Aşk ve İnsan

İnsan, nedir insan, kimdir insan? Nasıl tanımlanır? İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın indinde o kadar değerli ki, öyle değerli bir varlık ki. Yalnız insan kendi değerini bilmiyor, kadrini bilmiyor. Neden bu kadar değerli insan? Çünkü Cenâb-ı Hak (c.c) insanı muhatab almış. “Ben bir insan yaratacağım” dediği zaman Bakara sûresi 30. âyette; melekler itiraz etmişler. İtiraz değil de tazarru sadedinde: “Ya Rabbi biz seni tesbih ve tenzih edip dururken yeryüzünde kan dökecek fesad çıkaracak insan yaratmaya ne gerek var?” Cenâb-ı Hak (c.c): “Hayır” demiş, “siz bilmezsiniz ben bilirim.” Belki zaman zaman fesad çıkaracak, kan dökecek ama imar da edecek. Yeryüzünü îmar edecek, Beni tanıyacak. “Ene sırrıhûm ve sırrıhüm” “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım.” “Bilinmeyi murad ettim ve insanı yarattım.”

Birinci merhale Allah’ı tanımak yani ilim-irfan. İkinci merhale ise muhabettullah.

İnsan daima sevdiğini anar, sürekli hatırlar, hatırında tutar. Ve eğer hakikaten seviyorsa unutması gayri kabildir, mümkün değildir. İşte biz buna aşk diyoruz. Âlem aşktan neşet etmiştir başka şeyden değil. Cenâb-ı Hak sevmiş muhabbet etmiş insana değer vermiş, muhatab almış, yaratmış. Yeryüzüne muhtelif vazifelerle göndermiş. Bu vazifeler o kadar kutsal o kadar önemli ki. İnsan bu verilen vazifelerden birini bile yerine getirebilse Allah rızası için insanlık için, İslam için bu bir tanesini yerine getirse, büyük bahtiyarlıktır. Gönül huzuruyla ömrü geçirir. Cenâb-ı Hak insanlara muhteşem bir ömür vermiş, uzun bir ömür.

Eğer kul çalışırsa, Allah rızâsı için, faydalı insan olmak üzere, faydalı işler yapmak üzere hayâtın her safhasında, her mevzuda, A’dan Z’ye çalışırsa, çalışmalarını insanlık hayrına yaparsa, çalışmak hakikaten ibâdet ve hem de ibâdetlerin en güzeli olur. Açan bir çiçeğe “aman ne güzel yâ rabbi” demek nasıl zikir olursa, tefekkür olursa çalışmak da aynı şekilde ibâdet olur.

Aşk ile şevk ile çalışmakta fayda var. Yüzeysel bir çalışma, zoraki bir çalışma illaki böyle ısrarla çalışmak; bunlar hoş şeyler değildir. Gün 24 saat, Cenâb-ı Hak çalışan kişiye bir 24 saat daha lutfeder. Yani zaman içinde zaman yaratır. Bunu hepiniz az çok yaşamışsınızdır, şahit olmuşsunuzdur. Çoğu zaman biz buna şâhit oluruz, zaman içinde zaman yaratıyor, nasıl olduğunu bilemiyorsunuz, nasıl kaydığını, nasıl çalıştığının farkına bile varmıyorsunuz. Ama verimli çalışıyorsunuz. Lütfu ilâhî… Bu zamânın çok iyi değerlendirilmesi

Çünkü şöyle bir esas vardır. Cennette hiç bir şeyden sorulmayacak. Müreffeh bir âlem cennet âlemi. Fakat diyor, cennet ehlinin gönlü bir tek şeyden mahzun olacak. Nedir bu mahsun olunacak şey? Bir anı boş geçirmek. Zaman o kadar değerli ki, hadîs-i peygamberî var: “sağlık ve boş zaman, ümmetimin kadrini bilmediği, değer vermediği ve kaybettiği iki şey…” Eğer bu güzel zamânı değerlendiremezsek hakikaten, cennete girsek dahi, (inşallah hepimiz cennetlik oluruz) gönlümüzde hiç hüzün eksik olmayacak.

Eğer Allâh’ı (c.c) seviyorsak, Resûlullah (s.a.v)’ı seviyorsak Allah ve Resûlü mü’minin gönlünden asla ve kat’iyen çıkmaz. Eğer Allah’ı sevmiyorsak, Allah ile işimiz yoksa maazallah, düşünmemiz gerek. Eğer gönüle önem vermiyorsak çarşı pazar yerine döner. Cin cıfıt çarşısı olur gönül. O zaman Cenâb-ı Hakka yer kalmaz. Hak muhabbetine yer kalmaz. Onun osuyla bunun busuyla eğlenir durur ve kendini perişan eder. Bütün bunlara dikkat etmekte fayda var diye düşünüyorum.

“Men lem yezük lem yedrî” : “Tatmayan bilmez.”

Hz. Muhyiddîn Arabî’ye (k.s) sormuşlar, aşk nedir? “Sevginin ifrâtıdır” demiş. Hz. Mevlânâ’ya sormuşlar aynı soruyu: Kendisini örnek göstermiş “Benim gibi olursanız bilirsiniz.” Aşk hâlinde iştiyak olmazsa mü’minde ne mârifetullahtan ve ne de muhabbetullah’tan söz etmek mümkün değildir. Önce marifetullah olacak ondan sonra muhabbetullaha geçecek.

Aşk-ı Hakîkiye Hallac Mansûr’u (k.s) misâl gösterebiliriz: Hakk’a olan muhabbeti nihâî dereceye ulaşınca kendisini yok hükmünde kılan Mansûr (k.s) “Lâ ilâhe illallah” demeyi o kadar çoğalttı ki, artık gönülden hicap kalkmış, aşkullah yer etmişti, Allah Teâlâ ile ünsiyet kurmuştu. İşte muhabbet böyle olur, aşk böyle olur.

Kendisini, adını, dünyâyı, çevresindeki her şeyi unutmuştu Mansûr (k.s). Kim olduğu sorulunca kendisine, şu cevabı verdi: “Enel Hak” Enel Hak şu demektir: “Ben fâni oldum, Hak bâki kaldı ancak.” Yani ben yok oldum, ben Hak’da fâni oldum. Hak bâki ancak.

Mansûr bu sözü sekr veya fenâfillah hâlinde söylemişti ama çevresindekiler şer’i şerîfi uygulamak lâzım dediler ve onu şehid ettiler. Çünkü şerîate aykırıdır bu söz. Ve bunu gerçek mânâsında kabul edersek bu sözü, şirke girer. Denir ki, toprağa damlayan kanları,

“Enel Hak” yazmış.

Zikrullâhın fazlalaşması ile insandan beşeriyet sıfatı gidip, yerini aşkullah aldığı zaman, insan kendisini ve çevresindeki her şeyi unutabilir. Ne sorulsa mahbûbun adını söyleyiverir. İşte o duruma gelmiştir Mansûr (k.s). Mesela:

“Ete kemiğe büründüm
Yûnus diye göründüm”

diyen Yûnus Emre Hazretleri neyi terennüm ediyor? Aynı şeyi söylemiyor mu? Sâdece ifâdeler farklı, aynı şeyi söylüyor. Beşeriyetten, ten libâsından soyunmuş oluyor. Şöyle bir ifâde vardır. Zikrullah ile (yâni çok çok zikir ile) insan cesedi nûrâniyete kalbolur. Artık o kişi Ahmed, Mehmed, Ayşe, Fatma v.s. değildir. Âyet-i kerîme vardır:

“Attığın zaman sen atmadın. Lâkin Allah attı.”(Enfal,46). İşte söyleyen de atan da O’dur, dilinden perde etmiştir âşık-ı sâdıkları.

Hz. Bayezid’e (k.s) de böyle bir hâl vâkî olmuştu. “Benden büyük yok” demişti. Çevresinde bulunanlar kendisine dediler ki: “Efendim böyle söylediniz” ayıldığı zaman. Peki, ne yaptınız, şerîatin emrini uyguladınız mı? Hayır, dediler, bir şey yapamadık. O halde böyle bir şey görürseniz bir daha, şerîatin emrini uygulayın, şu kılıçla bana vurun, buyurdu. Hakikaten aynı hal tekerrür etti. “Benden büyük yok” dedi. Kılıcı aldılar ellerine, vurdular Hz. Bayezid’e. Kendine geldiği zaman, sekr halinden ayılılıp sahv haline geçtiği zaman, dediler ki: Efendim yine söylediniz o sözü. Siz ne yaptınız? Size kılıçla vurduk. Bayezid (k.s), vücâdunu açtı, o kadar darbeye rağmen bir çizik dahi yoktu. İşte zikrullah ile ceset nûraniyete kalbolur. Eline bir iğne aldı, vücûduna batırdı, kan çıktı. Şöyle buyurdu “İşte asıl Bayezid bu iğnenin acısına dayanamayan Bayezıd’dır. O sözü söyleyen ise bu Bayezid değildir.” Zikrullah, muhabbetullah, aşkullah böyle bir şey.

Allâh’u Zül Cemâl vel Kemâl Hazretleri sâlikin gönlüne nazar edip, kendi mârifeti ve muhabbeti için karargâh kıldı mı, işte o zaman bu haller vâkî olabilir ve söyleyenin ne ‘en büyük’ olması, ne de ‘Hak’ olması demek değildir bu söz. Zîra sekr veya fenâ hâlinde söylenmiştir. Vahdet deryâsına dalmıştır. Aksi ise küfrü gerektirir. Çünkü Hakk’a mahsus sıfatı insana, insana göre bir sıfatı da Hakk’a isnad etmek küfürdür ve ilâhî azâbı dâvet eder, ilâhî cezâyı gerektirir. Allah hepimizi muhafaza buyursun.

Aşk, atamız Hz. Âdem’den (a.s) bize mîras kalmıştır. Aşk, âşıklar için Nûh’un (a.s) gemisi gibi kurtarıcıdır. Yani aşka çile gibi bakıyoruz ama aşk çile değildir. Muhteşem bir yaşam tarzı, muhteşem bir gönül hikâyesi. Anlatılamaz ancak yaşanan bir şey. Dolayısıyla, eğer seviyorsa bir kimse sevgilisinin çilesine de katlanmak zorundadır. Eğer o çile veriyorsa, hastalık veriyorsa eyvallah demek zorundadır. Çünkü dosttan gelmiştir. Madem ki lutfetmiştir, bize bunu vermiştir, eyvallah, can baş üstüne der kabul ederiz.

Aşk gelince akıl firar edermiş. Akıl kaçarmış. Âşıklığın bulunduğu yerde akıldan eser kalmaz. Deniliyor ki: “Aklı aşka kurbân edenin er geç mâşûkun vechine hayran kalacağı muhakkaktır.”

Aklı kurban etmeden olmaz. çünkü akıl ile aşk bir arada olmaz. Akıl farklı şeyler isteyeceği için bu aşkın işine gelmez; âşığın işine hiç gelmez. Dolayısıyla ikisini birbirinden ayırmak gerekir; eğer seviyorsa hakikaten âşık ise ya da sevmek istiyorsa, kendisini sevmeye adayabiliyorsa…

Değerli misafirlerimiz tsavvufta aşk yakıcı özelliği îtibâriyle ateşe (âteş-i aşk), sarhoş edici özelliği îtibâriyle şaraba (mey’i aşk, bâde-i aşk), çıldırtıcı özelliği îtibâriyle de deliliğe benzetilir.

Kısa bir tefekkür yapalım, bunu hep yapıyorsunuz eminim. Bir cezbe, gecenin nısfında yalnızken, başkası olsa riya olabilir. Ama riya, ivaz, garaz yok, hiçbir şey yok. Sâdece Allah var. O aşkın çılgınlığını orada kim tutabilir. Melekût âlemini seyretmesini kim engelleyebilir. Melekût âleminin tesbihini kim engelleyebilir. Ya da kendisi gibi olandan başka kim onun müşâhedesini ortak olabilir. Mümkünü yok.

Yûnus Emre Hazretleri buyuruyor ki:

“Benem ol ışk bahrisi denizler hayran bana
Deryâ benüm katremdür zerreler umman bana
Kaf dağı zerrem değül ay u güneş bana kul
Hak’dur aslum şıh değil mürşiddir Kur’ân bana.”

Mürşidimiz Kur’ân; Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz, rehberimiz önderimiz.

Yûnus Emre’den bir iki mısra aldık. Burada Hz. Mevlânâ (k.s)’dan söz etmemek mümkün değil; Mesnevi’sini hatırlamamak mümkün değildir. Benim çok hoşuma gidiyor, umarım siz de beğenirsiniz; şöyle buyurur Hazret:

“Gül mevsimi geçip de gül açması bitince, artık bülbülün âşıkâne sergüzeştini dinleyemezsin.” Anlatıldığına göre, gül ile bülbül arasında âşıkâne bir irtibat vardır. Bülbül ancak gül için ve güle karşı söyler. Onun dediklerini de başkaları değil, yalnız gül anlarmış. Gül yaprakları üstündeki çiğ damlaları, bülbülün inlemesine karşı, gülün gözyaşları imiş. Bir başka mısrada ise şöyle der Hz. Mevlâna: “Gül bitip de gül bahçesi harab olunca gül kokusunu nereden arayıp bulalım? Cevâbını da yine kendisi veriyor Hazret: Gül suyundan.”

Hâfızın bir gazelinde şu meâlde iki beyti vardır: “Bülbülün biri hoş renkli bir gül yaprağını gagasının arasına almış çiliyordu. Sen ayn-ı visâlde iken bu feryadlar nedir? diye sordum. Mâşukun cilvesi bizi bu işe me’mur etti cevabını verdi.” Evet, cilveyi ilâhi çeşit çeşit, türlü türlü tezâhür ediyor. Gülün açılma mevsimi geçip, gülistandaki fidanlar dikenli çalıdan ibâret kalınca, gül râyihâsı ancak gül yağından ve gül suyundan duyulabilir. Bunun gibi, ümmetin ârifleri, ekmel ve efdali bulunanlar çekilip gidince, onlardaki mârifet râyihâsını, vârisleri bulunan ve kendilerine nisbetle gül yanında gül suyu gibi kalanlarda aramak lâzım gelir.

Meselâ vedâ haccı esnâsında “Bugün sizin dîninizi ikmâl ettim, hiç bir eksiğini bırakmadım” âyeti kerîmesi nâzil olunca, ashâb-ı kirâm (r.a) sevinmişti, gülmüştü, memnun olmuşlardı. Yalnız Sıddık-ı Ekber (r.a.), dînin kemâle ermiş, ikmâle muhtaç bir yönü kalmamış olduğunun bildirildiğini işitince (a.s.v) Efendimizin irtihallerine îmâ edildiğini anlamış ve son derece müteessir olmuş, ağlamıştır. Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a) da, diğer sahâbe-i kirâm da Peygamber (s.a.v) Efendimiz ile sohbet şerefine nâil olmuşlardı. Fakat ondaki feyz-i mânevî, diğerlerinde görülmemiş, onun gösterdiği ferâseti diğerleri gösterememişti. Değerli dinleyenler demek ki velîlik bir, fakat velîlerin zevki ve derecesi farklıdır. Hepsi aynı şeyi söyler fakat o kadar değişik kelâmlar kullanırlar ki, bilmeyen veya mübtedi olan onları farklı şeyler zanneder. Halbuki terennüm ettikleri hep O’dur.

İşte insan-ı kâmil denilen zevât-ı kiram başkaları için endişelenir, hayatın ve mematın ne demek olduğunu, muhabbetin ve marifetin ne demek olduğunu en iyi onlar bildiği için çileyi de onlar çekmektedir bizim yerimize. Bizim gibiler (sizleri istisna ediyorum) âşıkız deyip geçiveririz. Gece yatar, sabah kalkarız ama onlar öyle olmaz. Onlar bizi de affettirmek için herhalde nasıl istiğfar ederler bir Allah bilir bir de kendileri bilir.

İnsan-ı Kâmil; gerek mebde’den şu âleme gelirken, gerek şu âlemden me’ada giderken, hayli meşakkatli yollardan geçmiş, gelirken ayrılık acılarıyla müteellim olmuş, giderken de bir çok mücâhedelere göğüs germiş, nihâyet “Mûtü kalbe ente mûtü” “Ölmeden evvel ölünüz” emrine uyarak, ihtiyâr ve irâdesini hattâ mevhûm varlığını feda etmiştir. “Mevti ıztırârî ile ölen herkes, mevti ihtiyâri ile ölmediğine pişmanlık duyacaktır” hadîsine imtisâlen.

Bu mevzûda, Ziya Paşa merhum da şöyle buyuruyor:

“Hayâtı câvidânı şeyhi kâmilden suâl ettim, 
‘Ölümden evvel ölmektir’ deyince intikâl ettim.”

Efendimiz: “Yaşayan bir ölü görmek isteyen kimse Sıddık-ı Ekber’e baksın” buyuruyor. Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a) yaşayan bir ölüye benziyordu.

Cemâl-i ilâhi âşıkları, ebedî visâl ve hayatı cavidâna nâil olmak şevk ve iştiyâkı ile şu fâni hayattan usanırlar, Hallâc-ı Mansûr (k.s) gibi “Ey benim îtimâd ettiğim dostlar; benim nefsimi öldürün ki, hayâtım katlimdedir” derler. Çünkü vuslat istiyor. Hakka kavuşmak istiyor. Dünyâda cemâlullah ile şerefyab olmak yok; âhirete intikal etmek şart.

Zîra, “Şüphesiz ki Allah, mü’minlerden nefislerini ve mallarını cennet mukâbilinde satın almıştır” âyet-i kerîmesi delâleti mûcibince, can metâının müşterisinin bizzat Allah (c.c) olduğunu bilirler. Mansûr (k.s) “Allâh’a (c.c) vâsıl olmak için iki adım atmalı, üçüncüde vusûl tahakkuk eder. Birinci adımı dünyâdan, ikinci adımı âhiretten kaldırmalı, üçüncü adımda Allâh’a varılır” der.

Dünyâ ve âhiretten adım kaldırmak ne demektir? Gerek dünyevî, gerek uhrevî bütün geçici arzulardan vazgeçmek, bütün emelini Allâh’a (c.c) hasretmektir. Allah Teâlâ, dostları hakkında müjdeler verir ve buyurur: “Şüphesiz Allâh’ın velîlerine hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”

Hz. Mevlânâ (k.s) “Aşk bağının dâima yeşil ve terutâze bulunması, diğer bağ ve bahçeler gibi hazandan, kıştan müteessir olmaması aşkın ve âşıklığın devâmındandır. Allah (c.c) âşıkları her zaman ve her asırda bulunur. Biri giderse biri gelir. Binâenaleyh âşıklık devâm eder. Aşk bağı da terâvetini muhâfaza eder” derken, Şirâzî (k.s) “Âşıkların silsilesi birbirine bağlıdır. Biz gitsek de terânemiz bülbüllerin nağmelerinden işitilir” mısralarıyla aşkın ve âşıklığın devâmını vurgular.

Âşıkların şâhı Hz. Mevlânâ: “Kum suya kandığı halde, ne acâyip ki ben kanmadım. Şu dünyâda benim yayıma lâyık bir kiriş yoktur” mısralarıyla, âşıkların kademe kademe olduğuna işâret ediyor. Meselâ Sûfî şeyhlerinden Yahya b. Muâz-ı Râzî (k.s) Bayezid-i Bistâmî’ye (k.s) gönderdiği bir mektupta “Muhammed (s.a.v) kadehinden o kadar içtim ki, nihâyet mestoldum” demiş. Hz. Bayezîd-i Bistâmî (k.s) ise cevaben: “Muhabbet şarabını kâse kâse içtim, lâkin ne şarap bitti ne de benim hararetim geçti” beytini yazıp göndermişti.

Bizim için ölçü, işte böylesine Hak aşkı ile dopdolu olan zevâtı kiramdır. Nefsin hevâ ve hevesi peşinde olan sözde âşıklar değil. Zâten âşık olan “ben âşığım” demez. Seven “ben seviyorum” demez. Seven Allah’dan hayâ eder; “ben Allah’ı seviyorum” deyemez. Yalnızken de deyemez, başkalarının yanında zaten hiç deyemez. Gönülden ızdırap çeker, mâşukunu özler. “Yâ Rabbi ben seni özlüyorum” deyemez hicâbından.

Muâz-ı Râzî (k.s) “Bâzıları biz bir makâma vardık ki, namaz kılmaya ihtiyacımız kalmadı diyorlarmış. Evet, varmışlar amma cehenneme” kelâmı kibârı ile dikkat çekiyor, şer-i şerîfe muhâlefet ile dîni mübini terk ile sâdece yoldan çıkılacağını, İslâm ile bağının kopacağını, böylelerinin ilâhi aşk ile hiç bir ilgisinin bulunmadığına dikkat çekiyor ve îkaz ediyor bizleri.

Tasavvuf tarihimiz Hakk âşıkları ile, ehl-i gönlün olağanüstü halleri ile doludur. Bu ışık şahsiyetlerden hangisinin yaşam öyküsüne bakarsak bakalım, olağanüstü evsaf hemen karşımıza çıkar. Bâzen birbirinin aynı veya mütemmimi, bâzen de tamâmen farklı durumlar arzederler. Bu hal de zevkin ve derecelerin farklılığından kaynaklansa gerektir. İşte bu zevâtı kiramdan birisi de Gülşenî Tarikatı meşâyıhı Hz. Hasan Sezâyi-i Gülşeni (k.s)’dir. Bir gazelinde şöyle terennüm eder Dosta iştiyâkı:

“Düşürdüm gönlümü aşka, bana bilmem ne hâl oldu
 Neye baktımsa ol yüzden tecellî-i Cemâl oldu.”

Dost aşkıyla yanan, halden hâle geçen Hz. Sezâyi (k.s) nereye teveccüh etse Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl tecellîsine mazhar olduğunu; “Nereye dönerseniz dönün, Hak Teâlâ’nın zâtı oradadır” ve “Ey insanlar! Nerede olursanız olun, Allah sizinle berâberdir” âyet-i kerîmelerinin mânâyı münîfine muttali olduğuna açıkça işaret ediyor. Cemâl tecellîsinin mazharı olduğunu anlatıyor.

Allâh’u zü’l Cemâl ve’l Kemâl Hazretleri, kelâm-ı kadîminde yeryüzünde bulunan her şeyi, insanın emrine musahhar kıldığını bildiriyor.

Şehinşâhı ulemâ diye anılan Abdullah İbn. Mübârek (k.s) de aşk-ı hakîkiye ulaşanlardandır. Hâlden hâle geçmiş, makamdan makâma yürümüştür. Bir gün evde uyurken annesi yanına gelmişti, gördüğü manzara şu idi: Bir yılan, bir nergis dalını ağzında tutmuş, Abdullâh’ın (k.s) sineklerini kovalıyor. Demek ki, seven, sevmesini bilen seviliyor ve makro âlem, mikro âlem istisnasız emre âmâde oluyor. Bugün yok mu bu âşıklar? Elbette var, ancak, onlar birbirlerini tanıyorlar ya da denildiği gibi, varlar amma pek gizliler, Allâh’ın inâyeti ile halkın nazarından kendilerini gizlerler, bu durum da li hikmetindir, ehline mâlûmdur. Kim bilir kendilerini ortaya koysalar neler olur. Artık anlatmaya gerek duymuyorum bunları.

Şöyle bir soru sorulabilir. Bu işin sonu nedir? Cevâbı şudur: Bu işin sonu baş tarafa dönmektir. Bu da yüreğe irâde, kalbe (gönüle) sevgi, rûha aşk, sırra vuslat, himmete tasarruf, sıfata saflık, zatta fenâ ve O’nunla bekâ hâlini meydana getirir.

Derler k; aşkın güneşi kalbe doğunca akıl, bir gölge gibi kaybolur gidermiş. Çünkü akıl ile mantık ile ilgisi yoktur bunun. Küllî aklın bir cüz’ü olan insan aklı, ilâhî aşkın varlığına hayrandır. İlâhî aşk, yokluk denizidir, akıl onda kırık ayaklıdır. Hakîkat şarabı aşktır. Âşık sonsuzlukta müşâhedeye dalmış, âkil ise üzümde şarabı görmüştür. Son derece önemlidir. Değerli dinleyenler üzümde şarabı gören mi yoksa sonsuzlukta müşahedeye dalan mı?

Evet, âşık ölmeden evvel ölmüş ve sonsuz aşkıyla ebedî hayatı bulmuştur. İşte onlardan sâdece biridir Yûnus Emremiz.

“Dosttan haber kim getirdi sorun seher yellerine
Hak çalabım bitirmesin ayrılığın kullarına
Kevser havzına dalanlar ölmezden önce ölenler
Nefsini düşman bilenler konar tûbâ dallarına.”

 

Yazar
Şahver ÇELİKOĞLU

Şahver Çelikoğlu, 1937 yılında Eskişehir’de doğdu. İlkokulu Eskişehir Tûran ve İnönü ilkokullarında okudu. San’at Enstitüsünü bitirdi. İlkokul ile aynı târihlerde, ilâhiyat ilimlerini tahsil, dînî ilimleri tedrise başladı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen