifil’in cevabı tam bir bilim dışı cevaptır. Bugün elimizde bunları en hassas biçimde ölçecek aletler varken, hala hadisten bu manayı çıkarmak yanlıştır. Deve idrarı olayı ise, biraz farklıdır. Dönemin halk tıbbının bir uygulamasını Peygamberimiz çok defa insanlara tavsiye etmiştir. Olay bu kadardır. Peygamberimiz bir doktor olarak veya ziraat mühendisi olarak gönderilmemiştir. Bu konularda hata edebilir. Bunlar dünyevi meselelerdir. Nitekim Müslümanların ölüm kalım mücadelesi verdiği Bedir’de Peygamberimiz stratejik olarak yanlış bir yerde durmuş, istişare sonucu yer değiştirilmiştir. Bu konuda onlarca örnek vardır. Tıbbu’n-Nebevi’ye de tarihte birçok alim itiraz etmiştir. Bugün, dünyevi meselelerde, bilim ne diyorsa buna uyulmalıdır. Aksi takdirde bilim diye bir şey kalmaz. Her şeyi Sünnete ve Kur’an’a sormaya kalkarsınız. Oysaki, evren de, evrenin işleyiş kuralları da Allah’ın bir ayetidir. Bugün birçok ehil olmayan insan sırf Hadis’e dayanarak hacamat yaptırmaktadır. Tıp dünyasında bu konuda yeterince bilimsel araştırma yapıldığı bilinmediği halde, merdivenaltı ofislerde insanlar, sırf sünnet diye, harıl harıl bunu yaptırmaktadır. Kısacası İslam dünyası adeta bilimle dalga geçmekte ve yok saymakta, hurafelere boğulmayı Ehl-i Sünnet’ten olmakla veya Şia’dan olmakla eşdeğer görmektedir.

Her iki tartışmacının üzerinde durmadığı bir başka konu ise, bazı hadislerin metaforik anlama sahip olabileceği (özellikle kıyamet alametleri ile ilgili hadislerin) konusudur. Bu tür hadisler çok hassas bir şekilde tevil edilmesi gerektiği halde, maalesef bu konuda geleneğimiz (filozoflar, sufiler ve bazı kelamcılar hariç) birebir olaylarla irtibat kurmaya çalışmaktadırlar. Mesela, “bir gün Müslümanların Yahudilerle büyük bir çarpışmaya girmeden kıyametin kopmayacağı, bu çarpışmada her varlığın, arkasında Yahudi’nin saklandığını söyleyeceği, ancak garkad ağacının Yahudi’yi gizleyeceği”ne dair bir rivayet vardır. Eğer bu Hadis’e olduğu gibi anlam verirseniz, Allah’ın akıl vermediği bir canlıya akıl yüklersiniz, bazı fanatik Yahudiler gibi bu ağacı dikmeye özen gösterirsiniz veya Müslümansanız o ağacı kesersiniz. Nitekim fanatik Yahudilerin ve Müslümanların birçoğu da olaya böyle bakmıştır. Halbuki bu hadis, tarihi, felsefi, sosyolojik açıdan incelenebilir ve farklı yorumlar yapılabilir veyahut da anlam verilemediği için terkedilebilir. Israrla literal anlamanın bir alemi yoktur. Apaçık akıl, bunu literal anlamamak gerektiğini söylemektedir. Misvak örneği de buna benzer. İşin hikmetine, maksadına bakılır. Bizim Müslümanlar ise, bunun neden ve ne maksatla söylendiğini göz ardı ederek hadisin literal anlamına bakmaktadırlar. Buna son bir örnek de “Levlake” mevzu (uydurma) hadisidir. Caner Taslaman, mevcut metinlerdeki yanlış anlamayı ve Peygamberimizi aşırı derecede yüceltmeyi önlemek maksadıyla buna itiraz etmiş, Ebubekir Sifil ise mana olarak doğru diyerek, bir nevi efdaliyet (üstünlük) meselesini kasdederek, topu taca atmıştır. Halbuki, her ikisinin de tasavvufi ve felsefi gelenekte bunun ne anlama geldiğini izah etmesi gerekirdi. Geleneğimizdeki yaygın anlayış, Peygamberimizin ruhunun (Hakikat-i Muhammediye) ilk önce yaratıldığına dairdir ki, bunun doğru olması mümkün değildir. Bu mevzu hadiste, genel olarak kamil insana bir işaret vardır. Çünkü bedenlerden önce ferdi nefisler/ruhlar yaratılmamıştır. Bedenle beraber yaratılmıştır. Yani bedenden önce bir ferdi ruh yoktur. Külli olarak melekler vardır, esas olarak Kur’an’da ruh denilince külli bir varlık olarak melek/ler anlaşılır. Ayette geçen “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, öyle biz buna şahit olduk” (Araf, 172) ifadesi ferdi ruhlarımızın önceden yaratıldığına değil fıtratımıza işarettir. Dolayısıyla Allah, bütün alemi Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine yaratmamıştır. Halife olma sıfatını kazanan kamil insan için var etmiştir. Burada anlatılmak istenen husus, Peygamberimizin “kamil ve örnek insan” olma yönünden hareketle ona benzemek gerektiği ve bir nevi, insanın, dolayısıyla da yaratılışın, hikmetinin bu olduğu ile ilgili bir anlatımdır. Bu, bir bakıma filozofların felsefeyi tarif ederken söylediği “Tanrı’nın sıfatlarına benzeme”den başka bir şey değildir.

Son olarak üzerinde durmamız gereken bir husus da evrim meselesidir. Bu konuda Ebubekir Sifil, elinde hiçbir nakil bile olmadan bilimi tamamen reddetmekte ve bir bakıma piyasadaki evrim karşıtı hakim görüşe göz kırpmaktadır. Hatta bir ara sanki, Adem aleyhisselam’dan önce canlı yoktu demeye getirmiştir. Taslaman ise, evrimin birçok noktada haklı yönleri olduğunu söyleyerek fazla izaha girmemişse de, esas olarak, aslında verilmesi gereken mesajı vermeye çalışmış ve Kur’an’da teist bir evrim nazariyesine aykırı bir şey olmadığını, bunun bilimin konusu olduğunu, haklı olarak, dile getirmiştir. Geleneğe baktığımızda Cahız’dan itibaren bazı düşünürlerimizin, bugünkü anlamda olmasa da, biyolojik ve bilimsel anlamda o dönem açısından oldukça ileri sayılabilecek bir evrim görüşünü benimsediklerini görmekteyiz. Evrim konusunda gerçekten de ana tema, varlığın metafizik olarak bir sebebinin olduğunu ve hiçbir şeyin sebepsiz varlığa gelmediğini söyledikten sonra bilimsel anlamda, delilli olarak her şeyin söylenebileceğidir, buna maymundan gelme de dahildir. Ama maalesef birçok dindar, elinde hiçbir veri olmadan, biyoloji ve genetik uzmanı gibi konuşmakta ve sanki bu mesele bir din-iman meselesiymiş gibi tartışmalar yapmakta ve eğitim müfredatlarına müdahale edilmektedir. Bazı ateist evrimciler de bunların tam karşısında, aynı zihniyetle, insan varlığının bir yaratıcı olmaksızın ortaya çıktığına, delilsiz ve ispatsız bir şekilde inanmaktadırlar. Ateist evrimcilerle, dindar evrim karşıtlarının neredeyse tamamı, açıkça, bilimle, evrenle, yaratılış amacıyla ve aslında evreni incelemeye yönlendiren Kur’an ile bir nevi alay etmektedirler.

Velhasılı kelam, işin özü basit bir tartışma değildir. Belki ekranda ortaya çıkan yönü itibarıyla, bazen hoş olmayan tartışmalar yaşansa da, bütün eksikliklerine rağmen bu tartışma, kısaca bahsettiğimiz, kodlarına inildiğinde, reyci, akılcı anlayışla nakilciliğin bir çarpışmasıdır. Nakilci din anlayışı ise; Hanefi-Maturidi geleneğe, felsefi-kelami, felsefi tasavvufi geleneğimize ve bilime tamamen terstir. Ama ne yazık ki, Türkiye’de mevcut nakilci anlayış; ehl-i sünnet, sufilik, tarikatçılık, cemaatçilik, Hanefilik vb. adlarla her yere hakim olmaya başlamış, bilimsel araştırmaların yapıldığı ve kurulduğu yıllardan bugüne önemli mesafeler katetmiş bulunan İlahiyatlara karşı düşmanlığı iyice hortlatmışlardır. Bunun karşısına ise; bozulmuş, skolastik, ezberci, fideist, sınıf yerine rahlede, özellikle de yerde oturarak, ders görmeyi İslam zanneden, Kütüb-i Sitte’yi (Hadis Külliyatını) sadece Arapça’sından yüzünden okumakla hadis icazeti veren bir medrese zihniyeti koymuşlardır. Halbuki, bizim tarihteki medreselerimiz her şeyin okutulduğu, her şeye itiraz edilebilen ilim yuvaları olarak büyük alimler, bilginler yetiştirmiş ve Batı’yı da dönüştürmüştür. Bizim medreseleri örnek alan Batı, bunu geliştirerek dünyanın en büyük ilim yuvaları olan Üniversiteleri kurmuşlardır. Bize düşen bunu tekrar geliştirerek bize mal etmek iken, bizim yaptığımız şey, Kur’an’ın kesinlikle yasakladığı, atalarımızı kutsallaştırmak ve her şeyi tarihte ve geleneğin aynen taklidinde aramaktır. Eğer, yeni bir Maturidi, İmam-ı Azam, İmam Eşari, Farabi, İbnü’l_Heysem, İbn Sina, Fahreddin Razi çıkarmak ve aklımızı kullanmak gibi bir düşüncemiz olmazsa, bu, ‘Kur’an, geçmişte anlaşılmıştır, bize hitap etmemektedir, biz okusak da yanlış anlarız, bugün bize düşen geçmişte anlayanları takip etmektir’, anlamına gelir ki, tartışmada nakilci tarafın söylediği adeta budur ve İslam dünyasını bitiren de budur. Allah, hepimizi doğruya, hakikate ulaştıranlardan eylesin.

Yazar
İbrahim MARAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen