Pîr-i Türkistân Hoca Ahmed Yesevî’nin Eserlerinde “Ahir Zaman Şeyhleri”

Ahmet KARTAL

Sözlükte “yaşlı kimse” anlamına gelen şeyh kelimesi, tasavvufta “velî, pîr ve mürşid”le eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Türkçedeki “er, eren ve ermiş” kelimeleri de “şeyh” mânâsına gelir. “Şeyh” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de (Hûd 11/72; Yûsuf 12/78; el-Kasas 28/23; el-Mü’min 40/ 67) ve hadîs-i şerîflerde  sözlük anlamıyla geçmektedir. Mürşid, Kehf sûresinde (18/17) “doğru yolu gösteren rehber” manasındadır. Buna göre “şeyh”, “tâliplere doğru yolu gösteren ve onları irşad eden kimse” demektir (Öngören 2010: 50). Tasavvuf ehline göre ise “şeyh”, “bir tarikata intisap ederek seyrü sülûkünü tamamlayan ve şeriat, tarikat, hakikat ilimlerinde yüksek dereceye ulaşan kimse”dir[1]. Şeyh, müritlerinin her bakımdan Resûlullah’a uymasını sağlamakla, Allah’ı onlara sevdirmek ve nefislerini temizleme yollarını öğretmek suretiyle onları Allah’a sevdirmekle mükelleftir (Öngören 2010: 50).

           

Tasavvufî kaynaklarda erken dönemlerden itibaren bir şeyhte bulunması gereken temel nitelikler/özellikler üzerinde durulmuştur. Nitekim tekke âdâbını ilk tespit eden sûfî olarak bilinen Ebû Sa’îd-i Ebü’l-hayr (ö. 440/1049) müridin eğitimini esas alarak şeyhin vasıflarını şu şekilde dile getirmiştir (Öngören 2010: 50-51):

“Şeyh, örnek alınabilmesi için örneklik vasfı olan, yol gösterebilmesi için yol tecrübesi bulunan, edep öğretebilmesi için edepli, müridin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için cömert, müridin malına göz dikmemesi için tok gözlü, işaret ve davranışla öğüt verebildiği sürece söze başvurmayan, yumuşaklıkla terbiye mümkün iken şiddete meyletmeyen, emrettiği şeyi önce kendisi yapan, yasakladıklarından önce kendisi sakınan, Allah için kabul ettiği müridi halkın sözlerine bakarak bırakmayan kimsedir.”

Necmeddîn-i Dâye ise, müritlerin ihtiyacı çerçevesinde şeyhin temel şeriat bilgilerini öğrenmesi, Ehl-i sünnet inancına sahip olması gibi özelliklerden başlayarak yirmi nitelik saymıştır. Necmeddîn-i Dâye şeyhliğin rükünleri diye nitelendirdiği bu vasıfların yanında şeyhliğin şartları olarak Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Kehf 18/66) Hızır’ın vasıfları arasında zikredilen Allah’a ubûdiyyet, Hak’tan gelen hakikatleri doğrudan almaya ehliyet, Hak katından gelen özel rahmete mazhariyet, vasıtasız şekilde Hak’tan bilgi öğrenme, ilm-i ledün sahibi olma gibi özellikleri de kaydetmiştir. Ancak bir şeyhte bulunması gereken şartları taşımadığı halde şeyhlik taslayanlar ortaya çıkmış ve kendilerini şeyh olarak tanıtmışlardır. Bu tip sahte şeyhler “müteşâyih, ehl-i teşeyyuh, kal şeyhi, mustasvif” gibi isimlerle anılmışlar, mürit olmak isteyenler ise özellikle bunlara karşı uyarılmışlardır. Nitekim;

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır

Mürşid-i kâmil olanın gayet yolu âsân imiş

diyen Niyâzî-i Mısrî de bu hususa dikkat çekmiştir (Öngören 2010: 51). Ahmed Yesevî, eserlerinde “ahir zaman şeyhleri” şeklinde niteleyip zikrettiği bu tip sahte şeyhler hakkında Fakr-nâme isimli eserinde şöyle demektedir (Eraslan 2016: 50-51):

“Bizden sonra âhır zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki İblîs, lânet onun üzerine olsun, onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve (fakat) müritlerini idare edemeyecekler. O şeyhler ki müritlerinden açgözlülükle bir şeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid’at ehlini iyi görürler ve sünnet ehlini kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere göz salarlar (bakarlar) ve kötülüğü âdet edip Allahu Taâlâ’nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler, (onların) müritleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur. Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müritlerinin eşiğinde dolaşırlar, o halde müritlerinden yardım alırlar. Eğer müritleri bağış ve yardımda bulunmasa, dövüşürler ve derler ki “Ben usanmışım, Tanrı da usanmıştır.” derler.[2]

Hoca Ahmed Yesevî kaleme almış olduğu “hikmet”lerinde de “ahir zaman şeyhi” olarak nitelendirdiği bu tip sahte şeyhlere vurgu yapmış ve Fakr-nâme isimli eserinde dile getirmiş olduğu özelliklerine dikkat çekmiştir. Özellikle bu hüviyetteki sahte şeyhlerin “suret”lerini düzelttikleri, beline kuşak bağlayıp başlarına sarık taktıkları, ancak “zühd ve takva”dan uzak oldukları için maneviyatlarının bozuk olduğunu, ilim ve irfandan yoksun oldukları için de hiçbir hüviyetlerinin bulunmadığını şöyle dile getirmiştir:

Ahir zamân şeyhi düzeltir sûretini,

Zühd ve takvâ kılmayıp bozar iç âlemini

(Hoca Ahmed Yesevî 2016: 188)

Beline kuşak bağlar özünü adam sanır,

Arasat’ta bırakılır âhir zamân şeyhleri.

 

Başına sarık vurur ilmi yok neye yarar,

Oku yok yayını çeker âhir zamân şeyhleri,

                        (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 258)

Hatta köy köy, kasaba kasaba ve diyar diyar gezen, ilim sahibi olmamalarına rağmen başlarında büyük bir sarık, bellerinde kuşak bulunan bu şeyhlerin -tıpkı bahşılarda olduğu gibi- ellerinde ise ucu sivri demirli değnek vardır. Bu halleriyle gezerken uğradıkları yerlerde ve köylerde yaşayan cahil göçebelerden ve köylülerden “nezir” denilen geçimlik/sadaka alırlar. Helal mi haram mı diye de sorgulamadan geçimlerini bu şekilde devam ettirirler:

Kollarıga uçı tıglık ‘asâ alur

                        Başlarıga dástârını káttá kılur

                        Sáhrâ kézip ‘ávamlarnı názrin alur

                        Hálal háram farkın bilmes yürürler-e

            Ellerine ucu sivri demirli değnek alırlar,

            Başlarına (da) kocaman birer sarık sararlar

            Köy köy gezerek cahil köylülerden nezir alırlar.

            Helâl haram demeden (böylece) geçinip giderler.

(Tulum 2016: 194-95)

Ayrıca bunların gözleri, halk “adağını alıp geliyor mu?” diye daima kapıyı gözlemektedir:

Halk içinde tesbîhi ele alıp yürüyen,

Şeyhim diye nâdânlara va’azın söyleyen.

Adağını alıp gelir mi deyip bakıp duran,

Pîr odur ki, zâhir, bâtın sefâ kılsın.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 381)

Oysa bir şeyh olarak geçimini bizzat tahta kaşık yapıp satarak yani ticaret yaparak sağlayan, böylece tasavvufla alın teri ve el emeğini iç içe girdirip birleştiren, ihtiyacından fazlasını ise tasadduk eden Hoca Ahmed Yesevî, bu tavrıyla hem genelde bütün insanların özelde tarikat şeyhlerinin nasıl geçinmesi gerektiğini göstermiş hem şeyhliğin vakarı ve onurunun el emeği ve alın teri ile geçinmekte olduğuna vurgu yapmış hem de bunun dışında davranış sergileyen tarikat şeyhlerinden ayrılmıştır. Geçimini el emeği ve alın teriyle karşılamasında, hayatını tamamen kendisine örnek aldığı ve şeriatına sımsıkı bağlı olduğu Hz. Peygamber’in önemli bir etkisinin olduğu rahatlıkla müşahede edilebilir (Kartal 2017a: 161). Ayrıca bu tip alınan “geçimliklerin/sadakaların” şeyhler tarafından nasıl tasarruf edilmesi noktasında Fakr-nâme’de yer alan Ahmed Yesevî’nin şu düşüncelerini burada zikretmeyi uygun görüyoruz (Eraslan 2016: 51):

“Şeyh odur ki yardım alsa, hak etmiş olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese, murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse, o elbise eskiyene kadar Hak Taâlâ (onun) namaz ve orucunu kabul etmez. Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hak Taâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır. Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse (inansa), kâfir olur. Öyle şeyhler mel’ûndurlar. Onların fitnesi Deccâl’dan beterdir. Şeriatten tarikatten, hakikatten, mârifetten uzaklaşmışlardır.[3]

Diğer taraftan ilimden ve irfandan nasibi olmayan bu tip sahte şeyhler, özellikle halk arasında diyar diyar, köy köy gezip onlara çeşitli baskılar uygulayarak zorla kendilerine “mürit” toplamaya çalışırlar. Aralarında gezdiği bu cahil halkı kendilerine mürit olmaları için sıkıştırırlar. Bunda çoğunlukla başarılı olup gönülsüz birçok kişiyi kendilerine “mürit” yapmayı başarırlar. Bu durum ayrıca, bu tip şeyhlerin özellikle köylü ve göçebe halk çoğunluğu üzerinde nüfuz kazanmaya ve teşkilatlı zümreler hâline gelmeye çalıştıklarını da dolaylı olarak göstermektedir (Tulum 1999: 210; Tulum 2016: 192-93):

                        Halklar ara kézip yürüp “mürit” ister

                        Mana mürit bolgıl tiyü halknı kıstar

                        Oşbu yanlıg içi kavak kuruk dástar

                        Könülsizni zordın mürit-éterler-e

            İnsanlar arasında sürekli dolaşarak mürit ararlar.

            “Bana mürit olun” diye halka baskı uygularlar.

            İçi bomboş (kafalarında) sarık bulunan (bu şeyhler)

            Gönülsüz kimseleri bu şekilde zorla mürit yaparlar.

Güçlükle “mürit” yapılan bu tip kara cahillerin, “şeyh” unvanını kendileri üzerinde çeşitli baskılar uygulayarak zorla “mürit” yapan bu tip kifayetsiz kişilere verdikleri görülmektedir. İslâm’ı tam anlamıyla bilmedikleri ve irfandan nasipsiz oldukları halde hem şaman hüviyetiyle tertip ettikleri parlak ayinlerle hem de bu ayinlerde ruhî coşkunluk/vecd hâlindeyken yapıp gösterdikleri olağanüstü şeylerle cahil kimseleri cezp edip, Müslümanlığın bu çevrelere girmesiyle sadece bir ad değişimiyle, onların indinde “şeyh” adını almışlardır. Bu da cahil şeyhlerin (şamanların) kendilerini bir peygambere, bir veliye veya Hızır gibi bir “pir”e bağlamak suretiyle eski işlerini devam ettirdiklerini göstermektedir. Bunlar cahil göçebe ve köylü halk arasında dolaşıp, genellikle hasta tedavi etmek için tertipledikleri bu ayinlerde şaman dualarına benzer, ancak eski ruhların adları yerine, muhtemelen “Hızır” gibi başka din ve inançlarda da bulunan unsurlarla peygamberler ve velilerin adları girdirilip İslamîleştirilmiş çeşitli dua ve İlâhîler okumakta, şamanların –eski inançları gereği- aslında ruhlarla temas kurmak için yaptıkları hareketlere benzer bir takım hareketler yapmaktadırlar. Yapılan gerçek şaman ayinlerinde uzunca bir süre devam eden bu durum sonunda bir ruhî istiğrak/vecd haline dönüşmekte, bu kendinden geçme halinin büyük şamanlara sar’a nöbetine benzer uzunca süren bir bayılmayla son bulduğu bilinmektedir. Aşağıda zikredilen metne göre bu tür sahte şeyhlerin; “Bana gaipten ses geldi.” diyerek yaptıkları bu hareketler, gerçek bir manevî vecd ve istiğrak hâli ile ilgisi bulunmayan; önce ayakta hoplayıp zıplamak, sonra da kendinden geçmişçesine yerde yuvarlanmak suretinde sürdürülen bazı hareketlerden ibarettir ki, bu, artık dinî hiçbir hüviyeti kalmamış bir sahte şamanın sahte ayini olarak da nitelenebilir. Bu tespit şiirde “mást şütür dék agnarlar (krş. sarhoş deve gibi yerlerde yuvarlamak)” şeklinde değerlendirilmektedir ki, bununla bu gibi şeyh-şamanların hayvan postundan yapılmış elbise giydiklerine işaret de edilmiş olabilir. Nitekim “deve” anlamındaki “şütür”, aynı zamanda “hayvan postu giyerek maskaralık yapan kimse” anlamını da ifade etmektedir (bkz. Tulum 1999: 209-10):

                        Nâdan câhıl cámi’ bolup hay hû téyü

                        Ol gümrahnı pir kılurlar “Şáyhım” téyü

                        Şáyhları hám mana habár tégdi téyü

                        “Hálká” içre mást şütür dék agnarlar-a

            Kara cahiller bir araya gelip “hay huy” diye bağrışır.

            O sapkını (da) “şeyhimiz” diyerek pir ilân eder.

            (Pir saydıkları) şeyhleri de “Bana (gaipten) haber ulaştı” der,

            (Çevresini kuşatan) çember içinde sarhoş deve gibi yerlerde yuvarlanır.

(Tulum 2016: 192-93)

                        Elni mürid algaylar

                        Âh u áfgan kılgaylar

                        Háyran bolup kalgaylar

                        Dáccal mál’un bolgusı

            Halkı (zorla) mürit edinirler.

            (Boş yere) bağırıp çağırırlar.

            Kendilerinden geçip (katılır) kalırlar.

            (Bu sahte şeyhler) lânetli Deccal’dir.

(Tulum 2016: 262-63)

Bu hüviyetteki şeyhlerin, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ahmed Yesevî tarafından, hikmetlerinde ve Fakr-nâme’sinde, özellikle “mel’ûn Deccâl”[4] olarak nitelendirilmesi, hassaten dikkat çekici bir husustur (Kartal 2017: 465; aynı müellif 2017b: 81).

Bu tip şeyhler; hem şeriatı bilmezler hem tarikatı anlamazlar hem de hakikati sezip hüviyetini kavrayamazlar.[5] Bundan dolayı şeriata uygun yaşamazlar, halka tarikat diye “İslâmiyet”te aslâ yeri olmayan, Sünnî bir tarikat için katiyen söz konusu olamayacak şeyleri söylerler, hakikatten ise bî-haber olmalarına rağmen “hakikat denilen benim” diyerek böbürlenirler. Haklarında Hz. Peygamber tarafından; “Kim ki bizden sonra şu dinimizde bir şey ihdas ederse, o red olunur ve yüzüne çarpılır.” (Buhari, ha. 2697) denilen bu tip kişilerin en önemli vasıflarından biri de yalancı oluşlarıdır. Hz. Peygamber’in; “Yalancı benim ümmetimden değildir.” hadisi mucibince kendi ümmetinden görmediği bu tip kişilerin söyledikleri ve ileri sürdükleri her şey gerçek dışı yani yalan olup aldatmaya yöneliktir. Bu da Yesevîlik gibi Sünnî esaslara bağlı bir tarikatın, hikmetlerde sık sık dikkat çektiği ve üzerinde ısrarla durduğu “şeriatsız tarikat olmaz” ilkesini hem hiçe saydıklarını hem de söz konusu üç dayanak ve hedefi bozma gayretinde bulunduklarını göstermektedir. Ancak bütün bunlara rağmen kendilerini şeyh olarak kabul ederler (Tulum 1999: 211; Kartal 2017: 465-66; aynı müellif 2017b: 82):

                       

Bu gümrahlar aru kılmas şárî’át dép

                        Halka aytur “bid’át” işni tárîkát dép

                        Fáhr éterler mén bolup-mén “hákîkát” dép

                        Bu kázzaplar yalgan da’vı kılurlar’a

            Bu sapkınların yaptıkları şeriata uygun değildir.

            Tarikat diye halka dinde yeri olmayan şeyleri söylerler.

            “Hakikat denilen benim” diyerek böbürlenirler.

            Bu yalancıların yaptıkları ve söyledikleri (her şey) gerçek dışıdır.

(Tulum 2016: 194-95)

                        Şárî’atni bilmesler

                        Tárîkátni ukmaslar

                        Hákîkátni bilmesler

                        Özlerin şáyh bilgüsi

            Şeraiti bilmezler.

Tarikatı anlamazlar.

            Hakikati sezmezler.

            (Buna rağmen) kendilerini şeyh bilirler.

(Tulum 2016: 262-63)

Seyrü sülûkünü tamamlamadan “şeyhlik” davasında bulunan bu tip kimseler, hem başkalarına tarikat yolunu gösterip öğretmeye çalışırlar hem yetkin olmamalarına rağmen şeyhlik iddiasında bulunurlar hem kendilerinin yapmadıklarını halka söylerler hem rıza-i Hak için değil de bu “yalan dünya” için amel işleyip söz söylerler hem de taptıkları dünya malının peşine düşerler:

Kâmil olmadan “şeyhim” diye iddia eden,

Kendi yapmadan halk içinde vaaz edip söyleyen,

Sözü yalan dünya için amel işleyen,

Dünyayı bırakmayınca “hâl” ilmini bilse olmaz

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 249)

Îşân, şeyh hoca mollâ dünyâ izler

Ol sebebdin pâdşâhlarga yalgan tüzler

Âyet hadîs sözin koyup mâlnı közler

Hak yolıda hergiz mihnet tartkanı yok

            Sufi, şeyh, molla, hoca, dünya peşinde koşar.

Sultana yalan söyler, isyan üzere yaşar.

Kur’an sünnet terk edip, dünya malına tapar,

Hak yolunda meşakkat, elem çekeni de yok.

                                               (Ahmed Yesevî 2016: 167)

Ayrıca bu tip şeyhler, öğretmeye çalıştıkları tarikat yolunun hüviyetini ve şartlarını da bilmezler. Hatta dinî açıdan oldukça önemli olan helalle haramı ve sünnetle bid’ati birbirinden bile ayıramazlar. Ayrıca dinî inançları ve ona göre oluşturdukları yaşam tarzları, içerisinde yaşadıkları toplumun mensubu olduğu ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe tarafından oluşturulan Hanefî mezhebinin prensiplerine hiçbir şekilde uymamaktadır. Dolayısıyla ehl-i sünnet anlayışına muhalif diğer mezheplerin yolundan giderler (Kartal 2017: 467; aynı müellif 2017b: 83):

                        Murşıtlıknı da’vi kılur şartın bilmes

                        Hálal háram sünnát bid’át farkın bilmes

                        “Bû-hánîfe mázhábi”de hárgiz yürmes

                        Dîger bid’át mázháplerdin yürürler-e

            Mürşitlik iddiasına kalkışırlar, (ama) şartını bilmezler.

            Helâlle haramı, sünnetle bid’ati birbirinden ayırmazlar.

            Ebû-Hanife mezhebine hiçbir şekilde uymazlar,

            Diğer sapık mezheplerin yolundan giderler.

(Tulum 2016: 194-95)

Hatta nafile oruç tutup halka “şeyhlik satan” bu kimseler, ilimden ve irfandan da bî-haberdirler:

Nâfile oruç tutar halklara şeyhlik satar,

İlmi yok âmîden (avamdan) beter âhir zaman şeyhleri,

                                                           (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 259)

            Şeriata hulûs-i kalp ile bağlanıp onun gereğini bi-hakkın yerine getirmeyen bu sahte şeyhler, dinin yasakladığı hususları da yapmaktan geri durmazlar. Yetkin dinî malumata sahip olmamalarına rağmen, din âlimlerinin sözlerini de doğru olarak kabul etmezler. Hatta nefislerini tezkiye etmek için Sünnî inanca mensup bir şeyhe bağlanıp onun terbiyesine giren riyazet ehli dervişleri de umursamazlar. Ayrıca kendilerinden başka hiç kimseyi önemsemeyip “yeryüzünde var olan ancak benim” diyerek, Allahu Teâlâ’nın sevmediği[6], Hz. Peygamber’in ise yasakladığı kibri[7] benimseyip yeryüzünde böbürlenerek yürürler (Kartal 2017: 467; aynı müellif 2017b: 83-84):   

           

                        Sâdık bolup şárî’átke ‘ámál kılmas

                        ‘Âlımlarnın sözlerini rásti bilmes

                        Riyâzátlik dárvişlerni közge ilmes

                        Cihan içre mén-mén téyü yürürler-e

            Şeriata bağlanıp onun gereklerini yerine getirmezler.

            Din bilginlerinin sözlerini doğru kabul etmezler.

            (Üstelik) riyazet ehli dervişleri (de) umursamazlar.

            Yer yüzünde “Benim” diye kabarıp yürürler.

(Tulum 2016: 194-95)  

Hatta eksikliklerini, hatalarını ve yaptıkları yanlış işleri söyleyenlere çıkışırlar:

Ayıbını dese, öfkelenip çıkışırlar,

Kendini bilmeden yanlış işe yürürler

Kara yüzlü mahşer günü duruşurlar

Nedamette başı donup yürür imiş.

                                   (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

            Gerçek şeyh benim diyerek göğsünü gerip böbürlenen ve müminlere bu dünyayı zindan eden bu şeyhlerin Allah’a rakip olduklarını ifade eden Yesevî, büyüklük taslayan bu şeyhlerin Hakk’a nasıl dost olacaklarını sorar:

                        “Şáyh-mén” tiyü baş kötergen Hak’ka rakıp

                        Ménlik kılıp Suphan’ıga bolmas hábıp

                        Bîdar yürüp dártsizler<ge> bolgay tábıp

                        Bu dunyânı mö’minlerge zindan kılur

            “Şeyhim” diyerek göğsünü gerip böbürlenenler Hakk’a rakiptirler.

            Büyüklük taslayanlar Hakk’a nasıl dost olabilirler?

(Böyleleri) (dertlilerin dertleriyle ilgilenecek yerde) gamsız tasasız yaşayanlara ilgi gösterirler.

            Mü’minlere (ise) bu dünyayı zindan ederler.

(Tulum 2016: 114-15)

            Zaten bu tip kimselerin yeri, Ahmed Yesevî’ye göre tamu/cehennemdir:

Özlerini halklar ara tutsa ulu,

Batınları içre yoktur zerre füru,

Ben yüceyim deyip yürüyenlerin yeri tamu

Cehennem içre acı azab çeker imiş.

                                   (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

Ahmed Yesevî’nin, “körlükle şeyhlik eyleyen” bu tarz kişileri “ahmak” olarak nitelendirmesi dikkat çekmektedir:

Böyle şeyhin aklına deyin ahmak,

Körlükle şeyhlik eylermiş mutlak.

Batın içre ona değer daim tokmak,

Kıyamette hasret kılıp yürür imiş.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 290)

Oysa gerçek şeyhlerin “dünya malını sevmeyeceklerini”, Allah’ı sabaha kadar zikir edip uyumayacaklarını, iç güzelliklerinin yüzlerine vuracağından nur yüzlü olacaklarını ve cehennemde yanmayacaklarını belirtir:

Gerçek şeyh olsa, dünya malını sevmez, bilin,

Vücudu girse, cehennem içre yanmaz, bilin,

“Allah” deyip geceleri uyumaz, bilin,

Yüzünü görsen, dolunay gibi olur imiş.

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 290)

 

Hatta sahte olan ve daima ahirette azap çekecek olan bu tip kimselere “şeyh” adının verilmesini büyük bir vebal olarak görür:

Şeyhlik adını ona eylemektir vebal.

Can verirken imanına korku ve zeval.

Ahirette ona o her dem azab,

Rahman Melikim, böyle kuldan bizar imiş.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 290)

           

Çünkü bunlar, hile ve yalan tuzağı kurarak halkı doğru yoldan çıkardıkları gibi hem şeyhlik taslayarak riyâ dükkânı kurarlar hem de şeytanla hemhal olup gününü gün ederler:

                        Dâm-ı tezvîr koyup halknı yoldın urduŋ

Şeyhlıg kılıp riyâ birle dükkân kurduŋ

İşret kılıp Şeytân birle devrân sürdüŋ

Dîdârıga seni ne dep revâ kılsun

Yalan tuzağı kurdun, halkı yoldan çıkardın,

Teşeyyüh edip sahte riya dükkanı kurdun.

Eğlendin, eğlendirdin, şeytanla gün geçirdin.

Hak seni cemaline niçin layık kılsın ki?

                                    (Ahmed Yesevî 2016: 131)

 

Hatta Ahmed Yesevi; “ahir zaman şeyhi” olarak nitelendirdiği bu tip kimselerin, “iman”ın ve “İslâm”ın hüviyetini bilmediklerine, “ilim öğrenmeyen”, “amel kılmayan” ve “manadan anlamayan” kişiler olduklarına vurgu yapmış ve ahirette “kara yüzlü” olacaklarını belirtmiştir:

Ahir zaman şeyhlerinden söz edeyim,

İman-İslam bilmeden şeyhlik kılar imiş,

İlim öğrenmez, amel eylemez, ma’na anlamaz,

Ahiretde kara yüzlü olur imiş.

                        (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 288)

Oysa gerçek “şeyh” olmak kolay değildir. Hele hele “Allah’ı bilmeden” ve “ilme sahip olmadan” “şeyhlik davasında bulunmak” hiç uygun değildir. Çünkü şeyh olmanın en önemli kıstası hem Allah’ı bilmek ve tanımak hem de ilim tahsil etmek ve ilim sahibi olmaktır:

                        Mürid gerek kadem koysa halisim diye,

Eri görüp, etek tutsa muhlisim diye,

Tevbe kılsa ganilikden müflisim diye,

Şeyh o olur Hudasını bilen kişi.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 454)

İlimsiz şeyhlik davasını kılmak olmaz,

Asa olmadan karanlıkta yürümek olmaz,

Görmez olsa, çukur yeri görmek olmaz,

Kuyu içre düşen emin kalmaz, dostlar.

İlimsiz adem şeyhlik kılsa, revaç bulmaz,

Nazik yoldur, ilimsiz asla bilse olmaz.

Ey dostlarım, şeyh olmak kolay değil,

Rehber diye şer’î yolda yürün, dostlar.

                        (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 330-331)

 

            Böyle ilimden yoksun cahil kimselerin nasıl şeyhlik davası güttüğüne hayret eden Ahmed Yesevî, onların “mihrâb içinde oturduklarını”, halka eziyet edip sıkıntı verdiklerini “hay u hu” diyerek sarhoşluklarını bildirdiklerine dikkat çeker:

Şeyhim diye mihrâb içre otururlar,

Halka içre halka zahmet yetirirler,

Hay u Hu deyip sermestliğin bildirirler,

Öyle cahil nasıl şeyhlik kılar imiş.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

Hatta “kıyamette yüzü kara olacak olan” bu tip şeyhler, bir taraftan bilgisizlikle/cahillikle şeyhlik yapmakta diğer taraftan ise işleri tamamen riyâ[8]dan oluşmaktadır. Bu yaptıklarından dolayı ise mahşer gününde hem rezil hem de gözleri ama/kör olacaklardır:

Böyle şeyhin kıyametde yüzü kara,

Nadanlıkda şeyhlik eyler, işi riya,

Mahşer günü rezil olur, gözü âmâ,

Evvel-ahir dalalette olur imiş.

                        (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

 

Onun için işi gücü “riyâ” olan ahir zaman şeyhlerinin “riyâ”dan uzak durmalarını salık verir:

Ahir zaman şeyhlerinin işi hep riyâ,

Mahşer günü riyâları olacak tanık,

Şeyhim diye bunca riyâ, bunca heva,

Allah için zerre sevab ettiği yok.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 418)

Kur’an manasını doğru bilmedin heva ile

Taat kıldın halk içinde riya ile

Pas basan gönül yoktur ziya ile

Mana okuyup riya kemerin salmaz mısın?

                                                (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 369)

 

Yukarıda vurguladığımız gibi bir şeyh olarak geçimini bizzat tahta kaşık yapıp satarak yani ticaretle sağlayan, böylece tasavvufla alın teri ve el emeğini iç içe girdirip birleştiren, ihtiyacından fazlasını ise tasadduk eden Hoca Ahmed Yesevî’nin, “himmet” ediyorum diye dünya malına tamah edip onu yığan, hatta dünya malını “himmet “adı altında toplayıp halkı doğru yoldan uzaklaştıran bu “cahil şeyhler”i “kulaksız ve kuyruksuz eşek”e benzetip onları hayvanlardan “beter” olarak görmesi dikkat çekmektedir:

Cahil şeyhler kulaksız, kuyruksuz eşek olur,

Himmetleri dünya malını yığar olur,

Cemaati yoldan azdırıp gider olur,

Öyle şeyhler hayvanattan beter imiş.

                                                (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

Ahmed Yesevî’nin bu sahte şeyhler hakkında, Fakr-nâme isimli eserinde, bir dervişe hitaben söylediği şu sözleri ve onların haklarında yaptığı değerlendirmeleri burada belirtmeyi uygun görüyoruz (Eraslan 2016: 51-52):

“Ey derviş, eğer (o kimseler) riyakâr zâhit, sevdalı âbit veya dilenci sûfî, veya hercaî derviş olsalar, (onların) sûfîlikleri murdar, işleri fesat, müritleri dinden çıkmış (olur); öylelerinin sûfîlikleri keyfî hareket (başı boşluk), dervişlikleri açgözlülük, niyetleri fitnelik, yolları mübah kılma, sünnetleri bid’at, fiilleri kabahat, neticeleri bedbahtlık, sırları hainlik, gusulları cenabettir. Sûfîlerde riyazet yok, fakîrlerde kanaat yok, zenginlerde cömertlik yok, dervişlerde kıyamet korkusu yok.[9]

Ahmed Yesevî, özellikle bu tip sahte şeyhlere intisap edip onların terbiyesine girenler için şu ikazlarda bulunmaktadır (Bice 2016: 373):

“Bizden sonra böyle bir bidatçıya kim pîr deyip hizmet etse kâfir ve lânetli olur. Böyle bir kimsenin yaptıklarını ilim yerine (bedeline) tutmak ve bidatını sünnet yerine tutup helâl görmek, tüm bunlar şerîatta küfür, tarîkatta reddedilmiş ve hakîkatta usanılmış işlerdir.” “Vay o kişilere ki böyle şeyhlere el uzatıp mürîd olurlar. Kendilerini azâba atarlar.”

            Ahmed Yesevî, müritlere rol gösterircesine bu hüviyetteki sahte şeyhlerden uzak durup kendisini koruduğu hususunda şunları ifade etmektedir:

Oruç tutup halka riyâ eyleyenleri

Namaz kılıp tesbîh ele alanları,

Şeyhim diye başka bina koyanları

Son anda imanından ayrı eyledim.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 145)

 

Kim bilmeden bu yolları şeyhim dese,

Kerametten veliliğe haber verse,

Batıldır eğer rûhu’l-emîn bile ise,

Özünü öyle batıllardan korumak gerek.

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 173)           

Hoca Ahmed Yesevî, hem terbiyesine girip seyrü sülûk yolunda ilerlemek hem de hak yolda ilerleyip Mevlânâ kavlince “şeb-i arûz”a kavuşmak için intisap edilip el alınması gereken şeyhte bulunacak özellikleri şu şekilde dile getirmektedir (Eraslan 2016: 51):

“Ey tâlip, eğer Hakk’ı bulayım desen, öyle pîre el ver (uzat) ki şeriatte ârif bi’llah olsun, tarikatte sırlara vâkıf olsun, hakikatte tam mânasiyle olgun olsun, mârifette büyük bir deniz olsun… Öyle pîre el ver (uzat) ki işin saadet olsun… Eğer mürit şeriat ilmini bilmese, şeriat ilmini (ona) öğretsin. Eğer tarikatte bir hâl meydana gelse, tarîkat ilmi ile yola salsın ve hakikat yönünden müride yol göstersin ve mârifette ilâhî cezbe meydana getirsin. Şeyh Zu’n-nûn-i Mısrî, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, şöyle demişlerdir ki mürit kırk yıl hizmet kılmayınca, şeyhlik ve fakîrlik ve dervişlik mevkii ona verilmez ve hırka giymesi ona lâyık görülmez. Sultan Ahmed-i Yesevî Hazretleri buyurmuşlardır ki bir kimse pîrlik ve şeyhlik iddiasında bulunsa, kırk yıl tâ pîrin hizmetinde bulunmayınca, şeyhlik mevkii ona lâyık görülmez. Ve eğer mürit alsa, (o mürit) dinden çıkmış olur. Dervişlik iddiasında bulunan bir kimse, önce Hak emrine itaat edip şeriat emri ile yola girmeli ve bâtıl işlerden ve bid’atlerden vazgeçmelidir. Gece kalkıp namaz kılmayınca, gündüz hizmet etmeyince, şeyhlik iddiasında bulunsa, işi bâtıl olur. Bir kimse şeriat emrinden çıksa, dinden (de) çıkmış olur. Eğer tevbe etmeden dünyadan göçse, Hak Taâlâ (onu) cehennemde türlü azaba uğratır.[10]

 

Bu konuda hikmetlerinde ise şöyle demektedir:

İrâdetsiz icâzetsiz mürşid bolmas

Tarîkatnıŋ yollarını hergiz bilmes

Mübtedi‘dür iradetge lâyık irmes

Andaglardın yırag yırag kaçmak kirek

İradesiz, icazetsiz elbette ki mürşit olmaz.

Tarikatın yollarını bu cahiller asla bilmez.

Müptedi bidatçıdır, bağlanmaya layık olmaz.

Sahte mürşidlerden hayli uzaklara kaçmak gerek.

                                               (Ahmed Yesevî 2016: 77)

 

Fakir olup melameti taşa kılan,

Dünya bırakır ahireti değerli kılan.

Kalb eyvanını halvet kılıp sığınak kılan,

Öyle erin hizmetinde olmaz mısın?

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 369)

Elini tutsan dünya değeri gönülden gider,

Halkasında ben-benlik cümle gider,

Nazar eylese, iki âlem işin biter,

Öyle mürşid lâ-mekânda yürür imiş.

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

                       

İnci kaynağını benden sorsan Sâdık Şeyh,

Öyle kulun ahlâkı-huyu Hakk’a layık,

Gönlu vâsi, cânı mesih, özü âşık,

Öyle mürşid Hak’dan mahrum kaldığı yok.[11]

                                               (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 316)

           

           

Hoca Ahmed Yesevî, ahir zaman şeyhlerinin hususiyetlerini izah edip açıkladığını, hüviyetlerini ortaya koyduğunu ise şöyle ifade etmektedir:

           

Ey mü’minler, işte o şeyhin beyanını,

Ben söyleyim, güzel dinleyin ayanını,

Kıyametde yüklenir mürid günahını,

Sırat üzre titreyip-sallanıp durur imiş.

                                    (Hoca Ahmed Yesevî 2016: 289)

Sözlerimizi Ahmed Yesevî’nin şu hikmetleriyle bitirmek istiyoruz:

Meni hikmetlerim kim tutsa muhkem

Hudâ kılgay anı elbette bî-gam

Kirer Cennet içige şâd u handân

Hudâyim eylegey mesrur u şâdân

                        Kim ki Hikmet’lerimi sağlam tutup uygular,

Allah onu gam, keder, tasadan uzak tutar.

Hakk’ın sonsuz nimetine, mutlu varır cennetine,

Olsun sana cennet kutlu, nail olup izzetine.

                                               (Ahmed Yesevî 2016: 150)

Zâlim bolup zulm itken mü’minlerni ağrıtkan

Kara yüzlük mahşerde kolın arkada kördüm

Kul Hoca Ahmed kân açtı dürr ü güherni saçtı

Tıŋlamagan bu sözni gaflet içinde kördüm

                        Zalim olup zulmedeni, mü’minleri inciteni,

Mahşerde yüzleri kara, kolunu ters dönmüş gördüm.

Kul Ahmed hazine açtı, inciler cevherler saçtı.

Kim de dinlemeyip kaçtı, ol gaflet içinde gördüm.

                                               (Ahmed Yesevî 2016: 161)

Yesevî hikmetin dânâ işitsün

İşitkenler heme maksûdga yetsün

Cevâhir kânıdın bir nükte alsun

İşitmegen barı hasrette kalsun

Hep âlimler dinlesin Yesevî Hikmet’ini,

İşitenler öğrensin maksat ve gayesini.

Satın alsın cevheri, bu maden nimetini,

Dinlemeyen gafiller, hepsi hasrette kalsın

                                   (Ahmed Yesevî 2016: 183)

Kaynakça

Ahmed Yesevî (2016), Ahmed Yesevi, ed. Nejdet Tosun, Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi.

Atay, Hüseyin (2008), Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Çevirisi, Ankara.

Bice, Hayati (2016), Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi, Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi.

Elmalılı Hamdi Yazır (2006), Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamkalı Meâli [Bilgisayarlı Kur’an Hattı İle], sadeleşitiren: M. Sadi Çöğenli, takdim: Orhan Okay, İstanbul: Huzur Yay.

Demirci, Kürşat (1994), “Deccâl” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 67-67.

Eraslan, Kemal (2016), “Yesevî’nin Fakr-nâmesi”, Yesevî’nin Fakr-nâmesi ve İki Farsça Risalesi, Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi, s. 11-59.

Hoca Ahmed Yesevî (2016), Dîvân-ı Hikmet, ed. Mustafa Tatçı, Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi.

Kartal, Ahmet (2017), “Ahmed-i Yesevî’de Kişiyi Allah’tan Uzaklaştıran Bir İllet: Riyâ”, I. Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri, ed. Ahmet Kartal, Ankara, s. 461-474.

Kartal, Ahmet (2017a), “Millî Birliğimizin Üç Kaynağı: İmâm Azam – İmâm Mâturîdî – Hoca Ahmed Yesevî”, Millî Birlik ve Beraberlik Sempozyumu, ed. Mehmet Nuri Parmaksız, Ankara,  s. 151-166.

Kartal, Ahmet (2017b), Baykara Meclislerinden Çırağan Eğlencelerine LÂLEZÂR Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, Doğukütüphanesi, İstanbul.

Öngören, Reşat (2010), “Şeyh” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 39, s. 50-52.

Tosun, Necdet (2016), “Ahmed Yesevî’nin Yeni Bulunmuş İki Farsça Risalesi”, Yesevî’nin Fakr-nâmesi ve İki Farsça Risalesi, Ankara: Ahmet Yesevi Üniversitesi, s. 61-75.

Tulum, Mehmet Mahur (2016), Hoca Ahmed Yesevî Dîvân-ı Hikmet (Mısır Nüshası), İstanbul: Doğu Kütüphanesi.

Tulum Mertol (1999), “Hikmetlere Göre Yesevîlik ve Orta Asya Kültür Tarihi Bakımından Önemi -Bir Hikmet Üzerinde Tahlil Denemesi-”, İlmî Araştırmalar, sy. 7, s. 201-214.

www.hikem.net.

“Pîr-i Türkistân Hoca Ahmed Yesevî’nin Eserlerinde “Ahir Zaman Şeyhleri””, Turán, sy. 32, 2017, s. 115-124.

[1] En yüksek mârifet makamına erişen kimseye ise “şeyhü’l-ârifîn” denilmektedir (Öngören 2010: 50).

[2] Krş. “Bizdin soñgra âhirü’z-zamân yakın bolganda andag meşâyıhlar peydâ bolgay kim İblîs, ‘aleyhi’l-la’ne, alardın sebak algay ve heme halk alarga muhib bolgay ve mürîdlerini başkara’l-magaylar. Ol şeyhler kim mürîdleridin tama’ kılgay ve cânını küfr ü dalâletdin ayırmagay ve ehl-i bid’atnı yahşı körgey (ve ehl-i sünnetni yaman körgey) ve ‘ilm-i şerî’at birle ‘amel kılmagay ve nâ-mahremlerga köz salgaylar ve yamanlıg pîşe kılıp Allâhu Ta’âlânıñg rahmetidin ümîd tutkaylar ve meşâyıh işlerini hor körgeyler, mürîdleri red bolgay, özleri (hem) mürted bolgaylar. Ve yene hârlık zârlık birle mürîdleriniñg ẹşikide yürgeyler, ol hâlda mürîdleridin niyâz algaylar. Eger mürîdleri nezr ü niyâz bermese, uruşkaylar ve aygaylar ki men bîzâr men, Hudâ bîzâr, degeyler.” Eraslan 2016: 38-39.

[3] Krş. “Şeyh oldur ki niyâz alsa, müstahaklarga bẹrgeyler. Eger alıp özleri yẹseler, murdâr et yẹmiş dek bolgay. Eger ton kılıp keyseler, ol ton tozgunça Hak Ta’âlâ namâz ve rûzesini kabul kılmagay. Ve eger algan niyâzıdın nân kılıp yese, Hak Ta’âlâ anı dûzehde türlüg ‘azâbga giriftâr kılgay. Ve eger andag şeyhga bir kişi i’tikâd kılsa, kâfir bolgay. Andag şeyhler mel’ûn turur. Anıñg fitnesi Deccâldın bed-ter turur. Şerî’atda, tarîkatda, hakîkatda, ma’rifetde mürted turur.” Eraslan 2016: 39.

[4] Deccâl, İlâhî dinlerde kıyamet alâmetlerinden sayılan ve insanları doğru yoldan saptırmaya çalışacağı kabul edilen olağan üstü güçlere sahip kişi. (Geniş bilgi için bkz. Demirci 1994).

[5] Hoca Ahmed Yesevî Fakr-nâme’sinde “sûfî” olmanın şartını şu şekilde dile getirmektedir (Eraslan 2016: 52): “Ey derviş, bil ve uyanık ol ki evvela şeriat kelimesini, ikinci (olarak) tarikat kelimesini, üçüncü (olarak) mârifet kelimesini, dördüncü (olarak) hakikat kelimesini bilmek gerek. Eğer (bir kimse) sûfî olup bu kelimeleri bilmese, sûfî değildir.” Krş. “Ey dervîş, bilgil ve âgâh bolgıl kim evvel kelime-i şerî’at, ikinçi kelime-i tarîkat, üçünci kelime-i ma’rifet, törtünçi kelime-i hakîkatnı bilmek kerek. Eger sûfî bolup bu kelimelerni bilmese, sûfî emes. Kelime-i şerî’at bu turur.” Eraslan 2016: 40.

[6] “İnsanlara yüz devirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; doğrusu Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.” Lokman suresi, ayet 18.

“…Doğrusu, Allah övünenleri, böbürlenenleri sevmez.” Nisâ suresi, ayet 36.

[7] Abdullah b. Amr’dan: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yanında oturuyorduk da çöl halkından bir adam geldi; üzerinde dibaca örülü cübbe vardı. Tâ Hz. Peygamber’in başucunda durup, şöyle dedi: — Sizin arkadaşınız her babayiğidi aşağı yıkmak istiyor ve çobanı (zavallıyı) da yukarı kaldırıyor. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kızarak onun cübbesini eteklerinden tutup, şöyle buyurdu : «— Senin üzerinde akılsız bir kimsenin elbisesini görmüyor muyum?» Sonra Hz. Peygamber döndü, oturdu ve şöyle buyurdu: Nuh (Aleyhisselâm)’ın vefatı yaklaşınca, oğullarına dedi ki: — Ben size vasıyyetlerimi söylüyorum: Size iki şeyi emrediyorum ve size iki şeyi yasaklıyorum. Allah’a ortak koşmaktan ve kibirlenmekten sizi men’ ediyorum.» Size, Lâ İlahe İllallah’ı emrediyorum; çünkü yedi kat göklerle yedi kat arz eğer bir terazi kefesine ve Lâ İlahe İllallah da diğer bir kefeye konsa, bu tevhit onlara daha ağır basardı. Eğer yedi kat göklerle yedi kat arz, uçsuz bucaksız bir çember olsalar, onları Lâ İlahe İllallah ve Sübhanellahi ve bihamdihi kelimeleri kırardı; çünkü bu kelimeler her yaratığın duâsıdır; ve bunlarla her şey rızıklanır. (Lâ İlahe İllallah ile Sübhanellahi ve Bihamdihi kelimelerini söyleyin, bu ikisini bırakmayın). (İbn Hanbel, II 225; www.hikem.net’ten)

[8] Ahmed Yesevî’nin “riyâ”yayla ilgili görüşleri için bkz. Kartal 2017, 2017b: 73-90.

[9] Krş. “Ey dervîş, eger zâhid bolsa riyâyî ve eger ‘âbid bolsa sevdâyî (ve eger) sûfî bolsa gedâyî (ve eger) dervîş bolsa hercâyî, sûfîlıkları murdâr, işleri fesâd, mürîdleri mürted; sûfîlıkları hod-râylık, dervîşlikleri tama’lik, niyetleri fitnelik, tarîkaları ibâhet, sünnetleri bid’at, fi’lleri kabâhat, netîceleri şekâvet, sırları hıyânet ve guslları cenâbet. Sûfîlerde riyâzet yok, fakîrlerde kanâ’at yok, ganîlerde sehâvet yok, dervîşlerde vehm-i kıyâmet yok.” Eraslan 2016: 39.

[10] Krş. “Ey tâlib, eger Hak’nı taleb kılıp tapay deseñg, andag pîrge kol bergil kim şerî’atda ‘ârif-i bi’llâh bolsa, hakîkatda kâmil-i mükemmel bolsa, ma’rifetde deryâ-yi ‘ummân bolsa. Andag pîrge kol bergil kim işiñg sa’âdet bolgay. Eger mürîd şerî’at ‘ilmini bilmese, şerî’at ilmini örgetkey. Eger tarîkatda vâki’ peydâ bolsa, tarîkat ‘ilmi birlen yolga salgay ve hakîkat sarıdın mürîdge yol körsetkey ve ma’rifetde cezbe-i Hak peydâ kıldurgay. Şeyh Zu’n-nûn-i Mısrî, rahmetu’llâhi ‘aleyhi, andag aytıpdurlar kim mürîd kırk yıl hızmet kılmagunca, şeyhlık ve fakîrlıg ve dervîşlıg ornı añga ta’yîn bolmas ve hırka keymeki añga revâ ermes. Hazret-i sultân Ahmed-i Yesevî aytıpdurlar ki her kim pîrlık ve şeyhlık da’vâsın kılur bolsa, Kırk yıl tâ pîrniñg hızmetide yürmegunça, şeyh ornı añga revâ ermes. Ve eger mürîd alsai red turur. Her kim dervîşlik da’vâsın kılsa, evvel Hak emrine boyun sunup şerî’at emri birle yolga yürgey ve bâtıl işlerdin ve bid’at işlerdin perhîz kılgay. Keçe kıyâm bolmagunça ve kündüz hızmet kılmagunça şeyhlık da’vâsın kılsa, işi bâtıl turur. Her kim şeri’at emridin çıksa, mürted turur. Eger tevbe kılmay dünyâdın barsa, Hak Ta’âlâ tamugda türlüg ‘azâbga giriftâr kılgay.” Eraslan 2016: 39.

[11] Hoca Ahmed Yesevî Farsça risalesinde ise bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Mürid kabul etme (-nin şartı) şudur ki, şeyh, mürşid-i kâmil olmalıdır. Mürid kendisine intisab edip bağlandığı anda onun nefsânî sıfatları, cismânî problemleri ve kalbinin içinden haberdâr olmalı ki mürid kabul etmek ve merhaba (tarîkatımıza hoş geldin) demek ona (o şeyhe) uygun olsun. Eğer şeyh Allah Teâlâ’nın farzlarından, Hz. Peygamber’in sünnetlerinden haberdâr değilse, böyle bir şeyh dünyada dikenlik, âhirette ise Hak Teâlâ’nın, rasûlünün, bütün mezhep âlimlerinin, enbiyâ, evliyâ ve tasavvuf ehli insanların yanında mahcûb olacak, utanacaktır Bir şeyhe mürid olmanın şartı şudur ki, o şeyh kırkdört makamdan haberdâr olmalıdır. Eğer bu makamlardan haberi yoksa, yirmi iki makamından haberi olmalıdır. Eğer dervişliğin bu makamlarından haberi yoksa, mutlaka dervişliğin şu sekiz makamından haberi olmalıdır. Bu sekiz makamdan sekiz harf meydana gelir. Harfler şunlardır: 1. Elif, 2. Be, 3. Te, 4. Sin, 5. Sad, 6. Fe, 7. Kaf, 8. Re. Bilesin ki, “Elif ” düzdür, derviş elif gibi düz olur. “B” beşâretli (müjdeli, neşeli) olur. “T”, terk-i dünyâ eder (dünya sevgisini terk eder), “Sin” seyr u sülûk eder (manevî eğitime girip tasavvuf yolunda ilerler), “Sad” Sabırlı olur. “F” fâka içinde (fakr ve aczinin farkında) olur, “Kaf ” kanaatli olur, “R” derviş dâimâ riyâzat (perhiz) içinde olur . Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîmde: “Allah onlardan râzı oldu, onlar da Allah’tan râzı oldular” (el-Beyyine, 98/8) buyurduğu gibi, böyle (bu makamları bilen) bir şeyhin mürid kabul etmesi, asâ vermesi, müridin hâlini sorması, hediye alması uygun olur. Eğer dervişliğin bu sekiz makamını bilmiyorsa, şüphesiz mürid kabul etmesi uygun olmaz. Eğer şeyhlik yapmaya kalkarsa ebedî azâba düçar olur.” Tosun 2016: 65-66.

Yazar
Ahmet KARTAL

Prof.Dr. Ahmet KARTAL, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir.

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen