Fâtih Sultan Mehmed Hân

Fâtih Sultan Mehmed Hân

(1432-1481)
(Saltanat Yılları: 1444-1445 / 1451-1481)

Turgut GÜLER

Klasik anlayışa nazaran yedinci Osmanlı pâdişâhı. İstanbul’u fethederek milletinin ebedî hâtırâsında baş köşeye oturan büyük Türk. Sultan İkinci Murâd Hân’ın, Hümâ Hâtûn’dan doğan şehzâdesi.

30 Mart 1432 (27 Receb 835) Pazar günü, fecrin ilk dakîkalarında Edirne’de, Sarây-ı Atîk’de Dünyâ’yı teşrîf etti. Doğum vakti, Mi’râc Kandili’ne rastlıyordu. Sultan Murâd Hân-ı Sânî, “Türk Rönesansı”denilen kültür ve medeniyet hamlesinin baş mîmârı olarak, oğlu Mehmed’in yetişmesi ve eğitimi husûsunda, pek özel bir gayret sarfetti. Devrin en büyük ve mârûf hocaları, Şehzâde’ye tahsîs edildiler. Pek keskin bir zekâya ve hayret edilecek kapasitede bir hâfızaya sâhip olan Şehzâde Mehmed, Saray’da tâbi tutulduğu nazarî ve amelî dersleri, tâyin edilen vakitten çok önce tamamladı.

1443 Nîsânında Manisa’ya, Saruhan Sancak Beyliği’ne gönderildi. Hocalarından Molla Gürânî de, onunla birlikte idi. Ağabeyi Şehzâde Alâeddin, aynı yıl vefât etti. Şehzâde Mehmed’e velîahd gözüyle bakılmaya başlandı. 1444’de önce Macarlar, ardından Karamanoğulları’yla barış andlaşmaları yapan Sultan İkinci Murâd Hân, oğlunun saltanat mürüvvetini görmek istedi ve Taht’ı Şehzâde Mehmed’e bıraktı.  Sultan Mehmed Hân Edirne’ye yerleşirken Sultan Murâd Hân Manisa’ya çekildi. 

Sadr-ı âzam Çandarlı Halil Paşa’nın başında olduğu bir kısım devlet erkânı, henüz 12 yaşındaki Pâdişâh’ı, babası hayatta iken pek kaale almak istemediler. Macaristan’daki Kral Nâibi Hünyâdi Yanoş’un liderliğinde, Avrupa’da açılan Haçlı kampanyasını da bahâne eden Halil Paşa, Sultan Murâd Hân’ın yeniden devlet dizginlerini eline alması için çalıştı. 

10 Kasım 1444 günü Haçlılarla yapılan Varna Muhârebesi’nde, Türk ordusu, Sultan Murâd Hân’ın kumandanlığında büyük bir zafer kazandı. Sultan Murâd, Varna Zaferi’nde sâdece ordu kumandanı sıfatını taşıdı. Sultan Mehmed Hân, hâlâ meşrû hükümdâr idi. Zafer sonrasında, yine Halil Paşa’nın ön ayak olduğu gelişmeler sonunda, ilk saltanat devresini kapatan Sultan Mehmed, yerini babasına bırakarak yeniden Manisa’ya gitti. İkinci Sultan Murâd Hân’ın vefatına kadar Manisa’da kalan Sultan Mehmed Hân’a, bu sefer hocalarından Molla Husrev refâkat etti.

Yeni bir Haçlı ordusu ile karşı karşıya kalan Sultan Murâd Hân, 17-20 Ekim 1448 günlerinde, adaşı ve atası Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr’ın 1389 yılında, kazandığı büyük zafer sonrasında şehîd olduğu ovada, İkinci Kosova Zaferi’ni kazandı. Bu sefer ve zafer esnâsında, Sultan Mehmed de, babasının yanında idi ve Ordu-yı Hümâyûn’un bir kanadına kumanda etti. 1450 yılı içinde, kanayan bir yara hâline gelen Arnavudluk üzerine yürüyen Sultan Murâd, oğlu Mehmed’i de çağırdı. Sultan Mehmed, bu seferde gerçekleşen Akçahisâr kuşatmasına iştirâk etti. Bu muhâsara, başarılı olamadı, ama Sultan Mehmed’in akıl defterine, İstanbul kuşatmasında işine yarayacak pek çok faydalı not kaydettirdi. Bu Arnavudluk Seferi dönüşünde, Edirne’de, Dulgadıroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Mükrime Hâtûn’la evlenen Sultan Mehmed, yeniden Manisa’ya gitti. 

3 Şubat 1451 günü, Sultan İkinci Murâd Hân vefât etti. Manisa’dan hareketle Edirne’ye gelen ve ikinci def’â Türkiye Tahtı’na oturan Sultan Mehmed Hân, önce Karamanoğlu İkinci İbrâhim Bey’le hesaplaşmak için Birinci Sefer-i Hümâyûn’una çıktı. Konya üzerine giderken, yolda, Akşehir menzîlinde, Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes’den bir elçilik hey’eti geldi. Sultan Mehmed’i, İstanbul’da rehin tutulan Şehzâde Orhan’ı[1]serbest bırakmakla tehdîd eden Bizans, bahsedilen Şehzâde’nin masrafları için her yıl ödenen verginin arttırılmasını istiyordu. Bu gelişme üzerine, İstanbul’un fethini öne alan Sultan Mehmed, Karamanoğlu işini erteledi ve İkinci İbrâhim Bey’le bir andlaşma yapıp geri döndü.

Karaman Seferi’nden Edirne’ye gelirken Anadolu Hisârı’nın bulunduğu mevkiden İstanbul Boğazı’nı geçen Sultan Mehmed Hân, büyük dedesi Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın yaptırdığı bu hisârın tam karşısına, Rûmeli yakasında ikinci bir hisâr yaptırmaya karar verdi. Kısa zamanda hummâlı bir inşaat faaliyeti başladı. Dört ayda tamamlanan bu kaleye, bizzat Sultan Mehmed’in arzûsu ile “Boğazkesen Hisârı”denildi.

1452-1453 kışını, askerî hazırlık ve siyâsî temaslarla geçiren Sultan Mehmed Hân, kendisinden önceki İstanbul kuşatmalarını ciddî şekilde inceledi ve gereken tedbîrleri, eksiksiz almaya çalıştı. Târîh boyunca pek çok kuşatma geçiren İstanbul, coğrafî vaziyeti ve bilhassa sağlam surları sâyesinde, bu kuşatmaların hepsinden kurtulmayı başarmıştı. Ayrıca, Bizans’ın Hristiyan oluşu, Avrupa istikaametinden yardım gelmesine yol açıyordu. Üç tarafı denizle çevrili olan İstanbul’un fethi için, kara ordusunun yanı sıra, güçlü bir donanmaya ihtiyaç vardı. Daha önce, Osmanlı Devleti adına altı def’â kuşatılan İstanbul’un alınamayış sebeblerinden biri de, Anadolu’da çıkan karışıklıklar ve Hânedân içine sokulan nifâklar idi. 

Turahanoğlu Ömer Bey’in idâresindeki akıncı birliklerini Mora civârına gönderen Sultan Mehmed, Avrupa’dan ve bilhassa Venedik’le Macaristan’dan Bizans’a gelebilecek yardımların önünü, bu bölgede kesmeyi düşündü. Aynı zamanda, Tuna kıyılarındaki askerî istihkâmları gözden geçirdi. Saruca Sekbân ile Macar Urban Usta’nın tecrübe ve bilgilerinden faydalanılarak Edirne’de büyük toplar döktürdü. Bu toplardan en büyüğüne “Şâhî”adı verildi. Her şeye rağmen, Anadolu istikaametinden gelebilecek huzur bozucu hamleleri önlemek maksadıyla da, Anadolu kuvvetlerini takviye etti. Gelibolu Tersânesi’nde yeni ve büyük harb gemileri kızağa kondu. Türk deniz kuvvetlerini, yeni baştan yapılandırdı. Karamürsel, Gölcük, Gemlik, Yalova, Çanakkale, Lâpseki gibi Marmara liman şehirlerinden, kasabalarından, bahriyye askerleri teşkîl edildi. İstanbul Boğazı’ndaki Rûmeli Hisârı gibi, Çanakkale’de de Kilid-Bahir Kalesi yapıldı. Bu yönden İstanbul’a ulaşmayı deneyecek Hristiyan filolarının ilk karşılama yeri olarak, bu kaleye, yeterli kuvvet yerleştirildi.

Bütün tedbîrlerini alan, hazırlıklarını tamamlayan Sultan Mehmed Hân, 1453 yılı bahârında Edirne’den hareket ederek, İstanbul önlerine geldi. Büyük Top (Şâhî), daha önceden yola çıkarılmış ve surların önüne yerleştirilmişti. Türk harb geleneğine uyarak, muhasaraya başlamadan Bizans’a elçi gönderen ve şehrin teslîm edilmesini isteyen Sultan Mehmed Hân, teklîfinin reddedilmesi üzerine, 6 Nîsân 1453 günü, kuşatmayı resmen başlattı. Türk toplarıyla dövülen surlar, Bizanslı müdâfîler tarafından ânında onarıldığından; ayrıca Grejuva denilen ve suya temâs ettiğinde alevlenen bir kimyevî sıvı kullanıldığından, kuşatma uzadı. 18 Nîsân 1453 günü, Baltaoğlu Süleyman Paşa’nın idâresindeki Donanma-yı Hümâyûn, şimdiki Büyükada, Heybeliada, Burgaz Adası, Kınalıada’yı içine alan Prens Adaları’nı[2]fethetti. 

20 Nîsân 1453 günü, Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başaran 4 Lâtin gemisi İstanbul önlerine geldi. Sultan Mehmed Hân, Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya, bu gemilerin İstanbul limanına girmelerinin mutlakâ önlenmesini emretti. Zeytinburnu sâhilinden başlayarak, Hristiyan filosu ile Türk gemileri arasında müthiş bir deniz cengi meydâna geldi. Çok büyük ve harb teknikleri üstün olan Lâtin gemileri, rüzgârın da onlardan yana esmesi yüzünden, Bizans’ın, muhâsara başlarken gerdiği zincirin gevşetilmesiyle, Haliç’e girmeyi başardılar. Bu mücâdeleyi, beyaz atının üzerinde sâhilde tâkib etmekte olan Sultan Mehmed Hân, deniz muhârebesinin en kızgın bir ânında, Türk asker ve kumandanlarına yüksek sesle emirler verirken, hiç farkında olmadan altındaki atı denize sürmüştü. İstanbul’u fetheden azmin adresi, büyük ölçüde bu denize at süren Sultan Mehmed Hân sahnesindedir. Baltaoğlu’nu önce îdâm ettirmek isteyen Sultan, araya giren diğer devlet adamlarının yatıştırmasıyla, sâdece azletti, yerine Hamza Bey’i getirdi.

İstanbul surlarının en zayıf bölgesi Haliç tarafında idi. Fakat oraya Türk gemisi giremediği için, Bizans, bu zayıf surlar için endîşe etmiyordu. Sultan Mehmed Hân, hem Türk gemilerini yararak limana sığınmayı başaran Lâtin gemilerine göz dağı vermek, hem Bizans’ın, bu yardım münasebetiyle yükselen moralini aşağıya çekmek, hem de askerî bakımdan bu zayıf surları yakından vurmak maksadıyla, 21-22 Nîsân 1453 gecesi, hafif gemilerden meydâna gelen 67 parçalık Türk filosunu, döşenen kızaklar üstünde yürüterek Tophâne rıhtımından Tepebaşı’na, oradan da Kasımpaşa’ya taşıdı. Kasımpaşa’da Haliç’e indirilen Türk gemileri, ertesi sabah buraya bakan Bizanslıları, çok büyük bir hayâl kırıklığına uğrattı. Rûmeli Hisârı’nı dört ayda inşâ eden büyük irâde, karada yürüttüğü gemilerle, Dünyâ durdukça anılacak bir şânlı destânın baş kahramânı oldu.

Bizans’ın maddî ve mânevî bütün hayâllerini berhevâ eden Sultan Mehmed Hân, şehri teslîm etmesi için İmparator’a son bir teklîfde daha bulundu. Bunun da reddedilmesi üzerine, 28 Mayıs 1453 Pazartesi’yi 29 Mayıs 1453 Salı’ya bağlayan gece, asker, kumandan ve hocalarının iştirâk ettiği bir toplantı yaptı. Salı sabâhı girişilecek umûmî hücûmun ana hatları ve şehrin son durumu hakkında bilgi verdi. Kendisinin de sıradan bir nefer gibi, askerlerinin arasında hücûma katılacağını ifâde etti. Bu toplantı öncesinde, Pâdişâh’ın hocalarından Akşemseddin’in, tanınmış sahâbi ve Hz. Peygamber’in bayrakdârı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, kayıp mezârını keşfetmesi, fetih târîhi olarak 29 Mayıs Salı gününü vermesi, Türk gâzîlerini moral bakımından coşkun hâle getirdi.

29 Mayıs 1453 Salı günü, daha günün ilk ışıklarıyla karadan ve denizden hücûma kalkan Türk ordu ve donanması, Topkapı semtindeki surlara, daha bir şevkle yüklendi. Bu surların dışında Sultan Mehmed Hân, içinde de Bizans İmparatoru Konstantin bulunuyordu. Henüz Güneş kuşluk çizgisine gelmeden, Uluâbâdlı Hasan adlı bir yiğit, emrindeki serdengeçti müfreze ile bu noktadaki surlara merdiven dayadı. Yukarı doğru tırmandıkça sayıları azalan bu kahramanlardan, sâdece Hasan sura çıkmayı başardı ve sırtında taşımakta olduğu Türk bayrağını, yine yanında götürdüğü gönder direğine geçirip İstanbul semâlarında dalgalandırdı. O ânda, sayması zor Bizans oku, Hasan’ın vücûduna saplandı. Hasan, yüzüne yerleşen azîz bir tebessüm ile son nefesini verdiğinde, sura diktiği bayrak nazlı nazlı dalgalanıyordu. Bu, pek heyecânlı sahneyi, beyaz Türkmen atının üzerinde, nefesini tutarak tâkib eden Sultan Mehmed Hân, rüzgârla birleşip Türklük bestesi yapan Ay yıldızlı bayrağımızı İstanbul panosuna dâhil olmuş görünce, atından indi ve ayaklarının altındaki toprağa eğildi, bu yürek dayanmaz ânı yaşattığı için Allâh’a duâ etti ve şükür secdesine kapandı.

Uluâbâdlı Hasan’ın, şehâdeti bahâsına bayrağı sura dikmesinin ardından, artık zabtedilmesi imkânsız hâle gelen Türk askeri, gerilen yaylardan fırlayan oklar misâli, akın akın şehre daldılar. O gedikler nasıl açıldı? Bölük bölük askerler içeriye nasıl girdi? Bizans İmparatoru, bu kargaşada ayaklar altında kalıp nasıl öldü? Bu sorulara, kimse cevap veremiyordu. O ânda, mâşerî hareket mekanizması çalıştığından, herkes, işlerin nasılına değil, netîcesine bakıyordu.

Topkapı’dan kalabalık maiyeti ile İstanbul’a giren 21 yaşındaki Türk Hükümdârı, artık “Fâtih Sultan Mehmed” adını taşıyordu. Ayasofya’da toplanmış Bizanslıların karşısına çıkan İstanbul Fâtihi, onlara can, mal ve inanç hürriyeti bağışladığını bildirdi. Karanlık bir Orta Çağ zihniyeti içinde, Kilise’nin tahakkümü altında yaşamaya alışmış Bizanslılar, bu aydınlık sözleri hayret ve şaşkınlık içinde dinlediler. İstanbul’un fethinde, elbette askerin, silâhın tartışılmaz bir rolü vardır, ama en tesirli fetih reçetesinin, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, Ayasofya’da söylediği bu sözlerde yazılı olduğu da bellidir. Aynı gün, Ceneviz hâkimiyetindeki Galata Kalesi de, Türk kuvvetlerine teslîm oldu.

1 Haziran 1453 Cuma günü, câmie çevrilmiş olan Ayasofya’da, târîhî bir Cuma namâzı kılındı. Hutbeyi Akşemseddin okudu, imâm olarak mihrâba Fâtih Sultan Mehmed Hân geçti. O günden başlayarak Ayasofya, sonradan yapılan heybetli Türk câmilerine rağmen, câmi protokolündeki liderliğini hiç bırakmadı. Şehrin îmârı için, husûsî bir plân yapan Fâtih Sultan Mehmed Hân, zihnine yerleştirdiği saray, câmi, mescid, han, bedesten, hamam ve çarşıları, bir bir hayâta geçirmeye başladı. Bu arada, ilk iş olarak da, artık bir panoramik unsur hâline gelen surları tâmir ettirdi. Sur tâmirinde, esir Bizanslıların çalıştırılmasını, kurtuluş akçelerini kazanmaları için, kendilerine normal târifenin üstünde ücret ödenmesini emretti. Söğüt, Bilecik, Yenişehir, Bursa ve Edirne’den sonra, Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin yeni başşehri İstanbul oldu.

İstanbul’un fethedildiği günlerde, pek sevdiği hocası Akşemseddin’e mürîd olmak isteyen Fâtih Sultan Mehmed Hân, Hoca’nın bunu kabûl etmemesi ile hükümdârlık vazîfesine devâm etti. Bu nâzik ve hassas noktada, İstanbul’da durmasının tehlikeli olacağını fark eden Akşemseddin, talebesinden uzaklaşıp Göynük’e yerleşti.

İstanbul’un fethi, Türk târîhinin en önemli hâdiselerinden biridir. Belki de, en önemlisidir. Çünkü, daha Attila’dan başlayarak nice Türk Cihângîri, düşündükleri Cihân tablosunun merkezi olarak hep İstanbul’u seçmişlerdir. Avarlar, Bulgarlar, Peçenekler, arka arkaya kuşattıkları bu şehrin surlarını bir türlü aşamamaışlardı. Dandanakân Muhârebesi’nden îtibâren, batı istikaametinde ilerleyen Selçuklular, bu zaferden sekiz sene sonra, Erzurum yakınlarında Pasinler’de büyük bir Bizans ordusunu mağlûb etmişler ve yaptıkları andlaşmada, İstanbul’daki Arap Câmii’nde Sultan Tuğrul Bey adına hutbe okunmasını kabûl ettirmişlerdi. Bahsedilen devrin devlet anlayışında hutbe, bir hâkimiyet unsuru ve sembolü idi. Yine Malazgird Zaferi’nden sonra, hayret edilecek ve hayrân olunacak bir sür’atle Anadolu’yu fetheden Türkler, Kutalmışoğlu Süleyman Şâh’ın kumandası altında, İstanbul’un burnunun dibindeki İznik’i başşehir yaparak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardı. Türk denizciliğinin öncü ismi Çaka (Çakan) Bey, İzmir’i ele geçirip burada kurduğu donanma ile, İstanbul’u fethetme plânları yapmıştı. Osmanlı Devleti, 1453 yılına gelinceye kadar, İstanbul’u tam altı def’â kuşatmış, fakat hepsinin ortak ve farklı sebeplerle netîceye ulaşması mümkün olmamıştı. Bu kuşatmalardan dördü Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’a; ikisi de Mûsâ Çelebî ile Sultan İkinci Murâd Hân’a âitti. Pek karışık ve Timur damgalı türlü zâfiyet işâretleri olan Fetret Fevri’nde, Mûsâ Çelebî, İstanbul’u kuşatmışsa, Türk milletinin İstanbul sevdâsı hakkında yeterli bir kanaate ulaşmak zor olmayacaktır.

İstanbul’un fethi ile kapandığı söylenen Orta Çağ’ın, Türk milleti ve târîhi ile alâkası yoktur. Bahsi geçen bu karanlık ve insan haysiyetine yakışmayan çağ, tamâmen Hristiyan Avrupa’nın ve Bizans’ın çağıdır. Her zaman aydınlık ve berrak olan Türk iz’ânı ile vicdânı, aslâ böyle bir Orta Çağ yaşamamaıştır. İstanbul’u fethederek, kendi yüz aklığımızı, dışımızdakilere de gösterme imkânı bulduk. 

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiği takdîrde, düşman sayısının hayli kabaracağını biliyordu ve bu husûsda yanılmadığını, daha ilk günden başlayarak anladı. Batı Âlemi, yâni Hristiyan Dünyâsı, İstanbul’un dinî hasletlerini ve Bizans’ın Ortodoks duruşunu hesâb ederek, Fâtih’in karşısında saf tuttular. Dinî asabiyetle hareket eden Avrupa’yı, bir dereceye kadar anlamak mümkündü. Fakat, aynı Osmanlı muhâlifi ittifâkın içinde, tanıdık soydaş ve dindaş isimler de bulunuyordu. Akkoyunlu, Karamanoğlu gibi, sırf şahsî ve gündelik düşüncelerle hareket eden Türk beylik ve devletleri, Hristiyanlarla aynı tarafda yer almışlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’u fethettikten sonra, neredeyse atından hiç inmeden batıda ve doğudaki bu rakîbleriyle, hem karada, hem denizde, amansız bir mücâdeleye girişti. Can emânetini esas sâhibine teslîm ettiğinde, onun karşısına çıkanların hepsi, baş eğmiş ve diz çökmüş bulunuyorlardı.

1453 yılının son aylarında, Meriç deltasında ve Semâdirek (Semendirek) Adası karşısında bulunan Enez üzerine yürüyen Fâtih Sultan Mehmed, bir Ceneviz kolonisi olan bu liman şehrini zabtetti. Ardından Bozcaada fethedildi. 1454 Temmuz ayı içinde, Donanma-yı Hümâyûn Karadeniz’e açıldı. Yine bir Ceneviz kolonisi olan Kefe (Feodosia) kuşatıldı. Kırım Yarımadası’ndaki bu pek mühim şehiri ellerinde tuttukları için Kırım Hanlığı’na vergi veren Cenevizliler, bu vergiyi Osmanlı Devleti’ne ödemeyi taahhüd ederek, şimdilik kaydıyla buradaki hâkimiyetlerine halel getirmediler. Yakın gelecekte, Kırım Hanlığı ve Karadeniz için daha büyük adımlar atmayı düşünen Fâtih Sultan Mehmed, bu geçici Kefe statüsüne rızâ gösterdi.

1454 yılına sığan bir başka sefer başlığı Sırbistan oldu. Daha Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân zamânında Osmanlı himâyesine giren Sırbistan’da, Türklerin Vılkoğlu dedikleri Yorgi Brankoviç, “Despot”unvânı ile hüküm sürüyordu. Vılkoğlu, Sultan İkinci Murâd Hân’ın hanımlarından Mara’nın babası idi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu üvey annesini, babasının vefâtından sonra Sırbistan’a geri göndermişti. Türklere karşı her zaman iki yüzlü bir siyâset tâkib eden Sırbistan’ın cezâlandırılması için harekete geçen Fâtih, Sivricehisâr (Ostroviç)’ı fethetti. Sırbistan’ın başşehri Semendire de kuşatıldı, fakat, işin içine Macaristan’ın karışması yüzünden, geri dönüldü. Türklerin, bu işin peşini bırakmayacaklarını anlayan Vılkoğlu, İstanbul’a elçiler göndererek andlaşma istedi. Sırbistan’ın yıllık 30.000 flori vergi ödemesi kaydı ile, taraflar arasında barış sağlandı.

1455 yılında, Kapdân-ı Deryâ Hamza Bey’in kumandasındaki Türk donanması, Adalar Denizi’ne çıktı. Rodos Şövalyeleri’ne âit İstanköy (Kos) Adası’nı tahrîb etti. Kavala limanının karşısında yer alan Taşoz Adası’nı ele geçirdi. Ceneviz hâkimiyetinde bulunan Limni ve Midilli adaları tazyîk edildi. Cenevizliler, bu iki ada için Osmanlı Devleti’ne ödedikleri vergiyi arttırdılar.

Akıncı kumandanlardan Evrenoszâde Îsâ Bey’in düzenlediği rapora dayanarak, İkinci Sırbistan Seferi’ne çıkan Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1455 yılı Haziranında Novaberda’yı istirdâd etti. Burası, Sultan İkinci Murâd zamânında fethedilmiş, bilâhare elimizden çıkmıştı. Dönüş yolunda Kosova’ya uğrayan Fâtih Sultan Mehmed Hân, büyük atası Şâh- ı Şehîd Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr’ın “Meşhed”ini ziyâret etti. Hükümdâr Sırbistan’da iken, Evrenoszâde Îsâ Bey, emri altındaki akıncılarla Arnavudluk’a girdi, âsî İskender Bey’i yendi. 1455 Eylûlünde, Boğdan Prensliği, gönderdiği elçiler vâsıtasıyla Osmanlı Devleti’ni metbû tanıdığını bildirdi. Sırbistan mes’elesini istediği şekilde çözemeyen Fâtih Sultan Mehmed, 1455-1456 kışını Edirne’de geçirdi. Bu, yeni bir Sırp Seferi’nin işâreti olarak anlaşıldı. 

1456 bahârında, beklenen Üçüncü Sırbistan Seferi başladı.  Türklerin gelmekte olduğunu anlayan Vılkoğlu, Macaristan’a kaçtı. Türk ordusu, o sırada Macarlarıın elinde bulunan Belgrad üzerine yürüdü. Bu pek mühim şehir, Sultan ikinci Murâd Hân zamânında da muhâsara edilmiş, fakat ele geçirilememişti. 1456 Temmuzunda kuşatılan Belgrad’ın imdâdına Macar Kral Nâibi Hünyâdi Yanoş geldi. Bir ara şehre giren Türk askerleri ile Yanoş’un birlikleri arasında çok şiddetli sokak çarpışmaları oldu. Türkler, yeniden sur dışına çıkarıldılar. Bu arada Otâğ-ı Hümâyûn’a kadar ilerleyen Macar askerleri ile bire bir çarpışmak mevbûriyetinde kalan Fâtih Sultan Mehmed, kalçasına isâbet eden düşman kılıçlarına mâni olamadı. Şiddetli ağrılar içinde kalan Pâdişâh’ın tedâvisine, Otâğ-ı Hümâyûn’da başlandı. Aynı gün, Hünyâdi Yanoş da yaralandı. Bu durumda muhâsara kaldırıldı. Fâtih, gördüğü tedâvi ile iyileşti, fakat Yanoş, aldığı yara yüzünden öldü.

Belgrad üzüntüsünü unutmak isteyen Fâtih, kendini iyi hissedince, oğulları Mustafa ve Bâyezîd’in sünnet düğünlerini yaptırdı. Edirne’de yapılan bu düğün, uzun zaman unutulmadı. 1456 yılında, yine Ceneviz hâkimiyetinde olan Foça, Türk topraklarına katıldı. 

Son Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes’in kardeşleri Thomas ile Dimitrios, Mora’da despot olarak bulunmaya devâm ediyorlardı. Venedik’in de tahrîkleriyle birbirlerine düşen bu iki kardeşin Mora’yı paylaşma pazarlığına Arnavudlar da dâhil olunca, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın Mora Seferi’ne çıkması kaçınılmaz hâle geldi. Her bakımdan, Mora’nın Türkiye’ye katılması gerekiyordu. İtalya hakkında geniş plânlar yapmakta olan Türk Hükümdârı, Mora engeli aşılmadan İtalya’ya gidilemeyeceğini biliyordu. 1458 Mayısında Mora’ya yürüyen Fâtih, önce Dimitrios ile Thomas’ın aralarında anlaşmalarını bekledi, fakat bu mümkün olmayınca, Atina’da bulunan Lâtin Dukalığı’na son verip, bütün Mora’yı Rumeli Beylerbeyiliği’ne bağladı. 

1457 yılı içinde ölen Vılkoğlu’nun ardından, Sırbistan’da taht kavgası çıktı. Vılkoğlu’nun yerine geçen Lazar da bir yıl sonra ölünce, Sırbistan işleri iyice sarpa sardı. Macarların işe karışmasını önlemek maksadıyla acele davranan Fâtih, Dördüncü Sırbistan Seferi’nde, 1459 Kasımında, Semendire’yi zabtetti ve bütün Sırbistan’ı Semendire Sancağı adı altından Türkiye’ye bağladı.

1461 yılında Karadeniz Seferi’ne çıkan Fâtih Sultan Mehmed Hân, önce Ceneviz nüfûzundaki Amasra’yı fethetti, ardından Sinop ve çevresine hükmeden İsfendiyâr / Cândâr Beyliği’ni ortadan kaldırıp, bu beyliğin başındaki İsmâil Bey’i, Filibe’ye gönderdi. Karadeniz harekâtına devâm eden Fâtih, Bizans’ın Anadolu’daki son temsîlcisi durumunda olan Trabzon Rûm İmparatorluğu’na yöneldi. Kurduğu akrabâlık münâsebetleri sâyesinde, Trabzon’u kendi limanı gibi kullanan Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan Bey, bu şehrin Osmanlı hâkimiyetine girmemesi için çok gayret etmesine rağmen, bunda muvaffak olamadı ve 26 Ekim 1461 günü, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın unvânları arasına Trabzon fâtihliği de ilâve edildi.

1462 yılında, önce Eflâk Prensliği, ardından Bosna Krallığı Osmanlı himâyesine alındı. Yine bu yıl içinde, Ceneviz nüfûzundaki Midilli Adası fethedildi. Türk denizciliğinin şânlı isimleri Barbaros Kardeşler, bu adaya yerleştirilen Türk askerlerinden Vardaryeniceli Yâkûb Ağa’nın oğullarıdır.

1466’da, Karaman Seferi’ne çıkan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Konya’ya girdi ve  bu şehri merkez tâyin ederek Karaman Beylerbeyiliği’ni kurdu.

1467 ilkbahârında Arnavudluk üzerine sefer düzenleyen Fâtih, Osmanlı Devleti’ni yıllardır uğraştıran bu mes’eleye son noktayı koydu ve İskender Bey’i buradan kaçırdı. Âsî İskender Bey, 1468 yılında vefât etti.

Birinci yüzyılda Akdeniz’in en büyük ve güçlü donanmasına sâhip olan Venedik, Osmanlı Devleti’nin denizde kendisini tehdîd etmeye başladığını görünce, başka Avrupa devletlerini de yanına alarak Türklere savaş îlân etti. 1479 yılına kadar, ekseriyetle denizde, az bir kısmı da karada 16 yıl süren bu uzun soluklu mücâdeleyi, sonunda Fâtih Sultan Mehmed Hân kazandı ve Venedik andlaşma yapmak için İstanbul’a elçiler gönderdi.Taraflar arasındaki andlaşma, 26 Ocak 1479 günü, İstanbul’da imzâlandı.

1473 yılında, Akkoyunlu Devleti ile bozulan münâsebetler, tarafları muhârebe meydânına taşıdı. Erzincan yakınlarında, Otlukbeli mevkiinde, 11 Ağustos 1473 günü meydâna gelen vuruşma, Ordu-yı Hümâyûn’un zaferi ile netîcelendi. Böylece, Anadolu’nun doğu cihetinde, Osmanlı hâkimiyeti genişledi.

Karadeniz’in kuzey sâhillerinde, Türkiye’ye katılmadık hiçbir yer bırakmak istemeyen Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1475 yılında, Gedik Ahmed Paşa kumandasındaki Donanma-yı Hümâyûn’u Kırım Yarımadası’na gönderdi. Ceneviz hâkimiyetindeki Menkûb ve Kefe’nin alınmasından sonra, Kırım Hanlığı da Osmanlı himâyesine girdi. Aynı yıl, Boğdan üzerine sefere çıkan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Kırım’dan dönmekte olan Donanma-yı Hümâyûn’u da Boğdan’ın Karadeniz’deki limanlarına yönlendirdi. Karadan ve denizden abluka altına alınan Boğdan, kesin olarak Türk himâyesine alındı.

Akdeniz’deki Türk deniz trafiğinin tam ortasında kalan ve dinî hasletler taşıdığı için bütün Hristiyan Avrupa’nın desteğini alan Rodos Şövalyeleri’ne hak ettiği cevâbı vermek isteyen Fâtih Sultan Mehmed Hân, Mesîh Paşa’nın idâresindeki Donanma-yı Hümâyûn ile bu donanmaya bindirilmiş orduyu 1480 yılı içinde Rodos Adası üzerine gönderdi. Hem Ada’nın coğrafî yapısı, hem de Şövalyelerin şiddetli müdâfaası yüzünden, bu sefer başarısız oldu. Rodos, tıpkı Belgrad gibi, İstanbul Fâtihi’ne boyun eğmedi.

1480 yılında, Roma İmparatorluğu’nun batı kanadının merkezi kabûl edilen İtalya’yı fethetmeye karar veren Fâtih Sultan Mehmed, Gedik Ahmed Paşa’yı Donanma-yı Hümâyûn ile yola çıkardı. Yolda Ayamavra, Kefalonya ve Zanta adalarını fetheden Ahmed Paşa, 11 Ağustos 1480 günü, İtalya’nın güneydoğu ucundaki Otranto limanını ele geçirdi. Buraya, muhâfız birlikler koyup, İtalya’nın iç bölgelerine uzanmayı plânladığı bir sırada gelen, Fâtih Sultan Mehmed’in vefât ettiği’ne dâir haber, bütün işleri yarıda bıraktırdı.

Büyük ihtimâlle Memlûk Sultanlığı üzerine düzenlendiği sanılan son seferine çıktığında, Kocaeli arâzisinde, ünlü Kartaca Kumandanı Hannibal’in mezârının bulunduğu mevkide, Hünkâr Çayırı veyâ Tekfûr Çayırı denilen yerde, 3 Mayıs 1453 (27 Safer 886) Cuma günü Hakk’ın rahmetine kavuşan Fâtih Sultan Mehmed Hân, 22 Mayıs 1481 (23 Rebîülevvel 886) Salı günü, İstanbul’da, kendi adına yaptırdığı Fâtih Câmii’nde, Şeyh Vefâ Efendi’nin kıldırdığı cenâze namâzından sonra, aynı câmiin hazîresine defnedildi. 

İstanbul Üniversitesi’nin çekirdeğini teşkîl eden Sahn-ı Semân’ı kuran Fâtih Sultan Mehmed, daha nice îmâr ve kültür hamlelerini başlatmasıyla, kendisinden sonra gelen hükümdârlara yol açıcılık, mihmândârlık yapmıştır. “Avnî”mahlâsıyla şiirler yazan Fâtih, devrinin en önde gelen şâirlerinden sayılmıştır. Kutadgu Bilig’in, Uygur harfleriyle yazılan Viyana nüshası, Fâtih devrinde Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiş ve Osmanlı Sarayı’nda, Uygur yazısı ile yazan bir resmî dâire açılmıştır. Fâtih’in saltanatında, Uygur harfleri ile yazmak ve yazışmak, hayli yaygın hâle gelmiştir. Acemî Oğlanlar Ocağı’na alınacak Hristiyan çocuklarına, iyi şekilde Türkçe öğretilmesini emreden Fâtih Sultan Mehmed Hân’da, çok üst seviyede bir milliyet ve dil şuûru vardı. O, aynı zamanda, Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin en büyük kaanûn koyucusudur. 1876 yılında îlân edilecek Kaanûn-ı Esâsî’ye kadar, anayasa hükmünde geçerli olan Kaanûnnâme-i Âl-i Osmân’ı, bizzat yazdıran, Fâtih sultan Mehmed Hân’dır. Onun, zehirlenerek öldürüldüğüne dâir iddiaların, târîhî bir değeri yoktur. Çok rahatsız olarak çıktığı son seferinin başlangıcında, eceli ile vefât etmiştir.

Dipnotlar

[1]Şehzâde Orhan, Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın oğullarından Süleyman Çelebî’nin oğlu veyâ torunudur.

[2]Kızıl Adalar

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen