Felsefesiz İstikbal Muhal!

İbrahim ÇETİNTAŞ

Felsefe ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji olmak üzere üç temel alandan oluşmaktadır. En genel anlamıyla varlık bilimi demek olan “ontoloji”, insan da dâhil olmak üzere var olan her şey, konusu içerisine girmektedir. Burada varlıktan maksat, varlık düzenine hâkim olan genel ilke veya yasalardır. Bunlar ise fizikten metafiziğe, matematikten astronomiye, biyolojiden psikolojiye kadar bütün varlık düzenine hâkim olan küllî kanunlardır ki inançlı bir insan için bu kanunlar, varlığa mutlak bir güç tarafından ihdas edilmiş ilâhi ilkelerdir. Tabiatıyla bu ilkeler, mutlak gücün varlık düzenine yansıyan izleri olarak da okunabilir.

Öte yandan Aristo, varlığın kanunları ile insan zihninin kanunları arasında bir ayniyet halinden söz eder. Buna göre, varlık düzenine hâkim olan yasalarla, bir anlama/kavrama yeteneğimiz olan zihnimiz arasında bir özdeşlik durumu söz konusudur. Tabiatıyla insanoğlu, “varlığın dili” de diyebileceğimiz bu küllî ilke veya kanunları anlayıp, kavrayabilme gücüne sahiptir. Öyleyse bu ayniyet veya özdeşlik bağlamında insan zihninin, varlığa yönelerek elde ettiği her bir veri bilgisel bir unsur olarak ortaya çıkacaktır. İşte varlığın dilini çözerek, söylediklerini anlama yoluyla elde ettiğimiz bu birikimi de “epistemoloji” olarak ifade edebiliriz. O halde epistemoloji; insan zihni/aklı marifetiyle varlığa ihdas edilmiş küllî kanun veya yasaların anlaşılıp, tespit edilmesi neticesi elde edilen verilerden oluşmaktadır. Anlaşılacağı üzere bizim, varlığı anlama güç veya yetkinliğimiz, bilgi veya ilmi alandaki kapasitemizi belirlemektedir. Tekrar vurgulamak gerekirse inançlı bir insan için bu bilgi aynı zamanda ilahî bir bilgidir ki, bunun izini sürmek ilahî olanın izini sürmek anlamına gelmektedir.

Değer ilmi veya “aksiyoloji” diyebileceğimiz felsefenin üçüncü temel alanı ise insanın, kendisi de dâhil olmak üzere varlıkla kurduğu çok yönlü ilişkiye bağlı olarak ürettiği her türlü pratiği içine almaktadır. Etikten estetiğe, epistemolojiden tekniğe, siyasetten sosyolojiye kadar hemen bütün alanlarda insanoğlunun ihtiyacını karşılayan her türlü gereksinim insanın varlıkla kurduğu bu ilişkiden doğmaktadır. Maddî veya manevî alanda kullandığımız veya gereksinimimizi karşılayan herhangi bir değer unsuru olmasın ki, bunu varlıktan elde etmiş olmayalım.

Öyleyse bizim varlığı anlama veya kavrama iddiamız, bilgisel alandaki kapasitemizi belirlemekte, bu ise değer üretme konusundaki yetkinlik veya yeterliliğimizi ortaya çıkarmaktadır. Cümleyi tersinden alacak olursak, herhangi bir değer üretmek istiyorsak güçlü bir bilgi birikimine ihtiyaç duyduğumuz gibi, buna ulaşmak için de varlığa hâkim olan kanunları anlama veya kavramamız gerektiği anlaşılmaktadır. Tabiatıyla bu evreleri geçmeden herhangi  bir değer veya muhtelif değersel unsurların  bir hasılası olan medeniyet üretmek mümkün olmayacaktır.

Müslümanların genel durumunu bu genel perspektife vurduğumuz zaman ciddi müşkülatlarla karşı karşıya kaldığımız göz ardı edilemez. Bazı gelgitlere rağmen tarihi süreç içerisinde ehemmiyetini önemli ölçüde korumayı başaran ancak Gazalî ile birlikte gitgide derinleşen bir zihinsel krize dönüşen, Müslümanların felsefe ile olan ilişkilerindeki anlaşmazlıklar mevcudiyetini büyük ölçüde muhafaza etmektedir. Gelip-giden siyasi iktidarların zihinsel mantalitelerine göre bazen zayıflayıp, bazen daha da güç kazanmakla birlikte hem genel olarak İslâm dünyasında hem de ülkemizde felsefeye olan temel karşıtlık, kültürel bir sorun olarak varlığını hala sürdürmektedir.

Felsefenin zaten yabancı olduğu, onunla uğraşmanın insanı dinden uzaklaştırdığı/veya saptırdığı, dahası günümüzde bile felsefe ile uğraşan pek çok kişinin zaten bu tür emareler gösteriyor olduğu gibi iddialar, felsefe aleyhtarlığında ittifak etmiş mahfillerin temel gerekçelerinden bir kısmını oluşturmaktadır. Oysa detaylandırıldığı zaman ciltler dolusu kitaplarla ifade edilebilecek olan din ve felsefe ilişkisinin temelini oluşturan vahiy ve aklın otantik haliyle kavga içerisinde olması düşünülemez. Zira bir yandan kaynağı/kökeni, bir yandan amacı/hedefi, bir diğer yandan da konusu aynı olan bu iki alan arasında çatışma şöyle dursun bunların birbirini desteklediği görülecektir. Vurgulaya geldiğimiz gibi özellikle inanan bir topluluk olarak Müslümanlar için aklı ve vahyi bize veren Allah’tır, her ikisi de hakikati tespit etme yeteneğine sahiptir ve yine her ikisinin de konusu Allah, varlık ve insandır. Hal böyleyken bu iki niteliği/yeteneği çatıştıran şeyin bunların doğasından ziyade daha başka yerlerde aramak daha makul görünmektedir. Bunlar da, felsefe aleyhtarlığında ortaklaşa hareket eden çevrelerin akıllarına egemen olan büyük ölçüde siyasal karakterli süreçlerle, dini anlayışlarına musallat olan yerel/mahalli unsurlar olarak ifade edilebilir. Zira felsefe aleyhtarlığında hemfikir olan bu tür çevrelerin, bu düşünceden ayrı birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman da yine ara vermeksizin din adına tartışma, kavga, dahası savaşmaya hala devam ediyor oldukları müşahede edilmektedir. Demek ki sorun, felsefe ile din değil, büyük ölçüde siyaset kültürünün ambalajlayarak ötekileştirdiği/şeytanlaştırdığı felsefî zihniyetimizle, farklı kültür veya iklimlerin ürettiği çarpık din anlayışlarımızdan kaynaklanmaktadır.

Öyleyse yapılması gereken bizleri hakikate taşıyan evrensel, küllî bu iki niteliği kendi dünyamıza indirgeyip, mahallileştirerek buranın yerel zihin kodları üzerinden okuyup, anlam vermek değil, kendimizi bu küllî niteliklere göre yeniden gözden geçirmek olmalıdır. Zira yerel veya mahalli  bir zihinle ne bütün insanlığa rahmet olarak gönderilen evrensel karakterli Kur’an anlaşılabilir ne de varlığı anlayıp özgün değerler üretmesi gereken akıl, özgürce kendi işlevselliğini ortaya koyabilir. Bu nedenle Müslümanların her şeyden önce bu zihinsel çarpıklık veya yanlışlıktan behemehal kurtulmaları gerekmektedir. Zira yukarıda altını çizdiğimiz gibi felsefeyle meşgul olmak, yeni bir medeniyetin olmazsa olmaz şartı olduğu gibi, dini doğru anlamanın da en sağlıklı ve güvenilir yollarının başında gelmektedir.

Aksi halde geçmişten devraldığımız yıkıcı hataları tekrarlayarak, her geçen gün daha da ağırlaşan sonuçlarına katlanmaya devam ederiz. Zira dün bile rekabet edemeyerek gerilere düştüğümüz bizim dışımızdaki dünya gerçekliği bugün çok daha hızlı ve ileri durumdadır. Müslümanlar bugün nicelik olarak dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluştururken, nitelik olarak çok vahim bir tablo ortaya koymaktadırlar. Çok güçlü şekilde vurguladığımız gibi adına “değer” dediğimiz bu emek veya nitelik, insanın varlıkla ilişkisinden doğduğuna göre, varlık anlaşılmadan bilgi, bilgi olmadan da bu pratik alana dair işe yarar herhangi bir keyfiyet ortaya koymamız mümkün olmayacaktır. İlmî, siyasi, etnik, mezhepsel veya kültürel hangi sebeplerle oluşmuş olursa olsun, herhangi bir değer veya değersellik bakımından Müslümanların bugün, oldukça zayıf durumda olduklarını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Zira uzunca bir süredir İslâm dünyası, varlığı tanımlayan değil, başkalarının tanımlarını okuyan ve buna göre amel eden, üreten değil tüketen, belirleyen değil belirlenen, etkileyen değil etkilenerek diğerlerinin zihin ve ruh kalıplarına teslim olan işlevsiz tarihî bir hat üzerinde yol almaktadır. Binaenaleyh, felsefe olmadan onurlu bir gelecek kurmak zor, hatta imkansız görünmektedir.

Doç Dr. İbrahim ÇETİNTAŞ, Kahraman Maraş Sütçü İmama Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir.

Yazar
İbrahim ÇETİNTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen