Küresel Dönüşümlerin Arefesinde, Ne Durumdayız?

 

Mustafa TEZEL

“Türkçe Ezan” tartışmalarını ibretle tâkip ediyorum.

Ezan, evrensel bir çağrıdır, dünyânın neresinde olursa olsun, bir Müslüman bu kutlu çağrıyı duyduğunda “namaza çağrıldığını” anlayabilmelidir. Dolayısıyla, her milletin ezanı kendi dilinde okuması doğru değildir; amacına uygun düşmez.

Ezanın millî dilde okunmasıyla, ibâdetin anadilde yapılması aynı şeyler değildir; karıştırılmamalıdır.

Üstelik, Müslümanların güncel sorunları bu konular değildir, olmamalıdır.

Bir kültürün/medeniyetin oturmuş/yerleşmiş sembolleriyle uğraşılmamalıdır.

Tartıştığımız hususlar bizi ayrıştırmamalı, birleştirmelidir, güçlendirmelidir; Tartışmanın amacı “nasıl daha iyi oluruz, nasıl daha ileri gideriz” olmalıdır…

Tek parti döneminde böyle bir uygulama yapılmış, toplum tarafından tasvip edilmemiş ve sonunda yapılan hatâdan geri dönülmüştür.

Günümüzde yaşanan bâzı sıkıntılarda, vakti zamanında devletle toplumu karşı karşıya getiren bu tür hatâlı uygulamaların büyük payı vardır.

Târih,  ders almasını bilirseniz, büyük bir öğreticidir; yok, ders almazsanız, Mehmet Âkif Bey’in dediği gibi, benzer sorunları tekrar tekrar yaşarsınız…

Bu mevzuyu gündeme getirenlerin asıl amaçlarının üzüm yemek olduğuna kani değilim.

Artık küllenmiş ve üzerinde mutabakat sağlanmış olan bir konuyu, bir rövanş alma havasında, yeniden gündeme getirenlerin; üstelik de bunu “andımız” konusuyla ilişkilendirerek yapanların iyi niyetli olduğuna inanamam.

Ne yaptığını bilmeyen, rüzgâra göre yönünü tâyin eden gâfilleri kaale almıyorum.

Bu tür tartışmalar, “toplumu ayrıştırma” çabasında olan çevrelerin ekmeğine yağ sürüyor. Ve, birilerinin, bu “ayrışmayı” bilinçli olarak körüklediğini, düşünüyorum. Bunu, Türk Milletine iyilik etmek için yaptıkları söylenebilir mi?

İnsan üzülüyor, kahroluyor; biz nelerle uğraşıyoruz, dünyâ nelerle meşgûl?

Mesele, yalnızca Türkçe Ezan tartışması değil… Pek çok konuda benzer tutum içerisindeyiz. Asıl sorun da bu zâten.

Böyle daha ne kadar devâm edeceğiz? Ne zaman aklımızı başımıza toplayacağız? Vaktimizi, enerjimizi, ülkemizi/milletimizi daha iyi konumlara taşıyacak çalışmalara/tartışmalara ne zaman hasretmeye başlayacağız?

Yaklaşık 5 asırdan buyana, bilim ve teknikte, ekonomide ve diğer alanlarda, bütün büyük dönüşümleri, bütün makas değişimlerini geriden tâkip ediyoruz, sürekli son vagona yetişmeye çabalıyoruz. Biz, başkalarının yaptığını taklit etmeye çalışırken, onlar yeni şeyler buluyorlar, yapıyorlar; zenginleşiyorlar, güçleniyorlar…

Dünyâ, yeni bir makas değişiminin eşiğinde…

Bundan 10-15 sene önce, Apple Şirketi, ismini yalnızca uzmanlık/ilgi alanı bilgisayar/elektronik olan kişilerin bildiği bir kuruluş idi. Bütün mâzisi 30 seneyi bulmayan bu şirket, şu anda, yaklaşık 50 bin çalışanıyla, 80 milyonluk Türkiye’nin toplam ihracatının iki katı civârında satış hâsılâtı elde ediyor. Ve, bu Şirketin piyasa değeri, 80 milyonluk Türkiye’nin millî gelirinin birbuçuk katına yakın. İnsan nasıl kahrolmaz?

Dünyânın en değerli, en hızlı büyüyen şirketleri arasında, mâzisi 15-30 yıldan fazla olmayanların sayısı hayli kabarık (Google, Apple, Amazon, Facebook, Huawei vs.). Hemen hepsi de dev adımlarla büyüyorlar. Hepsinin de ar-ge harcaması 80 milyonluk Türkiye’den çok çok fazla. Ülkemizin en büyük 500 sanayi kuruluşunu bir araya getirdiğimizde,  satış hâsılâtı, piyasa değeri, ar-ge harcaması vb. konularda, bu şirketlerin bir tanesinin büyüklüğüne dahi ulaşamıyor. Ne üzücü bir durum…

Bakın, bizden daha gelişmiş ülkelerden bahsetmiyorum; hemen hepsi de orta halli âilelerin çocukları tarafından 15-20-30 yıl önce kurulan ticârî kuruluşlardan misâl veriyorum.

Ülkeler bahsinde vaziyet çok daha kaygı verici.

***

Yaklaşık beş asır önce Doğu’dan Batı’ya kaymış olan “iktisâdî cevelân”, şimdi yeniden Doğu’ya doğru kayma eğilimine girmiş durumda. Bunun, bizi yakından ilgilendiren sonuçları olacak. Hâlihazırda çevremizde cereyan eden gelişmelerin/çatışmaların bu dönüşümle yakın ilgisi var.

Kezâ… Enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyet mücâdelesi, bilhassa son iki yüzyılda, uluslararası çatışmaların en önemli sebepleri arasında.

Ve, çıkarma mâliyeti 8-10 ABD dolarını geçmeyen bir varil Orta-Doğu petrolünün fiyatının zaman zaman 100-150 dolar seviyelerine kadar çıkması[1], küresel gelir adâletsizliğini artırıyor, çatışma eğilimini kamçılıyor/meşrulaştırıyor, üretimin mâliyetini artırıyor, yoksul ülkelerin kalkınma çabalarını baltalıyor ve uluslararası ticâretin daha fazla gelişmesinin önündeki önemli engellerden birisi duruma geliyor.

Kaldı ki, fosil yakıtlar mevcut yoğunlukta kullanılmaya devâm edilirse, dünyâmız bir süre sonra yaşanılmayacak bir hâle gelecek.

Yakın gelecekte, bu konuda da önemli değişiklikler olacak gibi görünüyor. Hâdiselere hâlâ “Petrol Fırtınası” zaviyesinden bakmakta ısrar eden dostlarımız belki inanmakta güçlük çekecekler, ama artık petrolün tahtı sallanıyor; çevremizde cereyân eden hâdiselerin asıl sebebi, petrol değil.

***

Hâlen, dünyâ petrol üretiminin yaklaşık % 60’ lık kısmı ulaşımda kullanılıyor ve “elektrikli otomobil” devriminin “petrol sanayii”ni yerle yeksan edeceği günler çok yakın[2].

Aslında, bu devrimin, hemen bugün, şimdi olmaması için hiçbir neden yok.

Elektrikli motorun üretim, bakım ve işletimi kolay ve mâliyetleri, fosil yakıtla çalışan motorlar ile kıyaslanmayacak derecede, düşük.

Elektrikli araçlarda, şanzıman ve diferansiyel gibi, aktarma organlarına ihtiyaç yok. Bu da, üretim mâliyetlerini, aracın ağırlığını, dolayısıyla da satış fiyatını, enerji sarfiyâtını ve kullanım mâliyetlerini düşürüyor.

Üstelik, üretilen bataryaların menzili günümüzde 400-500 km. civarına yükselmiş durumda; ara istasyonlarda 20-30 dk. içinde “hızlı dolum” da yapılabiliyor. Orta halli bir âile arabasının mâliyetini geçmeyecek bir yatırımla, yeterli sayıda akaryakıt istasyonunda “elektrik hızlı dolum ünitesi” kurulması mümkûn.

Devletlerin, fosil yakıtla çalışan araç üretimini/kullanımını caydıracak, elektrikli araç kullanımını özendirecek, hızlı dolum istasyonu kurulumunu teşvik edecek önlemleri kararlılıkla alması durumunda, bahsedilen dönüşümün çok kısa bir zamanda gerçekleşeceği; teknolojik gelişmeler ve üretimin artmasıyla birlikte, üretim ve kullanım mâliyetlerinin daha da azalacağı, muhakkak.

Hâsılı, elektrikli araçların seri üretimine geçilmesine mânî bir hâl yok.

Bizim tahminimiz, en geç 15-20 yıl sonra, fosil yakıtlarla çalışan araçların trafiğe çıkmalarının yasaklanacağı yahut da çok ağır şartlara bağlanacağı, yönünde.

 

Peki, sorun ne; elektrikli araçların yaygın kullanımına niçin hemen geçilmiyor?

Çünkü, dev petrol şirketlerinin devâsa yatırımları var. Petrol üretiminin/tüketiminin âniden düşmesi, Kodak örneğinde olduğu gibi, bu dev şirketlerin birden bire çökmesine yol açabilir. Bu durum, çok çeşitli sebeplerden ötürü, dünyâ ekonomik sisteminde şiddetli sarsıntılara yol açar, dolayısıyla kimsenin işine gelmez.

Fakat, herkes teyakkuzda… İhtiyat elden bırakılmıyor, kimse geride kalmak istemiyor.

***

Ulaşımda, konutların/işyerlerinin ısıtılması ve aydınlatılmasında fosil yakıtların yerine elektriğin kullanılması, enerji sorununun tamâmiyle çözülmesi anlamına gelmiyor. Bu defâ da, elektriği hangi kaynaktan elde edeceğiz, sorusu gündeme geliyor.

Bu konunun bizi yakından ilgilendiren bir başka yanı daha var: Geleceğin enerji kaynaklarından birisi, hidrojen… Hidrojenden elde edilen elektrik enerjisi hem ucuz, üstelik de çok “temiz”; az miktarda saf suyun dışında, kirli atık yok. Üstelik, atık su, yeniden kullanılabiliyor.

Bu husus özellikle bizi niçin ilgilendiriyor?

Hidrojen, pek çok şekilde elde edilebiliyor; yenilenebilir enerji kaynaklarından (güneş ve rüzgâr), ‘su’dan ilh… En önemli kaynaklardan birisi de BOR. Ve, dünyâ çıkarılabilir BOR rezervinin yaklaşık 2/3’ ü ülkemizde bulunuyor.

Şimdi, pek çok merkezde, yakıt hücreleri vasıtasıyla, “bor”dan hidrojen elde edilmesi ve bunun elektrik enerjisine dönüştürülmesi üzerine çalışmalar yapılıyor. Büyük ilerlemeler kaydedilmiş durumda; bu cihazların ticârî olarak kullanıma sunulması, an meselesi. Eğer bunu önce biz başarabilirsek, son beş asırdan buyana özlemini çektiğimiz o büyük sıçramayı kısa zamanda gerçekleştirebilmek için önemli bir fırsat yakalamış olacağız.

Yaşanan ekonomik sıkıntılar hepimizin canını sıkıyor, üzülüyoruz. İki önemli sebebi var; yeterince tasarruf etmiyoruz ve döviz gelirlerimiz döviz giderlerimizi karşılamıyor. En büyük cârî açık kalemi ise, enerji ithalâtı. Altın ve enerji dışında, ithalât ve ihracatımız birbirine çok yakın.

Kaldı ki, elektrik elde etmek için tek kaynağımız BOR değil. Toryumun nükleer enerji elde edilmesinde kullanılabileceği yönünde çok sayıda araştırma var. Önemli bir rezerve sâhip olduğumuz hâlde, bu konudaki çalışmaların ne aşamada olduğu konusunda ne yazık ki bilgi sâhibi değiliz.

Fakat, daha önemli bir husus; ülkemiz yenilenebilir enerji kaynakları konusunda muazzam bir imkâna sâhip.

Ülkemiz, özellikle de bâzı bölgelerimiz, yılın önemli bir kısmında güneş alıyor. Bu konuda bizimle kıyaslanmayacak durumdaki Almanya’nın, güneşten elde ettiği enerji miktarı, bizden kat be kat fazla. Almanya, yakın bir zamanda bütün nükleer ve termik santralleri kapatmayı,  elektrik enerjisi ihtiyâcının büyük bölümünü (%80-90) rüzgâr ve güneş santrallerinden elde etmeyi plânlıyor. 2018 yılı itibâriyle, toplam elektrik ihtiyâcının yarısına yakın kısmını (% 35-40), yenilenebilir kaynaklardan sağlıyor. Almanya gibi, gelişmiş (yâni, enerji ihtiyâcı çok yüksek), üstelik de yenilenebilir kaynaklar bakımından fakir bir ülke için, bu oranlar fevkalâde bir sonuç.

Oysa, biz, Almanya’dan da, başka pek çok ülkeden de bu konuda çok daha şanslıyız.

Ülkemiz hem çok güneş alıyor, hem de rüzgâr verimi çok yüksek. Öyle ki, yalnızca Karadeniz kıyılarındaki karasularımızda şartların elverdiği sayıda rüzgâr santrali kurduğumuzda, elektrik ihtiyacımızın belki de tamâmını karşılayabileceğiz.

Avantajlarımız bunlarla sınırlı değil… Ülkemizin engebeli bir arâzi yapısına sâhip olmasından hep yakınırız; çünkü bu durum, başta ulaşım olmak üzere, bâzı güçlükler çıkartıyor ve altyapı mâliyetlerimizi kayda değer ölçüde artırıyor. Ancak, şimdi bu durum, bize büyük bir avantaj sağlamaya namzet.

Şöyle ki;

Bilindiği üzere, son zamanlarda yaygınlaşmaya başlayan hibrid motorların bir özelliği de, frenleme esnâsında, elektrik üretebilmesidir. İşte, engebeli arâzi yapımız, bu konuda bize eşsiz bir imkân sunuyor; özellikle kamyon, tır, otobüs (ve, hattâ, tren) gibi ağır taşıtlar, hibrid motorlarla donatıldıklarında, yokuş çıkarken harcadıkları enerjinin büyük bir kısmını, yokuş inerken geri kazanabilecekler. Kalan ihtiyaçlarını da elektrik dolum istasyonlarından karşıladıklarında, fosil yakıtlara neredeyse hiç ihtiyaçları olmayacak.

Hâlihazırdaki petrol ve elektrik fiyatları üzerinden hesaplama yaptığımızda (vergiler dâhil), elektrikli bir araç, enerji mâliyeti açısından, benzin ya da mazotla çalışan bir araca göre, yaklaşık % 80-90 nispetinde daha avantajlı. Üstelik, daha önce de belirttiğimiz gibi, üretim ve bakım-onarım mâliyetleri de daha düşük.

Bir husus daha var…

Günümüzde, yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretilmesinde karşılaşılan en önemli sorunlardan birisi, tabiat şartlarına bağımlı olmaları sebebiyle, bu kaynaklardan elde edilen enerjinin istikrarlı olmamasıdır.

Gerçi, batarya teknolojisi hızla gelişiyor ve mâliyetler düşüyor. Dolayısıyla, bir süre sonra, üretim/tüketim dengesini sağlayabilmek için, yenilenebilir kaynaklardan üretilen elektriğin bir kısmının depolanması; daha sonra da, üretim ve tüketimdeki dalgalanmayla bağlantılı olarak, gerektiğinde depolanan elektriğin kullanılması sözkonusu olabilecektir. Tabii, bu durumda, depolama işlemi, mâliyeti bir miktar artıracaktır. Teknolojik gelişmeler bu hızla sürdüğü takdirde, sözüedilen mâliyet artışının bir müddet sonra sorun olmaktan çıkması da, mümkûndür.

Yakıt pillerinin üretim/işletim mâliyeti daha uygun bir seviyeye indirilebildiği takdirde, yenilenebilir kaynaklardan önce hidrojen üretilmesi, bilâhare -tüketimle orantılı bir şekilde- hidrojenden elektrik üretilmesi, yukarıda bahsolunan yönteme kıyasla, gelecekte daha avantajlı olabilir. Bu yöntem -enerjide dışa bağımlılığın azaltılması, hattâ tamâmiyle ortadan kaldırılması konusunda- ülkemize muazzam bir imkân sağlayacaktır. Havamızı/suyumuzu kirletmeyen temiz bir enerji kaynağı olması da, cabası…

Hidrojenden elektrik üretilmesinin bir diğer faydası da, üretim santrallerinin tüketimin yoğun olduğu yerlerde kurulmasına imkân vermesi… Böylece elektrik iletim hatlarından kaynaklanan ve enerji mâliyetlerini artıran kayıp-kaçakların önemli ölçüde azaltılması sağlanabilecektir.

Bu sistemler yaygınlaştıkça, şu an için yüksek gibi görünen kuruluş mâliyetlerinin de önemli ölçüde düşeceği, muhakkak.

TÜİK verilerine göre; enerjide dışa bağımlılığımız % 60-65 seviyesinde; Yıllık enerji ithalâtımız da 35-40 milyar dolar civârındadır.

Eğer, yukarıda bahsedilen hususlarda gerekli çalışmalar yapılırsa, olumlu sonuçların alınması ihtimâli çok yüksek. Bu takdirde, hâlihazırda yaşamakta olduğumuz iktisâdî sorunların başta gelen sebepleri arasında yer alan “tasarruf yetersizliği” ve enerji ithalâtından kaynaklanan “dış açık” konuları kısa zamanda çözüme kavuşturulabilecektir[3].

***

Elbette, ülkemizin kısa zamanda önemli ataklar yapabilmesine imkân veren hususlar, yalnızca yukarıda anlatılanlardan ibâret değil…

Meseleye iktisat bilimi zaviyesinden bakıldığında, bütün imkânlarımızın/kaynaklarımızın “kıvamında (optimum seviyede)” değerlendirilmesi durumunda, halen G-20 sıralamasında 17-18. sıralarda gezinen Ülkemizin kısa zamanda daha üst sıralara yükselmesi kabildir.

Ekonomimizin hızla gelişmesi ve bu çerçevede üretim ve ihracatın artması, kadim sorunlarımızdan birisi olan istihdam sorununun da çözülmesine imkân verecek; bu süreçte devletin vergi gelirleri de artacağından, borçlanma ihtiyâcı azalacak, buna karşılık kamu hizmetlerini daha yaygın ve kaliteli bir şekilde sunma imkânı doğacaktır.

Kamu borçlanma gereğinin azalması, devletin tasarruf piyasasından elini çekmesine, dolayısıyla özel yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına ve fâizlerin düşmesine imkân verecek; fâizlerin düşmesi ve yurtiçi kaynaklardan borçlanma imkânlarının genişlemesiyle, yatırım mâliyetleri düşeceğinden, yatırımların artması ve dış borçlanmaya daha az başvurulması imkân dâhiline girecek, böylece enflasyon mâkûl seviyelerde tutulabilecektir.

Üretimin, yatırımların, istihdam ve ihracâtın artması, toplumun genel refah seviyesinin yükselmesi sonucunu doğuracaktır.

Hülâsa, elbirliği, gönül birliği, fikîr birliği yaptığımızda; incir çekirdeğini doldurmayacak hususlarda birbirimizin boğazına sarılmak yerine; birbirimize muhabbetle sarıldığımızda; memleket meseleleri üzerine yapacağımız en şiddetli tartışmalardan sonra bile, sarmaş-dolaş, şen-şakrak, birlikte kahvelerimizi yudumlayabildiğimizde; vaktimizi, ümidimizi, heyecânımızı ve enerjimizi kısır çekişmelerle/çatışmalarla tüketmek yerine, ülkemizin gerçek sorunlarının çözümü için el-ele verdiğimizde; yâni, aklımızı başımıza devşirdiğimizde, asırlarca yeryüzünde bütün insanlığın huzur ve güven içerisinde yaşayabileceği bir düzen kurma ülküsüyle kan-ter akıtan saygın bir millete mensup olmanın bize yüklediği sorumluluk çerçevesinde davranmaya başladığımızda, yapacak öyle çok şey ve katedecek öyle çok mesafe var ki…

Dipnotlar

[1] Orta-Doğu’da petrolün çıkarma mâliyeti düşüktür. Diğer bölgelerde, petrolün çıkarma mâliyeti, jeolojik yapı, petrolün yoğunluğu, çıkarma yöntemi gibi etkenlere bağlı olarak, 3-40misline kadar yükselebilmektedir.

[2] Tabii,  bu arada yanlış anlamaya mahâl vermemek için, hemen ekleyelim; petrol, yalnızca yakıt olarak kullanılmıyor. Özellikle yan ürünleri, kumaştan yalıtım malzemesine kadar, yüzlerce sektörde hammadde olarak kullanılıyor. Dolayısıyla, yakıt olarak kullanılmaması, üretimin/tüketimin duracağı anlamına gelmiyor. Fakat, alternatif enerji kaynaklarının petrolün yerine ikâme edilebilir duruma geldiğinde, üretim/tüketim/fiyat dengesinin nasıl kurulacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak, geliri petrole bağımlı olan ülkelerin sıkıntıya girmesi kuvvetle muhtemel görünüyor.

[3] Dış ticâret açığı ve cârî açık, elbette yalnızca enerji ithalâtından kaynaklanmıyor. Son dönemlerde, gıra/tarım ürünleri ithalâtımız artmış durumdadır. Bir zamanlar en güçlü olduğumuz, ülkemizin döviz ihtiyâcının önemli bir kısmını karşılayan, istihdamda önemli payı olan tarım ve dokuma gibi sektörlerde, ithalâtımız ihracatımızın üzerine çıkmaya başlamıştır. 2017 yılında yapılan pamuk ithalâtı 3 milyar dolar seviyesinde olurken, tarımda dış açık tutarı 2 milyar dolar mertebesindedir.

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen