29 Mart 2023

Mehmet MAKSUDOĞLU

Yaygın sözdür : “içki, şişede durduğu gibi durmaz” derler. Şişede sâkin sâkin duran alkollü içki, içildiğinden kısa zaman sonra, içeni, ayık iken yapmayacağı eylemleri yapmağa sevkediyor, etkisi şaşırtıcı oluyor.

Fikirler de öyle : Kitaplarda sâkin sâkin duran bâzı fikirler, okunup benimsendiğinde, zamanla, insanları şaşırtıcı eylemlere sevkediyor, yüzbinlerce, hattâ milyonlarca insanın hayattan koparılmasına, âilelerin parçalanmasına, çocukların yetim, öksüz, sâhipsiz kalmasına yol açıyor.

Bunun en çarpıcı örneği, Karl Marks’ın fikirleridir. Yaşadığı 19. Yüzyıl Avrupa’sında, bir yanda yeryüzünün birçok ülkesini sömürerek palazlanmış, sanayi devriminin getirdiği maddî köpürüşle iyice zenginleşmiş burjuva sınıfı, öte yanda, ezilen, günlük ekmeği için ter döken, didinen, insanca yaşamak nimetinden mahrum, proletarya adı verilen emekçi sınıf vardı. Çalışan sınıftan olan işçi, öyle güç hayat şartları içinde yaşardı ki, Marks’ın Das Kapitali yazdığı İngiltere’de, kömür ocağında çalışan, ortalama, ancak 35 yaşına kadar yaşardı, yıpranmışlık, ezilmişlik sebebiyle, 35 yaşında ölüp giderdi.

Karl Marks, bu acıklı tabloya baktığında, Avrupa’daki değerler sisteminin tepesinde Hristiyanlığı görmüş olmalıdır ki (Avrupa’lı emperyalistlerin başlıca düşmanı, İslâm’ı temsil eden Osmanlı idi, içlerinde, Hristiyanlığa samimiyetle inanmayanlar bulunsa da, Avrupa’yı temsil eden üst değer olarak, Hristiyanlık sahnede idi; günümüzde bile, Avrupa Birliği, adı öyle olmasa bile, bir ‘kültürel Hristiyanlık birliği’dir, Türkiye’nin yarım yüzyıldır alınmamasının temelinde bu vardır), işçi sınıfının uyutularak sömürülmesinin sebebini, “dîn afyondur” diye mahkûm etti. Onun, ‘dîn’ dediği, Hristiyanlıktı, ama, yeryüzünde Avrupa normları hâkim olduğu için, “işçinin hakkını, alnının teri kurumadan verilmesini buyuran” İslâm da bundan nasîbini aldı.

Rusya’da, Çin’de milyonlarca insanın hayâtına malolan devrimlerle Marksizm hayâta geçirildi. Rusya’da Sosyalizm çöktükten sonra Türkiye’ye gelen bir Müslümanın, hamamda yıkandıktan sonra çıkarken, boy abdesti aldığını gördüğü buralı arkadaşına “haa, babam da öyle yapardı” dediği hâtırlardadır. O rejim altındaki insana, kendi inancını çocuğuna öğretmesi bile yasaklanmıştı; babası, oğluna, gusül abdestinin gerekliğini ifâde edemiyordu. Dînî hiçbir değerin öğretilmesine, yaşatılmasına izin verilmiyordu. Adam, çocuğuna, boy abdestinin gerekliğini anlatamıyordu. Kendisi, yıkandıktan sonra boy abdesti alıyor, yöneticiler, bunu kontrol edemiyorlardı. Rusya, bu rejimden kurtuldu. Çin de kurtulma yolunda, ama;

İnternet’te dolaşan korkunç bir video var: bir Çin’li polis, Doğu Türkistanlı, elbiseleri çıkartılmış bir genci, bütün gücüyle kırbaçlamakta, zavallı, savunmasız, çâresiz genç çığlıklar atarak işkenceye katlanmaktadır. İşkenceye uğrayan Doğu Türkistanlının SUÇu: evinde bir Kur’ân-ı Kerîm bulunmuş olmasıdır!

İşte böyle : Avrupa’daki, 19. Yüzyılda hâkim olan çarpıklık şartlarında ortaya konmuş olan fikirler, 21. Yüzyılda yeryüzünün başka, uzak bir yerinde, korkunç zulümler işlenmesine zemîn hazırlamaktadır.

Boşuna söylenmemiş :

Asıl savaş, kavramlar (fikirler) savaşıdır;

Harb meydânındaki daha küçüktür.

Denilebilir ki :

“Liberalizm, Kapitalizm çok mu iyi, insanların bir kısmı, yine köle durumunda; iktisâdî köle hâline getirilmişler”. Doğrudur; insanlar, maddî değerlerin hâkim olduğu Batı dünyâsı normlarına göre yaşamağa mahkûm edilmiş, çok büyük bir kısmı, buna artık alışmış ve bu şartları benimsemiş, ‘artık bu durum değişmez’ yanlış kanaatine saplanıp kalmıştır.

Burada, Nasreddîn Hoca’nın saz çalışı hâtıra geliyor:

Hoca, sazı eline almış, telleri tıkırdatıyor, ama parmakları aynı yerde duruyor. ‘Hoca, başkaları saz çalarken, parmakları teller üzerinde geziniyor, seninkiler aynı yerde duruyor’ diyenlere Nasreddîn Hocamızın verdiği cevap düşündürücüdür :

Onlar, benim parmaklarımın durduğu yeri arıyorlar.

Evet, insanlık, kapitalizm ile sosyalizm, karma ekonomi fikirleri arasında oradan oraya savrulup duruyor. Yeryüzünün hemen her tarafını sömürerek semiren, sanayi devrimi yaparak, diğer ülkeleri pazar olarak kullanıp daha da zenginleşip azan Avrupa’lının elinde Şeriat yoktu; kendi aklıyla birtakım nizâmlar koydu; gelinen nokta ise : çıkmaz sokak. Batı uygarlığı duvara tosladı. En müreffeh kabûl edilen Batı Avrupa’da, insan kayıp: doğan üç çocuktan ikisinin babası belirsiz! Amerika’da yıllık rakam, milyonun üstünde. Reagan’a, kürtaja karşı olduğu için Malta nişanı verdiler! (Resim, Osmanlı Târihi kitabımızda görülebilir: Salon Yayınları, s. 241) (Osmanlı’ya, İslâm’a karşı savaşan Rodos Şövalyeleri, bu ada 1521 de Kanunî Sultan Süleyman tarafından fethedilince, Malta’ya taşınmışlardı) Yâni, Amerika’da, gayrı meşru çocuk bile makbûl. (Bize de ‘nüfûs planlaması’ dayatılıyordu) Şaka, abartma filân değil; kaskatı gerçek!

Evsizlerin sığınacak yeri yok. Bu bakımdan, Batı Avrupa’daki, Amerika’daki evsiz ile Hindistan’daki evsiz arasında ne fark var?

Gericilik diye gösterilen Şeriatın hâkim olduğu Orhân Gâzi zamânında, 650 yıl önce, bu ülkede, gelir dağılımı mükemmeldi, Müslümanların vereceği zekâtı alma, kabûl etme durumunda yoksul bulunmuyordu! “Ve bilcümle Orhân Zamânında ulemâ ve fukarâ müreffehül hâl oldular. Hattâ zekât virecek kimesne bulunmaz oldu.” (Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, I, 186.) Zekât kabul etme durumunda olan yoksul bulmak zordu! Bu bir olgu, vâkıa! Hayâl filân değil! Gerçek târihini bilmeyen, kafasına doldurulanla yetinen düşünme özürlülerin kabul etmesi çok zor da olsa, gerçek bu!

Kâinâtı ve insanı Yaratmış Olanın, insanın, insanca yaşaması için koyduğu kanunlara uymayan, Allah’ın verdiği akılla, -hâşâ- Allah’tan daha iyi düşüneceği iddiası gibi bir görüşle kanunlar koyan, Allah’ın kanunlarını küçümseyen, Şeriatı ‘gericilik’ sayan insanlara; bütün insanlığa kurtuluş yolunu göstermek durumunda olan Müslümanlara, onların gerçek âlimlerine büyük bir iş düşüyor. Bütün yeryüzüne, Şeriata tâbi olarak örnek olmuş, en az 300 yıl Şeriata uyarak yeryüzünün En Üstün, En Güçlü, En Büyük Devleti olmuş Pek Yüce Osmanlı Devleti(Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye)nin hayırsız mîrâsyedi torunlarına da bu sorumluluğun en büyüğü düşse gerektir.

08 Ocak 2019

Yazar Hakkında:

Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olarak Arapça, Farsça, İngilizce ve Hadîs öğretti. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde İslâm Târihi Asistanı oldu. Tunus’ta doktora tezi ile ilgili malzeme topladı, dilbilgisini bildiği Arapça'nın pratiğini yapmak imkânını buldu. Dördüncü sınıfına kabûl edildiği Burgiba Yaşayan Diller Enstitüsü Arapça Bölümü’nü bitirdi. Türkiye’ye dönüp İstanbul, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde belge inceledi. "Tunus’ta Osmanlı Hâkimiyeti" konulu doktorasını verdi. İngiltere’de, University of Cambridge’de Faculty of Oriental Studies’de Türkçe öğretti, orientalistlerin nasıl yetiştirildiklerini gördü. Türkiye’ye dönüp Diyânet İşleri Başkanlığına bağlı olarak İzmit, Ankara ve İstanbul’da vâizlik yaptı. Marmara Üniversitesi'nde 1983 yılında Yardımcı Doçent, 1986 da Doçent ve 1995 yılında Profesör oldu. İzinli olarak gittiği Malezyadaki International Islamic Universty’de 4 yıl (1991-95) Târih ve Medeniyet Bölümü başkanlığı yaptı, Osmanlı Târihi öğretti. Orada iken yazdığı Osmanlı History adı geçen üniversite tarafından bastırılıp (1999) textbook olarak kullanıldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde bir yıl daha öğretim üyeliği yaptıktan sonra Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi kurucu dekanı olarak Eskişehire gitti. 2004-2005 öğretim yılında izinli olarak gittiği Kazakistan’ın Türkistan Beldesindeki Hoca Ahmed Yesevî Milletlerarası Türk-Kazak Üniversitesinde, Hollanda Rotterdam Milletlerarası İslâm Üniversitesinde bir dönem öğretim üyeliği yaptı.

Yazarın diğer makalelerinden: