Avrupa’nın Türk Mes’elesi

Hasan KAYIHAN      

Türkiye’deki bazı  siyasetçi ve aydınların, Almanya ve Fransa gibi ülkelerdeki mevcut iktidarların Türkiye karşıtlığını on yıl sonra iktidarda olmayacakları düşüncesiyle ciddiye almadıkları, hatta bunu açıkça ifade ettikleri bilinmektedir. Diğer bir kesim ise, Türkiye’nin genç ve dinç nüfusu ile ekonomik alanda ciddi gelişmeler gösterdiğini, giderek Avrupa’nın en güçlü ikinci ekonomik gücü olacağını ve işte o zaman Avrupa hükümetleri ve halkının AB kapılarını sonuna kadar Türkiye’ye açacaklarını ummakta ve söylemektedirler.

Avrupa ülkelerinin hemen her birinde seçim dönemlerinde ülkedeki Türkler ve Türkiye seçim malzemesi yapılırken gene Türkiye’deki aynı siyasîler ve aydınlar bu durumu hoş karşılamamakla beraber,  iktidar sorumluluğunun bu yolla iktidara gelenleri de kısa sürede değiştireceğini, seçim atmosferinden kurtulur kurtulmaz sağduyunun hakim olacağını tekrarlamaktadırlar. Biz de kara budundan birer birey olarak bu söylemlere inanmak istediğimiz için inanır gibi yapar, Nazi Almanyası’nda sol göğüslerinde taşımak zorunda oldukları altı köşeli sarı yıldızları görmemek için birbirlerinin yüzüne bakmamayı tercih eden Yahudiler gibi her telefon ve elektrik direğinde, her seçim panosunda, duvarlarda, otobüs ve tramvay duraklarının tentelerinde, kapılarımızdaki  posta kutularında karşımıza çıkan yurdumuzu ve bizleri dışlayan, aşağılayan slogan, resim ve çizimleri görmemezlikten gelmeyi deneriz. Seçimler geçtikten bir süre sonra sokakların durulduğunu, yeni afişlerin dağıtılmadığını, bu tür iktidarların Türkiye’yi AB adaylığı görüşme masasından kaldırmadıklarını, bizleri topyekün sınırdışı etmek için parlamentolarından herhangi bir yasa çıkarmadıklarını görünce rahatlar, “büyüklerimiz” haklıymışlar deriz. 

Böyle deriz de haklarında art niyetli düşünmeyi asla aklımıza getirmediğimiz bu büyüklerimizin Avrupalıları “ne kadar tanıdıklarını” sorgulamayı da akıl edemeyiz. Meseleye onlarla birlikte yüzeyden bakıp “ne olacak, gâvur değil mi,” der, geçiştiririz. Bu yazıda gücü, ileriliği, gelişmişliliği, demokrasisi ve insan haklarına verdiği değer anlatıla anlatıla artık iflâh olmaz birer hayranı haline geldiğimiz Avrupa’yı Türkiye’den bakanların gözüyle, yani geniş bulvarların, devasâ meydanların, meydanları süsleyen heykellerin, gözleri gibi korudukları tarihi eserlerin, dakik ulaşımın, hiç kesilmeyen elektrik akımının, dudaklarından tebessüm eksilmeyen lepiska saçlı hanımların, su yerine bira içenlerin Avrupa’sını değil de “kendi Avrupa’mın” beyin katmanlarını aralamak, bize, yani Türklere bakışını, bunların nedenlerini, niçinlerini anlatmayı deneyeceğim. Okuyucu hedef kitlem, İsviçre’deki minare referandumunda, içlerinde bir tek Müslümanın bile yaşamadığı kentlerde yüzde yüz hayır oyu kullanan “aydınlanmış” ülke sakinlerinin tavrına bir anlam veremeyenler, şaşıranlar, hiç ummayanlardır.  

NE OLUYOR BUNLARA?

Yıllardır Avrupa’da yaşayan bizler bile kendimize bir Avrupalı’nın bize baktığı gözle bakmayı beceremediğimiz içindir ki her saygısız karikatür olayında, her baş örtüsü, her minare-camii yasağında şaşırıp kalıyor ve kendi kendimize soruyoruz: “-Ne oluyor bunlara?..” Oysa hiçbir şey olmuyor, eğer bizler hapsedildiğimiz “getto”lara, duvarın beri yakasına geri dönersek herşey yine eskisi gibi devam edecek; yani burada tekkeler, zaviyeler, çocuklar için ne eğitim ne psikolojik ortam anlayışıyla bağdaşan yatılı Kur’an kursları açmaya ve beslemeğe yine devam edebiliriz. Bu açıdan değişen bir şey yok. Kimimiz Türkiye’ye gene dar-ül harp diyarı gözüyle bakmaya, kimimiz şu kadar küsur bin mescid açtığımız halde ses çıkarmamalarına bakıp “helâl olsun adamlara!”  demeğe, yeni yeni cemaat, tıynet, meşrep dernekleri açmayı sürdürebiliriz. Bu konuda bugüne kadar seslerini çıkardılar mı? Hem niye çıkarsınlar ki? 1. Dünya Savaşı’nda mermi yemiş birkaç asırlık kerpiç binalarını, miyadı dolmuş asbestli fabrika hangarlarını, çoktan kilit vurulmuş rutubetli depolarını değerinin birkaç katıyla satın alan ve onarmak, kıbleyi doğrultmak için şehirdeki yapı malzemesi mağazalarına milyonlar döken bizlere şehir yönetimleri aslında birer “Recycling” madalyası, inşaat sektörüne yaptığımız katkılardan ötürü de “Wirtschaftsförderer” plaketi vermeleri gerekirdi, ama gâvurluk edip tam tersini yapışlarına şaşırmamız, onları iyi tanımamamızdan kaynaklanıyor. Ama onlar bizi tanıyorlar. Başına doladığı kallavî dolamayla Siğtli’nin, afgani entarisiyle Hintli’nin, omuzlarına dökülen çift örgülü saçları, başında kepesiyle Yahudi’nin metropol bulvarlarında fing atışını görünce bizlerin de türbanımız, başörtümüz, takkemizle duvarın öte yakasına geçmeye başlamamızdan önce tanıyorlardı; mâdem ki artık bu toplumun bir parçasıyız, bizim de insanca  ibâdet edebileceğimiz  mekânlarımız olsun  demeye başladığımızı da biliyorlar. Bunları işittikleri halde ses çıkarmadılar; zira Avrupa’nın mantığında söylemek başka şey, uygulamak başka şeydir. Kimse sizin hülyâlarınıza karışmaz, ama o hülyâları yaşamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki Avrupa’nın hümanist yasaları buharlaşıverir, çünkü onlar sadece kendileri içindir. Fransa’dan başlayıp Hollanda’ya, Almanya’ya sıçrayan başörtüsü yasağını hangi insancıl gerekçelerle yasal hale getirdiklerini hep birlikte görmedik mi? İnsan hukuku, Cenevre Sözleşmesi, Kopenhag?.. Tamam da, bu diyârda boşuna mı “wer das Minarett stehlen will, beschaft sich zuerst  das passende Etui”denmiştir? 

MODERN AVRUPA’NIN ORTAÇAĞ YÜZÜ

Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan kubbe ve minareler, bulundukları yerin ufkunu asla kapatmazlar. Yerle de, gökle de barışıktırlar. Buna rağmen Avrupalılar mâbetlerimiz için “şehirlerimizin mimarî dokusunu bozuyorlar” demeğe kalkışınca, bazılarımız “garp diyarı” adamlarının bize yakıştırdıkları “şark kurnazlığı” sözüne yatarak işi kılıfına uydurmaya, yani  camii ve minareleri modern biçimde inşaa ederek bu kozlarını da ellerinden almaya kalkıştılar. Unuttukları şey, kılıf bulma konusunda Avrupalı ile asla yarışılamayacağı gerçeğiydi; şark kurnaz olsaydı, dün yerlerde sürünen garbın oyuncağı mı olurdu?

Almanlar, “Fridrich der Grosse von Preussen” dedikleri krallarının “eğer Türkler gelirse kendileri için camiiler yaparız” deyişini Alman milletinin öteden beri barışçı, hümanist ve inanç özgürlüğüne sahip bir halk olduğu tezlerine tanık gösterirler; üstelik bununla da yetinmezler ve Fridrich’le aynı yıllarda hüküm süren Pfalz elektörü Karl Theodor’un yazlık başkenti Schwetzingen’de yaptırdığı iki ince minareli camiyi işaret ederler. Gerçi o devirlerde orada bu camiide ibadet edecek hiçbir müslüman yaşamıyordu, zaten Kral, bu camiyi rezidensini güzelleştirmek amacıyla yaptırmıştı. Almanlar, Prusya dönemimde IV. Friedrich Wilhelm tarafından 1842 yılında kraliyet mimarı Ludwig Persius’a  yaptırılan zarif minareli camii ile de öğünürler. Hoş, bu bina Müslümanlar için bir ibâdet mekânı olarak değil, sadece şehrin estetik görünümünü zenginleştirmek amacıyla camii stilinde inşaa edilmiş bir su pompalama deposu olarak yapılmıştı ama o güne kadar kendilerine ibadethane yapma izni tanınmayan Berlin Yahudilerinin çok işine yaradı; camii stilinde sundukları proje kabul edildi ve Yahudiler aradan 10 yıl geçmeden içinde ibadet edebildikleri Almanya topraklarındaki ilk sinegoglarına kavuşmuş oldular. Almanya’nın geçmişinde camii stili mimari, endüstrinin de can kurtaran simidi idi; Dresden’de bir sigara fabrikası kurmak isteyen sanayiciler, şehrin imar planı nedeniyle kendilerine güçlük çıkartılması üzerine mimar Heinrich Hammitzsch’ten buna bir çare bulmasını istediler. Mimar, ışık saçan kubbeleri kiliseleri bile gölgede bırakan dev bir camii projesi hazırladı. Eh, şehrin görünümüne güzellikler katacak böyle bir esere kim hayır diyebilirdi ki? 1908 yılında camii görünümlü ilk fabrika böylece açılmış oldu; üstelik Osmanlı ülkesinden satın alınan tütünleri işlediği için ürettiği sigaraya “Yenidze” (Yenice) adı verildi ve sigara paketinin üzerinde de iki minareli bir camii motifi kullanıldı. Karanlık dehlizli yapılardan, ufku kapatan çatılardan ürperen Almanlar,  özellikle Osmanlı stili camii ve onların nârin minarelerini ruh dünyalarına açılan birer ışık huzmesi gibi gördüler. 

PEKİ YA ŞİMDİ?  

İsviçre’deki minare oylamasının hemen ardından Die Welt gazetesinin Almanya içinde düzenlediği  ankette katılımcıların % 5’i kilise kulelerinin gökyüzünü daha çok kapladığını, % 10’u ise birçok camiinin çok güzel göründüğünü düşünürken  % 85’i minarelerin kendisine ürkütücü geldiğini  belirtiyor. Dün şehirlerinin görünümünü güzelleştiren ögeler olarak gördükleri camii ve minarelere bugün neden karşı çıkıyorlar? Yoksa Almanların mimarî güzellik anlayışları mı değişti? Hayır, ne göz zevklerinde nir değiöe var, ne de damak tatlarında…  Yeniçeri’nin gulasch’ını (kulaşı), halwa’sını (helva), crossent’ını (çörek) yüzyıllardır bayram menüsü olarak baştacı edegeldiler, şimdi de dönerle yatıp “türkische pizza” (lahmacun) ile kalkıyorlar. Değişen tek şey, şehirlerin güzelliğine güzellik katan o camii ve minarelerin nerede, nasıl, hatta niçin yapıldığı değil, kimler tarafından yaptırıldığıdır. Ömürlerinde henüz bir minare görmemiş olanların bile minarelerin yüksekliğinden yakınıyor olmaları görsel değil, tamamiyle ruhsal bir yaklaşımın sonucudur. 

“AH BU BENİM GÂVURLARIM!” 

Önce şu yüzeysel “gâvur” deyip geçiştirdiğimiz insanlara bir bir bakalım; tamam, gâvur olmasına gâvurlar da, onlar sadece bizim gâvurlarımız değiller ki! Dünyada bizim gibi hıristiyan olmayan şu kadar küsür millet var, yerkürenin yarıdan çoğunu dolduran budisti, hindûsu, putperesti, bilmem nesi var ama bize yaptıkları gâvurluğu onlara karşı asla yapmıyorlar. Neden? Eğer sadece müslüman olduğumuz için ise, İranlılar da müslüman değil mi? Topyekün Arap devletleri, bizim Trablusgarp’taki Libya, Fas, Tunus ve o ülkelerden gelip yerleşmiş insanlar? Bu ülkelerden hangisinde düşen bir uçaktan ötürü hangi gazeteci, hangi haber spikeri, hangi yorumcu “uçağı türkleştirmişler” (türkisiert) demeyi akıl edebiliyor? Kendilerinde ya da dünyanın başka bir  yerinde ortaya çıkan bozma, mahvetme, yoldan çıkarma, yalan söyleme, sahtekârlık durumlarında “Türk’e benzetme” anlamına gelen bu kelimeyi ya da eş anlamlısını kullanmıyorlar da sadece Türkiye ve Türkler sözkonusu olduğunda hatırlıyorlar? 

“Çünkü Avrupa Birliği’ne girmek isteyen ve halkının büyük çoğunluğu müslüman olan tek ülke Türkiye’dir” de ondan mı? Türkiye’de çok kişinin böyle düşündüğü biliniyor ama alâkası yok! Gerçek şu ki, iktidarı ve muhalefetiyle, sokaktaktaki adamından aydınına kadar Avrupalının bize karşı duruşunun gerçek sebebi, ne siyasî ne de ekonomik yapımızdan ötürüdür; tek sebep, yetiştikleri toplumun kültürel kalıtımından edinilen kronik Türk korkusudur. Bu klişe, Kilise tarafından oluşturulduğu için de ilâhî bir karaktere sahiptir. Türkler aleyhindeki her söze şüphe duymadan inanırlar; Türkleri karalayan her tiyatro eserini, her sinema filmini, her romanı derhal beğenir, oyuncusunu ya da yazarını sahasında dünyanın en büyüğü olarak kabul ederler: Şekspir, Lord Byron, Alan Parker, Pamuk gibi…  Bu korkuyu sadece sanatçılar değil, siyasetçiler de kaşımayı severler; zemin hazır olduğu için de başarıya ulaşma şansları yüksektir. Hatırlayınız, soğuk savaşın en şiddetli olduğu yıllarda bile Batı Avrupa’da komünizm ya da Sovyet-Rus karşıtı olan muhafazakâr ya da liberal partilerden hiçbiri  bu gerekçeyle halktan oy toplayarak iktidar olamamıştır (Batı Almanya’da Helmut Kohl’ün iktidara gelmesi FTP’nin  saf değiştirmesiyle alâkalıdır.)  ama seçim propagandalarını sadece Türk karşıtlığı üzerine oturtarak meclise girmeğe hak kazanan hatta iktidara gelen siyasî partileri pek çok Avrupa ülkesinde görmemiz mümkündür. Şüphesiz bu partilere oy veren, hatta kuran ve yönetenleri bütünüyle neo-faşist, neo-nazi ya da ırkçı olarak nitelendirmek doğru olmaz; ancak, antisemitizm ve rasizm karşıtı bazı grupların bile sürekli olarak Türkiye ve Türk karşıtı tezlere destek veriyor olmalarının sebebini “kalıtımsal Türk karşıtlığı” dışında herhangi bir argümanla açıklamak da mümkün değildir. Üstelik bu olgu, tarih boyunca Türklerle herhangi bir sürtüşme yaşamamış Avrupa toplumlarında da gözlemlenmektedir. Avrupa’daki  bu Türk karşıtlığı kültür mirası öylesine yerleşmiş ve güçlüdür ki, âdeta Avrupalının “olmazsa olmazı” gibidir. Üstelik bu durum Avrupalıların kültür coğrafyası haline getirdikleri ülkelerde de aynıdır; Christopf Kolombus, Magellan, Vasco de Gama dünyanın en ücra köşelerine giderlerken gemilerine herhalde tatlı su yerine bu mirası yükleyip götürmüş olmalılar ki, bir keçiyi bağlasanız kaçmak için her yolu deneyeceği Tanzanya, Togo, Tonya gibi ülkeler dahi Türklere vize uygulamaktadırlar. Orta ve yeniçağlarda Kilise tarafından insanların yüreğine “Hıristiyanların Azraili” olarak işlenen ve artık kronik bir durum kazanmış olan Türk korkusunun ne kadar güçlü olduğunun son örneklerinden birini geçen seçimlerde Hollanda’da gördük. Bu ülkede bir türlü tek başına iktiara gelemeyen, bu nedenle de sürekli sürtüşme halinde olan muhafazakâr (CDA ve sosyalist (PvdA) partiler, hiçbir alanda düşünce birliğine sahip değillerken, birdenbire ortaya çıkan “Türk İnkârcılar” konusunda seçim çalışmaları sırasında dahi davranış birliği sergilemekten çekinmediler; her iki parti, yıllardır kendi bünyelerinde politika yaparak çalışkanlıkları ve erdemleriyle partililerinin güvenini kazanan ve seçim listelerinin üst sıralarında yer bulan Türk asıllı adaylarından birer saat arayla  “Ermeni soykırımını kınıyorum,” beyanında bulunmalarını talep ettiler, yanaşmayanları aynı gün, aynı saatlerde yaptıkları açıklamalarla “Türk asıllı inkârcı adaylarını listelerden çıkardıklarını” kamuoyuna duyurdular. 

 

DİN, ELLERİNDE BİR YÖNTEM

Avrupa’nın “âkil adamlarının” meselesi, bizim onlarla aynı dinden olmayışımız değildir; üstelik bu Akşamistan diyârında günümüzde papazlar, zangoçlar, rahibelerden başka dindar mı kaldı? Papalar bile kendilerini bir din adamından çok siyasetçi olarak kimliklendirmiyorlar mı? Öyle olmasa ne işleri var başka “gâvur ellerinde”? Tamam, Avrupalıların dinle yatıp kalktıkları, birbirlerini dinden sapmakla yani gâvurlukla suçlayarak yüzyıllarca boğazladıkları oldu elbette, ama o zaman dahi din, sadece ağızlarındaki gerekçe idi. Yoksa bir protestan ülkeyle bir katolik ülke güç birliği yapar da bir başka katolik ülkeye karşı savaşır mıydı? Hadi 40 yıl süren o din savaşları aynı evdeki kardeşlerin birbirleriyle didişmeleriydi diyelim, peki ya Haçlı Seferleri? Siz bu seferlerin din gayretiyle açıldığını mı düşünüyorsunuz hâlâ? Alâkası yok! Kilise, doğudaki devletlerin, meselâ Eyyubiler’in Kudüs’ü Hazreti İsa’nın doğum yeri, yâni hıristiyanlığın kutsal mekânı olduğu için değil, o çağlarda her devletin izlediği genişleme politikasının bir gereği olarak ele geçirdiklerini, Selçuklular’ın çoktandır müslümanların elinde bulunan Irak’a, Suriye’ye ve Mısır’a hangi amaçla girdilerse Diyâr- Rum’a da “gâvurcukları Müslüman etmek için” değil, toprak kazanmak için girdiğini bilmiyor muydu? Oralarda yaşayan hıristiyanların dinlerine dokunulmayacağının ilk örneğini Hz. Muhammed, Medine’ye göç ettiğinde oradaki Yahudilere inanç özgürlüğü tanımakla gösterdiğinden haberi mi yoktu Kilise’nin? Eğer Koca Sultan Süleyman’ın amacı hıristiyancıkları müslüman yapmak olsaydı 300 binlik ordularına 10 bin sünnetçi bulup katamaz mıydı? Kim engel olabilirdi ona? Akıncılar Münih tepelerine geldiğinde soluğu Atlas Okyanusu kıyılarında alan Şarlken mi? Dünyanın en geniş casusluk teşkilatına sahip olan Kilise, Türkler Vatikan’ı bile ele geçirseler kimsenin dinine dokunmayacağını, kendisinin de dinî bir kurum olarak varlığını sürdüreceğini elbette biliyordu; ancak hıristiyanlar üzerinde “Tanrı Kral” hegemonyasını yeniden kurabilmek için yüzyıllar boyunca “Türk düşmanlığı” yapmayı  bir yöntem olarak kullandı ve kıta Avrupasının her yerinde bu amacına ulaştı; bütün bir yeniçağ boyunca her kilisede her pazar günü düzenlenen “Türk’e Karşı Dua” âyinleri, her ay bir yenisi dağıtılan sahte “Sultan Mektupları”, Türkler tarafından “kaynar kazanlara diri diri atılan onbinlerce din kardeşimiz” haberleri, geldiler, geliyorlar, kapıdalar söylentileri yayılarak Avrupa’nın dört bir yanında inletilen “Türk Çanları” her Avrupalının genlerine işleyen yapay bir Türk korkusu oluşturdu; işte bu korku, Kilise’nin etkisini kaybetmesinden sonra ilkin yayılmacı krallar, şimdiyse muhteris politikacılar tarafından kullanılmaktadır.

Anlaşılacağı gibi “gâvurcuklarımın”din ayırımcılığı ya da moda deyimiyle İslamofobiden değil, kanlarına işlemiş o Türk korkusundan muzdarip olduklarını düşünüyorum; onlar, ferdî ve millî çıkarları söz konusu olduğunda  İslâmiyet’e olduğu kadar kendi dinlerine de mesafelidirler, ne “gül yüzlü İsa” ne de On Emir umurlarındadır; böyle olmasaydı, 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda birbirlerini ezip çiğnerlerken, karşılıklı olarak kentlerinin üzerine halı serer gibi bomba döşerken aşağıda yaşayanların kendi din kardeşleri olduğunu düşünüp insaflı davranmazlar mıydı? Din korkusu ya da kaygısı gütseydiler Almanlar ilk savaşta kendi din kardeşlerini bir an evvel halledebilmek için yüzde doksanının müslüman olduğunu bildiği Osmanlı’ya can kurtaran simidi gibi dört elle sarılır mıydı? 

KÖR MÜ BUNLAR?”  

Günümüze gelirsek, bizim onların “gâvuru” olmamız, Avrupalı’nın yine umurunda değildir. Elbette bu düşünceme herkesin katılmasının hiç de kolay olmadığını biliyorum; zira özgürlük ve barış adası olarak bildiğimiz Davos İsviçre’sindeki halk bile,  “minare tahammülsüzlüğünü”  sandıktan çıkarıp 2009 Noel armağanı gibi önümüze koyarken “bunların derdi din değildir” demek birçok kişiye hiç de mantıklı gelmeyebilir ve şunu sorabilirler: “Mâdem bu böyle değilse, bu çağda herşey herkesin gözleri önündeyken, Türkiye ekonomisi, hayat düzeyi, iyi eğitim almış milyonlarca genciyle birçok Avrupa ölkesinden daha gelişmiş, daha ileride iken ne diye Türküz diye bize karşı olsunlar? Kör mü bunlar?”

Hayır, kör de değiller, sağır da; ama bize gözleriyle bakmıyorlar ki, bizi şu halimizle göremiyorlar ki! Siz onların mâlûm ve birileri tarafından durmadan cilâlandığı için bizi böyle görmeğe mahkûm “gönül gözlerine” baktınız mi hiç? Hiç sanmıyorum, öyle olsaydı bizi olduğumuz gibi görsünler diye gönül gözlerindeki pası gidermek için bu güne kadar akıllıca işler yapardınız. 

Avrupalı asla aptal değildir; kendisine şirin görünmek için atılan taklaları, dalkavukça davranışları tanır ve alkışlar, hatta teşvik de eder, ama bir dalkavukla asla arkadaş olmaz. Günü geldiğinde kullanmak için yanında bulundurur; size söylemek istediklerini  ilkin ona söyletir, göstermek istediklerini ona gösterir. Su akar, ateş yakar öyle mi? Hayır, o, size suyun yakacağını, ateşin akacağını bütün samimiyeti ve inandırıcılığıyla ısrar eder; biriniz inamazsa, diğeriniz inanır; Avrupa’da en güçlü silâha Almanca bölgesinde „İ-Waffen“ derler, informasyon silâhları… Bir bakarsınız ki silâh sizin bedeninize patlamış, canınız yanınca uyvanır, şikâyete yeltenirsiniz. İsviçre’deki minare halk oylamasında olduğu gibi… 

Bir kere İsviçrelinin sandığından çıkan o “Nein zum Minarett”* cevabı dinî   değil, millîdir; halk oylamasında İsviçreliler diğer Avrupalılar gibi  minareye, hıristiyanlık-müslümanlık açısından değil, “milli ve kültürel açıdan” yaklaştılar; sandığa giden çoğu İsviçreli’nin beyninde minare ile Türklük özdeşleşti. Bir kere Avrupa’da ümmetçilik ya da dindaşlıktan önce millîlik ve yerellik vardır. Biz her ne kadar genel bir kavram olarak “Avrupa, Avrupalı, Avrupalılık” diyorsak da, her Avrupa ülkesi önce milli’dir; birbirlerine ve ötekilere karşı önce “kendi” öncelikleri vardır. Almanca konuşan İsviçrelinin de, Avusturyalının da, Almanyalının da Almancası kendi ülkesine hastır, aradaki tabii nüansları kimsenin kaldırmaya kalkışmasına izin vermezler. Tıpkı Türk klişesinin gevşeyip yok olmasına izin vermemek için sarfettikleri bunca gayret gibi. 

“BİZİ  TANIMIYORLAR”  

Daha bu yıl içinde yasa değişikliği yapıp “Almanya’nın dili Almancadır” diyenler, yarım yüzyıldır ülkelerinde yaşayan insanlara muhtarlık seçimlerinde bile söz hakkı vermeyenler, “ neden hep bizim eksiğimizi ararlar? Bizim güzel yönlerimizi niçin görmezler? Neden tarihe takılıp kalmışlar? Biz Osmanlı değiliz ki, biz Türkiye Cumhuriyeti’yiz!”  Bizi, bizden daha iyi tanıyorlar, çok daha iyi tanımak için de durmadan çalışıyorlar. Türkiye, Almanya’da, Hollanda’da, şurada, burada ne kadar Türk yaşadığını bile kesin rakamlarla bilmiyor. Bunlardan kaçı geriye dönmüş, geriye dönenler nereye yerleşmiş, çocuklarının eğitim durumu nedir, dil sorunları var mı, haberi bile yok! Ama adamlar meselâ Karadeniz’de Lâzca konuşanların kesin sayısını saptamak için kaç senedir harıl harıl köy köy dolaşıyorlar. Neden? Almanya’nın NRW eyaletinde okullarda Türk asıllı bütün öğrencilere içinde bir tek soru ve çarpı işareti için yer bulunan kapalı zarf içinde mektuplar dağıtılıyor; “Alevi misin? (  )“ Neden?.. Elbette sizi daha iyi tanımak için… Türklerin kurduğu kaç dernek var, bunlardan kaçı Türkiye yanlısı, kaçı rejim karşıtı, hangileri İslâmcı, Bozkurtlar kimlere karşı, Atatürkçü derneklerin Ordu ile ilişkisi var mı, ; hepsini biliyorlar. Hangi sanatçı azınlık gruplarındandır, kimler desteklenmeli, fonlardan hangilerinin yararlanmasına izin verilmeli… Cevaplar arşivlerde desteli. Bizi gayet iyi tanıyorlar. 

Daha önce de söyledim, Avrupalılar dalkavukluğu sevmezler ama dalkavukları desteklerler. Kimin eline keser vereceklerini de iyi bilirler. Dünya İsviçre’yi barış adası, tarafsız, âdil  olarak tanımıyor mu? Peki ya İsviçrelilerin bize bakışı? Biz nasıl olur da İsviçrelilerden Türk’e sempati, minarelere izin bekleyebilirdik ki? Daha dün o ülkenin kültür başkenti Zürih’te “Türkler 2 milyon Ermeni’yi, 40 bin Kürt’ü kestiler” diyen ve Nobel ödülüne yürüyen kişi bizim yazarımız değil miydi? Olaya bir de İsviçreli gözüyle bakın; bunları söyleyen, ülkemizin Cumhurbaşkanı’ndan bile ödül tebriği aldığına göre söyledikleri yalan olabilir miydi? Zürih sokaklarını temizleyen Anadolu’nun bilmem hangi kırsalından çıkıp gelmiş kara kafalı Memet dilediği kadar yemin billâh etsin, biz kimseyi asmadık, kesmedik; İsviçreli ona mı inanır, Nobelli’mize mi? Öyleyse adamlar ne diye kafa uçuranların gelip mahallelerine cami-minare dikmesine izin versinler? Sizin ülke olarak Davos’ta Osmanlı bindallılarından, kehkârilerinden sergiler açmanız, uçaklara doldurup getirdiğiniz memleket nimetleriyle Bolulu ustaların elinden dünya liderlerine ziyafetler çekmeniz kaç para eder kaatilliğinizin yanında? Davos başka, minare başka diyorsanız, eh, ama bilesiniz ki en çok hayır oyu tek tük müslümanın yaşadığı, ne bir mescid ne de namazğâh bulunan en uzak kantonlardan geldi, oralarda ne Müslümanlık’tan bir iz var ne de işçi Türklerden; ama ortaçağdan beri perçinleşmiş, bizim de yanlış teşhisler, yanlış dermanlarla sürekli cilâladığımız korku kokan Türk klişesi var! 

CAMBAZA BAKTIRMAK 

Bu klişeyi minareye karşı kullananlar elbette sıradan insanlar değiller; gökyüzüne püskürttükleri isli, kara dumanlardan bulutlar oluşturan fabrika bacaları altında doğan ve gömülen insanları, koskoca ülkede 2-3 minareye karşı kışkırtmalarının sebebi,  halk muhayyilesinin bahçelerinde zaten mevcut olan önyargıları kolayca harekete geçirebilmeğe, daha da derinleştirmeye uygun bir motif oluşlarıdır:  Süngü gibi ince, mızrak gibi uzun; İkiz Kuleler, terör, Hıristiyanlığa saldıran İslâm… Işıklı şerefesi; Türk sarığı… Uçaklar için engel, şimşeği davet eden çelik, yarın bize karşı kullanılacak roket atarlar, gölgesi üzerimize düşerek bizi kirletecek hilâl… Öyle bir Mont Blanck eteklerindeki domuz çobanından Paris’teki Elysee Sarayı’ndaki adama herkese yetecek bir oyuncak… Nitekim  oylama sonucunu teri soğumadan alkışlayan Sarkozy, ülkesinin mimarî dokusunu bozdurmayacağından dem vururken residansının bir kilometre ötesinde güneşi de, bulutları da kapatan bilmem kaç katlı kübik kibrit kutularını elbette görüyordu, ancak atalarının Türklere daha yakın bir coğrafyadan, Macaristan’dan devşirip getirdiği ne olursa olsun Türk’e karşı olmak hastalığı onu bu konuda da sayıklama mecburiyetinde bırakıyor; Sarkozy akıllı adamdır, Türk aleyhtarı her sayıklamanın mâlûm tarlada neşv-ü nem’a bulacağını bilir. 

Sarkozy ve Avrupa’nın diğer akil adamlarının asıl amacı, “asıl önünü almak istedikleri şey” elbette ne minare ne camii ne de müslümanları ibâdetlerinden alıkoyarak dinlerinden soğutma çabasıdır; zira onlar da çok iyi bilmektedirler ki, insan, imânını mescid bulunmayan bir diyarda da koruyabilir, namazını minaresiz ibadethanelerde, hatta birçok yerde Ramazan ayında elli yıldır yapageldiğimiz gibi herhangi birimizin evinin bir odasına iki kilim, bir halı sererek de kılabiliriz, yani o zaten sessiz ve ezansız bırakılan minareler olmayınca bizler hiçbir zaman hıristiyanolmayız. Elbette konuya Avrupalı’nın ağzında  çiğneye çiğneye eskittiği o ciklet, “düşünce ve inanç özgürlüğü”  penceresinden bakıp vergi ödeyen birer mükellef olarak buna hakkımızın olduğunu söyleyebiliriz. İsviçre’deki Türkler ve diğer müslümanlar, Lahey’e bile gidebilirler; büyük bir ihtimalle Lahey’deki hâkimler, İsviçre parlamentosunun din ve vicdan hürriyetini oylama konusu yaptırma kararını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir işlem olarak görüp sonuçlarıyla birlikte iptal edeceklerdir. Peki, bu güçlü olasılığı “benim gâvurlarım” bilmiyorlar mı sanıyorsunuz? Elbette biliyorlar! Onlar halkı oy sandıklarında birer Don Kişot gibi Minare’ye saldırtırken kanatlarını kırmak için üzerinde asıl akıl yordukları “yeldeğirmenine” topyekün saldırı için halka “Kämfer zum Kreuzzug“ ruhu yayma çabasındalar.

Yâni neyi, niçin yaptıklarını çok iyi biliyorlar. 

Ben de biliyorum; zaten bu yüzdendir ki burada bunca “dil” döküyor, bir de Avrupa’nın Türkçe Mes’elesi’ne bakalım diyorum. 

Yazar
Hasan KAYIHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen