Uluslararası Hukukta Meşru Müdafaa – Meşru Müdafaa Hakkının Genel Yasal Çerçevesi

Esat ARSLAN

Günümüzde hür dünya meşru müdafaa hakkının terörist eylemlerle doğrudan ilgili olmayan ülkelerin toprağında gerçekleştirilen askeri eylemleri içerecek şekilde genişleyip genişlemediği sorunsalı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Onlarca yıldır, ABD, İsrail ve apertheid döneminde Güney Afrika tam olarak da bu savı öne sürmektedirler.

BM Antlaşmasının 51. maddesinde düzenlenen ve ortak güvenlik sisteminin bir parçası olan meşru müdafaa hakkı, “BM üyesi bir devlete karşı silahlı saldırıda bulunulduğunda, uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla Güvenlik Konseyi gerekli tedbirleri alana kadar saldırıya uğrayan devletin tek başına veya müştereken kuvvet kullanımına başvurabileceğini öngörmektedir “(BM Antlaşma, 1945: Md. 51). Günümüzde meşru müdafaa hakkı 51. maddede düzenlenmekle beraber BM Antlaşması’ndan önce de devletlerin temel haklarından biri olarak kabul edilmekteydi.

Yine 51.maddede meşru müdafaa hakkına dayanılarak alınan önlemlerin derhal Güvenlik Konseyine bildirilmesi ve uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumlu organ olan Konseyin aldığı tedbirlere uyulması bağıtlanmıştır. Meşru müdafaa hakkı, BM Kuruluş Antlaşması’nın öngördüğü kuvvet kullanma yasağı ve ortak güvenlik sistemi çerçevesinde “İhkak-ı Hak” (self-help) sisteminden tamamıyla ayrı ve ortak güvenlik sistemi harekete geçene kadar başvurulacak bir yol olarak istisnaî bir niteliğe sahiptir. [1] Dolayısıyla bireysel ya da ortak meşru müdafaa hakkının kullanılabilmesi için Güvenlik Konseyinin karar alması gerekmemektedir. Bir başka deyişle “İhkak-ı Hak” hakkını hukuki yollara başvurmadan zor kullanarak aramak demektir ki, bu durum tüm hukuk sistemlerinde bir meşru müdafaa hakkı olarak sayılmamaktadır. Bireysel ve iç hukuk bakımından önceleri ceza kanununda ayrı bir suç iken, ancak şimdilerde bir cezai indirim sebebi bile olabilmektedir. Yanlıştır. Olaya uluslararası ilişkilerin başat kuramlarından “Realist Kuram” boyutunda bakıldığında ise birincisi “Hayatı İdame” (Survival), ikincisi “Kendi Başının Çaresine Bakma” (Self Help) ve üçüncüsü de  “Adaleti, Düzeni ve Huzuru Sağlamak” (Statism) ‘tır. Uluslararası ilişkiler ve hukuk jargonu ile söylenilirse bu kuram «3S» kuramıdır. “Hayatı İdame” kuralı,  her devlet kendi kaderini kendisinin iyileştirilmesine matuftur. Self-Help kuralı ise diplomasi arenasında herkes kendi çıkarını gözetir, bu durum kaotik bir düzene yol açar. Bu yola başvuran tüm bu devletler üstünde onları domine edebilecek uluslar üstü bir otoritenin olmayışı bu kaosu perçinlemektedir. Diğer bir deyişle, uluslararası sistem anarşik bir ortamdır, devlet güçlü olmalıdır. “Statism” kuralı ise Thomas Hobbes’un «Devlet=Leviathan» gibi devletin bir ejderha kadar güçlü olmasını gerekli kılmaktadır.  Adalet, düzen ve huzurun sağlanması yurttaşların sosyal yaşantısının, ekonomisinin ve yaşam biçiminin devletin buyurma gücü otoritesi tarafından düzenlenerek kontrol altında tutulmalıdır.

Ancak, bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, meşru müdafaa hakkının kullanımının vazgeçilmez ölçütleri olan “gereklilik ve karşı koymada orantılılık” konusunda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere dünya kamuoyuna hesap verme sorumluluğu kısıtlayıcı etmen olarak görülmektedir. Bir diğer ana kısıtlayıcı madde bizzat BM Kuruluş Antlaşmasının 2.Madde 4.Fıkrasında “Tüm üyeler uluslararası ilişkilerinde herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da politik bağımsızlığına karşı güç kullanmaktan ya da güç kullanma tehdidine başvurmaktan ve Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak her türlü davranıştan kaçınırlar” biçiminde bağıtlamıştır. Bir diğer deyişle meşru müdafaa ölçütleri ışığında, ortaya konulan terör bazlı olayda zarar gören ülke tarafından yapılan değerlendirmeye göre, devlet destekli terörizmi destekleyen doğrudan o ülkeye, yâda o terör örgütünü barındıran üçüncü ülkenin toprak bütünlüğüne yapılan müdahaleyi zorunlu kılmaktadır. Zarar gören ve meşru müdafaa hakkını kullanan devlet, askerî kuvvet kullanarak yapmış olduğu müdahale sırasında uluslararası hukukun kurallarına tabi olmaktadır. Bir diğer deyişle yapılan askerî müdahalenin kısıtlayıcı etmenleri savaş hukukuna göre şekillenmekte bir diğer ifadeyle yasal çerçevesi iki ana ilke ışığında aşağıdaki şekilde çizilmektedir[2].

  • Sadece muharip güçler ve diğer askerî hedefler yasal hedeflerdir; sivil halk ve sivil hedefler taarruzun hedefi yapılmamalıdır. (Ayırıcılık İlkesi ) (the principle of distinction)
  • Şayet bir taarruzun hedefi sivil zayiat ve hasara neden olacaksa askeri hedef bile olsa bu yere taarruz edilmemelidir. (Orantılılık İlkesi) (the principle of proportionality).[3]

Terörizme Karıştığı İddia Edilen Devletlere Karşı Kuvvet Kullanma Örnek Olayları

Entebbe Baskını (27 Haziran 1976)

Yahudi yolcularla dolu Fransız hava yollarına ait bir uçak Tel Aviv’den Paris’e gitmek üzere havalanmış yol üzerindeki Atina’ya da inerek yolcu bırakmıştı. Uçak Atina havaalanında iken  “Wadi Haddad” grubundan teröristler tarafından kaçırılmıştır. Daha sonra uçak Uganda’daki Entebbe uluslararası havaalanına indirilmiştir. Tarihe “Entebbe Baskını” olarak geçen başarılı bir operasyonla rehineler kurtarılmıştır. 7 dakikada tamamlanmak üzere planlanan operasyon, öngörülenden 2 dakika kısa sürede kesin sonuca ulaşılmıştır. Operasyon sonucunda aralarında gözcülük yapan 16 Ugandalı askerle birlikte tüm teröristler etkisiz hale getirilmişlerdir. Bu arada bu operasyonda yer alan Başbakan Netanyahu’nun kardeşi Yarbay Yonatan Netanyahu da öldürülenler arasındadır. İsrail Operasyon birlikleri çağrılı ülke statüsünde baskını gerçekleştirmişlerdir.

Opera Harekâtı: Osirak Saldırısı (7 Haziran 1981)

İsrail Devlet Başkanı Menachem Begin, hiçbir ülkeye bildirmeksizin, Irak toprakları üzerinde nükleer silah yapım yeri olduğu istihbar edilen “Osirak” bölgesindeki nükleer reaktöre 7 Haziran 1981 Pazar günü “Opera Harekâtı” harekâtı adıyla saldırı emrini vermiştir. Saldırıyı gerçekleştiren hava unsurları, 8 adet F-16A Netz ile 6 adet F-15A Baz uçağından oluşuyordu. Uçaklar radara yakalanmamak için çok alçaktan uçmuşlardır. Zira 2500 kilometrenin üzerinde uçuş yolunun neredeyse tamamı düşman topraklar üzerinde gerçekleşmiştir. Taşınan toplam 16 bombadan 15’i Osirak’taki yapıya tam isabet kaydetmişti. Saldırı tesisin mutlak yıkımı ve İsrail’in taktik zaferiyle sonuçlanmıştı. Ayrıca bu harekât, F-16’ların havadan karaya kullanıldığı ilk operasyon olma özelliğini taşımaktadır.

Libya Saldırısı, “El Dorado Kanyon Operasyonu” (14 Nisan 1986)

Nisan I986’da Batı Berlin’de ABD subaylarıyla dolu bir gece kulübünde Libya istihbarat elemanlarınca yapıldığı öne sürülen bir patlama ile onlarca kişi yaralanmış ve bu arada bir de Türk kızı yaşamını yitirmiştir.  ABD de bu kanlı eyleme cevaben, Libya’ya karşı 14 Nisan 1986 tarihinde “El Dorado Kanyon Operasyonu” olarak bilinen hava saldırısını gerçekleştirmiştir. İngiltere’deki üslerden ve Akdeniz’deki uçak gemilerinden havalanan Amerikan savaş uçakları, Fransa hava sahası üzerinden geçiş izni alamadığı için, İberik yarımadası üzerinden ve uluslararası hava sahasını kullanarak Trablusgarp ve Bingazi’de aralarında Kaddafi’nin aynı zamanda ikametgâh ve komuta merkezi olarak kullandığı ordu karargâhını, havaalanlarını, istihbarat binalarını, Benina Havaalanı’ndaki Libya savaş uçaklarını ve teröristlerin eğitildiğini iddia ettiği kampları kapsayan askerî ve paramiliter hedefleri bombalamıştır. Saldırılar 37 kişinin ölümüne, 93 kişinin de yaralanmasına neden olmuştur. Saldırıda sivil hedeflerin yanı sıra Fransa, Avusturya, Finlandiya ve Romanya Büyükelçilikleri ile İsveç Büyükelçisinin ikametgâhı da zarar görmüştür.[4]

Irak Saldırısı (26 Haziran 1993)

Libya saldırısından yedi yıl sonra benzer bir olay Irak’ta yaşanmıştır. 1993 yılında Kuveytli yetkililer tarafından eski ABD Başkanı Bush’a karşı düzenlendiği iddia edilen suikast planının ortaya çıkarılması sonrasında 26 Haziran 1993 tarihinde Kızıldeniz ve İran Körfezi’nde bulunan Amerikan savaş gemileri “Muhaberat” olarak adlandırılan Irak İstihbarat Merkezini hedef alarak tamamen tahrip etmiştir.[5]  Pentagon saldırının sivil can kaybını önlemek amacıyla gece yarısı yapıldığını bildirmesine rağmen üç füzenin yerleşim bölgesine düşmesi sonucu sekiz sivilin öldüğü açıklanmıştır. [6]

Afganistan ve Sudan Saldırıları (12 Ağustos 1998)

12 Ağustos 1998 tarihinde ABD Afganistan’da bulunduğunu ve El Kaide Örgütü tarafından kullanıldığını iddia ettiği terör üsleri ile söz konusu örgütün lideri Usame Bin Ladinle bağlantısı olduğu ve kimyasal silah üretildiğini iddia ettiği Sudan’daki Şifa İlaç Fabrikasını hedef almıştır. Saldırı Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’ndaki Amerikan savaş gemilerinden fırlatılan Tomahawk füzeleri ile gerçekleştirilmiştir. Taliban yönetimi Afganistan’daki saldırılarda köylerin de hedef alındığını belirterek otuz bir kişinin öldüğü, otuz kişinin yaralandığını, Sudanlı yetkililer ise bir kişinin öldüğü ve dokuz kişinin de yaralandığını açıklamıştır.[7] Bu eylem türü günümüzde de Suriye’ye karşı elan devam etmektedir.

11 Eylül Saldırıları ve Kalıcı Özgürlük Harekâtı (Enduring Freedom Operation)

11 Eylül saldırılarından 26 gün sonra, 7 Ekim 2001 tarihinde ABD ve İngiliz savaş uçakları El Kaide Örgütüne ait eğitim kampları ile Taliban yönetimine ait askerî tesisleri vurmaya başlamıştır. Harekât kapsamında Kabil başta olmak üzere Kandahar, Celalabad ve Herat şehirleri yoğun bir şekilde bombalanmıştır. Amerikan ve İngiliz birlikleri aynı zamanda Taliban yönetimine karşı savaşan ve Afganistan’ın kuzeydoğusundaki bölgeyi kontrolü altında bulunduran Özbek ve Tacik grupların egemenliğindeki muhalif güçlerle de işbirliğine girişmiştir. Kuzey İttifakı olarak da adlandırılan söz konusu güçler Kasım ayının ortasında Mezar-ı Şerif ‘i ele geçirerek başkent Kabil’e doğru yönelmiştir. Aralık ayının ortasına kadar Taliban ve El Kaide kuvvetleri tamamen mağlup edilmiş ve yüzlercesi esir alınmıştır. Aralık ayı sonuna kadar ABD ve İngiliz Kuvvetleri ile Kuzey İttifakı Afganistan’ın genelinde kontrolü büyük ölçüde sağlamıştır. “Kalıcı Özgürlük Harekâtı” başladıktan toplam kırk üç gün sonra Taliban kuvvetleri başkent Kâbil’den çekilmiş ve Koalisyon Kuvvetleri şehri ele geçirmiştir. Harekât kapsamında El Kaide Örgütünün önemli bütün tesisleri tahrip edilmiş ve Taliban yönetimine karşı uzun bir süreden beri mücadele veren Kuzey İttifakı’nın da katkısıyla Taliban yönetimi devrilmiştir. 22 Aralık tarihinde de Hamid Karzai başkanlığında oluşturulan geçici hükümet yemin ederek görevine başlamıştır. Harekât boyunca Taliban kuvvetlerinin verdiği kaybın 10.000 civarında olduğu belirtilmiştir. Sivil kaybın ise 3767 olduğu ifade edilmiştir.[8]

Önleyici Savaş (Preventıve War) Tan Bush’un (Önalma Savaş / Pre-Emptive War) Doktrinine Geçiş

Geleneksel tehdit-merkezli ve büyük ölçüde caydırıcılığa dayanan askeri savunma doktrinini soğuk savaş döneminin ayırıcı özelliğini oluşturmuştur. Sovyetler Birliğinin dağılmasından asimetrik tehdidin küresel bazda yaygınlaşmağa başlamasıyla birlikte olanak-olasılık merkezli bir yaklaşıma geçisin önünü açmıştır. Böylece savunmada, önleme (prevention)’den öne alma (preemption) ‘ya geçilmenin koşulları ve parametreleri oluşmağa başlamıştır. Bu çerçevede ABD artık kendisine yönelebilecek tehditleri daha tehdit ortaya çıkmadan önlemeye yönelik bir savunma stratejisi oluşturmasının yolu açılmıştır. 1993 yılında 11 Eylül saldırısı ile bütünüyle yok olan New York’taki Dünya ticaret merkezine ve Oklohoma City’deki Alfred P.Murrah Federal binasına yapılan bombalı saldırılar, asimetrik tehditin boyutunu göstermesi bakımından etkili olmuştur. Ardından 20 Mart 1995 tarihinde Tokyo metro sistemine yapılan sarin sinir gazı taarruzu önleyici savaş doktrininin sınanmasını gündeme getirmiştir. Ardından gelen 11 Eylül Saldırıları sonrası tüm dünyayı arkasına alan ABD’nin niyet merkezli doktrininin taraftar bulmasına olanak sağlamıştır. Böylelikle saldırıdan sonra gerçeklesen meşru müdafaa yerine ABD, saldırı tehdidi oluşmadan, bu yönde bir niyet olduğu iddiasıyla öne-alma stratejisini benimsenmesinde güçlü bir küresel destek bulmuştur. Bu olumlu destek havasının oluşumunda kuşkusuz 11 Eylül 2001 tarihindeki terörist saldırıların payı büyük olmuştur. Bu saldırılardan hemen sonra küresel terörizme karşı savaş başlatan ABD, Soğuk Savaş döneminde benimsemiş olduğu “çevreleme” stratejisinden vazgeçtiğini açıklayarak, teröristler ve haydut devletlere karşı Bush doktrini diye anılan bir “Önalma Savaşı / pre-emptive war” öğretisini benimsemiştir. O kadarki Afganistan’daki Kalıcı Özgürlük Harekatından sonra, ABD, ‘Şeytan Ekseni’ olarak tanımladığı İran, Irak ve Kuzey Kore tarafından örgütlendirilen uluslararası teröre karşı küresel savaşa odaklanmıştır.

9 / 11 Saldırılarından sonra karşı karşıya kaldığı yeni tehlikeler ışığında, 2002 Eylül’ünde yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi” (National Security Strategy)‘ni belirlemiştir. Bu yeni planda ABD, haydut devletleri ve küresel teröristleri Kendisine yönelik kitle imha silahlarını kullanma tehdidinden durdurmak zorunda olduğunu belirtmekten geri kalmamıştır. Bununla uyumlu olarak, uluslararası meşru müdafaa hakkını yeniden sınamağa gereksinimini olduğunu varsayarak, Mart 2003’de Irak’m işgaliyle sonuçlanan müdahaleyi de bu çerçeveye oturtmuştur.

ABD, daima ileride silahlı bir taarruz gerçekleştirdiğinde bu tür olayların yasal meşru müdafaa olacak biçimde geniş bir perspektiften bakmayı da hemen her vesileyle dünyaya duyurmaktan geri kalmamıştır. Ancak bu tür olayların gerek önleyici gerekse ön alma hareketinin tetiklenmesini sağlayacak şekilde yeteri kadar açık olmaması önemli bir ayırıcı özelliği oluşturmuştur. Fakat burada en önemli husus diğer devletlerin meşru müdafaanın sınırlarını genişletmede fazla istekli olmamalarından kaynaklanmaktadır. Yine de şimdilerde bazı göstergeler başlangıçta olanlardan daha çok meşru müdafaanın ileriye dönük olarak planlanmasında çok daha fazla açık bir desteğin var olabileceğini göstermektedir.

Bir “BM Yüksek Seviye Paneli” (A UN High Level Panel) 11 Eylül 2001’den sonra kolektif güvenlik sistemine karşı yeni meydan okumalara cevap verecek şekilde düzenlenmiş ve bu panelin “Aralık 2004 Raporu” (Report of December 2004)’nda ileriye dönük meşru müdafaa hakkı kabul edilmiştir. (UN Doc. A/59/565) Keza BM Genel Sekreteri BM Yüksek Seviye Panele karşı Mart 2005 tarihinde “Daha Çok Özgürlük” (In Larger Freedom) cevabi konuşmasında, tamamen 51 maddeyi kapsayan önemli tehditleri belirterek, daha dikkatli koşullar oluşmasına karşın bu ilk tartışmalı doktrinini kabul ettiğini bildirmiştir. (UN Doc. A/59/2005) Şimdilerde ise birçok devlet bu durumun kabul edilmesinde istekli görünmektedir. Ancak asimetrik tehdidin bilinmezlik ortamında açıkça ön alma hareketini kullanma hakkının ötesine gidilmesini istememektedir. Diğer bir deyişle, ABD’nin dışındaki devletlerde ABD Ulusal Savunma Stratejisinde önerildiği gibi meşru müdafaa hakkının kullanılmasında kökten bir dönüşümün yapılmasına dair destekte zayıf bir ihtimal söz konusudur.           

Örnek Olayların Genel Değerlendirilmesi

ABD’nin terörizm nedeniyle saldırılara karıştığı iddia edilen devletlere karşı cevap olarak askerî kuvvet kullanarak gerçekleştirdiği askerî harekâtları gerek resmi gerekse yasadışı örgütlere isnat edilebilir bir nitelikte olup olmamasının yanı sıra gereklilik ve orantılılık koşulları bakımından da sorunlu olduğu görülmektedir. Meşru müdafaa hakkına dayanılarak gerçekleştirilecek bir harekât devletin ülkesi üzerindeki egemenliğini veya otoritesini hedef alması bir başka sakıncayı ortaya koymaktadır. Sivillerin saldırılara hedef olması da orantılılık ilkesinin ihlâline yol açan başka bir durum olarak değerlendirilmektedir. Harekâtlar kapsamında yoğun hava bombardımanı gerçekleştirilmiş ve tahrip gücü yüksek silahlar kullanılmıştır.

Her ne kadar Amerikan yönetimi harekâtın sivil ve askerî hedefleri birbirinden ayıracak şekilde dikkatlice planlandığını ve resmi yâda illegal örgüt yönetiminin Askeri tesislerini hedef aldığını açıklasa da pek çok sivil yaşamını yitirmiştir. Sonuç olarak 11 Eylül ve diğer saldırıların bir devletin diğer bir devlete karşı gerçekleştirdiği silahlı bir saldırı ölçüsünde kabul edilse dahi örneğin 1986 Libya saldırısı ve 11 Eylül saldırıları neredeyse bir ay sonra verilen cevabın savunma amaçlı bir eylem olmaktan çok cezalandırıcı bir eylem niteliğinde olduğu düşünülmektedir.

Bu kadar uzun boylu gerilere gitmeye de gerek yok. 2019 yılının Ocak ayında bile devlet terörizmine binlerce örnekten biri olan, İsrail’in Suriye’nin başkenti Şam’da önceden belirledikleri bazı noktalara havadan saldırısıdır. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin Suriye’nin başkenti Şam’da İran ve Hizbullah’a ait noktalara hava saldırısı düzenlediğini resmi olarak açıklaması İsrail’in bir başına tüm uluslararası teamül ve hukuksal zemini göz ardı ederek “Ben yaptım oldu” yaklaşımını tekrardan dünya kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. İşte bu durum yapanın yanına kar kaldığı bir açılımdır.

Bir İtiraf ve Bir Meydan Okuma

Bilimsel, kılı kırk yararak irdelemeye çalıştığımız uluslararası terörizmdeki yasal çerçevenin yeterli olup olmadığı konusunda yanıtlar aradığımız bu makalede olması gerekenleri koymaya çalıştık. Ancak 20 Ocak 2018 tarihinde emekli olan İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot’un, İsrail’in Kanal 2 televizyonuna verdiği röportajda, “Son dört yıl içinde Suriye’de ve başka ülkelerde binlerce hedefe saldırı düzenledik” demesine ne buyrulur? Bu yasadışı olmanın uluslararası platformu hiçe saymanın dayanılmaz hafifliğidir.  Bir büyük itirafdır. Savunma Bakanı Avigdor Liberman tarafından atandığı açıklanan ve görevini Yardımcısı General Aviv Kochavi’ye devredecek olan General Eizenkot’un, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin büyük bir savaş yapmak zorunda kalmadan gerçekleştirdiği operasyonlardan gurur duyduğunu söylemesine ve bu arada “Mavi Marmara” olayını da zımnen belirtmiş olmasına özgür dünyanın söyleyebilecek bir sözü var mıdır, doğrusu merak ediyorum.

Ya da, ABD’nin durumuna ne buyurulur? Aynı şekilde Afganistan’daki ABD askerlerinin tutsaklara kötü muamele iddiaları nedeniyle yargılamayı değerlendiren Uluslararası Ceza Mahkemesine (ICC) karşı doğrudan meydan okuyan ve suç işleyen ABD yönetimine ne demeli?  123 ülkenin üye olduğu Uluslararası Ceza Mahkemesi 2002’de Roma Antlaşması’yla kurulmuş soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçlarından sorumlu olanları yargılayan ve ulusal makamların bunu yapamadığı veya yapmadığı durumlarda devreye giren bir mahkemedir. Böyle olmasına karşın, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un ICC’yi “gayrımeşru” diye tanımlamasını nasıl anlamalıyız? ABD vatandaşlarına yönelik kovuşturmalarına devam etmesi halinde Uluslararası Ceza Mahkemesine yönelik ambargolara başlanacağı tehdidinde bulunmasını nereye koymalıyız? Tehditlerine devam eden ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, düşünebiliyor musunuz, ICC yargıçları ve savcılarının ABD’ye girişi yasaklanacağını ve ABD’deki maddi varlıkları hedef alınacağı tehdidinde bulunduktan sonra, “Onları ABD ceza sisteminde yargılayacağız. Aynısını ICC’nin Amerikalılara yönelik soruşturmalarında yardımcı olan şirketlere ve ülkelere de yapacağız.” demesi ABD’nin yasadışı bir biçimde tüm dünyaya meydan okuması değil de nedir? Bütün bunlardan sonra, kim ne anlarsa anlasın, ben “güçlünün haklı değil, haklının güçlü olduğu” bir barış zemini özlüyorum, sevgili okurlar.

DİPNOTLAR

[1] F.Keskin , Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara,  1998, s.44

[2]The principle is codified in Article 48 of Additional Protocol 1 but is a rule of customary law applicable to all States.

[3]Codified in Articles 51 (5)(b) and 57 of Additional ‘Protocol I. The principle of proportionality is also part of customary international law. See, eg, US, Commander’s Handbook on the Law of Naval Operations, (NWP 9) para 8.1.2.1 and n 17(1989). Malcolm D. Evans, International Law (Uluslararası Hukuk), Second Edition, Oxford University Press, 2006, pp.790-91

[4] C. Greenwood, “International Law and the United States’ Air Operation Against Libya”, W. Va. L. Rev., Vol. 89, 1986-1987, p. 936

[5] Benzer bir olay olarak 9 Ekim 1983 tarihinde Burma’da Güney Kore Devlet Başkanı Chun Doo Hwan’a karşı Kuzey Kore tarafından gerçekleştirilen suikastı gösterebiliriz. Ancak burada Bush suikastı planlama girişiminden farklı olarak saldırı gerçekleştirilmiş ve dördü bakan, ikisi başkan danışmanı olmak üzere toplanı 19 kişinin ölümüne neden olmuştur. Güney Kore söz konusu saldırıya cevap olarak kuvvet kullanmamış ve bu tür saldırıların nasıl önüne geçileceğini tartışmak üzere BM’ye bir heyet göndererek Kuzey Kore’ye karşı geniş kapsamlı bir yaptırım uygulanmasını sağlamaya çalışmıştır.

[6] John G. McCarthy, “The United States Should Prosecute Those Who Conspired to Assassinate Former President Bush in Kuwait”, Fordham Int’l L. J., Vol. 16, 1993,  p. 1333

[7] Maureen F. Brennan, , “Avoiding Anarchy: Bin Laden Terrorism, the U.S. Response, and the Role of  Customary International Law”, La. L. Rev., Vol. 59, 1999 p.1196

[8]Quigley John Teplitz, , “The Afghanistan War and Self-Defense”, Val. U. L. Rev., Vol. 37, 2003, p. 550

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen