Batı Göçümüz

Hasan KAYIHAN

Neredeyse üç çeyrek yüzyıl önce Batı Avrupa ülkelerine  çağrılan  insanımıza uzun süre biyolojik  iş makinaları olarak bakıldı; onların da birer “sosyal varlık” oldukları fark edildiğinde ise bu gerçeği  bütünüyle kabullenmek yerine ötekileştirme yoluna gidildi ve “Misafir İşçi” kavramıyla sınıflandırıldılar. Resmî tavır, ana kitleden  bu  insanları kendisinin  dışında ama onun  değer yargılarını sureten de olsa  kabul eden bir paralel toplum olarak algılamasını,  yaşama biçimlerine  tahammül göstermesini bekledi. Ne zaman  ki  bu yaşam biçiminin  “getto” sınırlarını zorladığı ve dışarıya taşmağa başladığı görüldü, derhal “geri dönüşü teşvik yasaları” devreye sokularak maddî özendirme yoluyla özellikle Türk nüfusunu azaltma  yolu denendi. Ne var ki Türkiye’nin o yıllarda bir türlü sosyal ve ekonomik istikrara kavuşamaması, özellikle kırsal kesime geri dönen ailelerin yurtdışında  yetişen  genç bireylerinin  ana vatana uyum sağlayamamaları yüzünden zamanla bırakıp geldikleri ülkelere “yeniden geri dönüş” yolları aramalarına sebep oldu. Türkiye’den yapılan evlilikler ve doğumlar sonucu bugün sadece Almanya’da 2 milyonu aşan nüfusumuzun demografik yapısı ilerisi için pek de ümitvar olabilmemize imkân tanımıyor; artık sadece Alman ırkçılarının değil, iktidar partilerinin ve federal yönetimlerin bile zaman zaman  yüksek sesle yabancı /aslında Türk/ aleyhtarlığı yaptıkları bir dönemde bulunuyoruz. 

Toplumumuzun milletlerarası sözleşmelerden doğan haklarından  ve çağın insan anlayışının sağladığı imkânlardan yeterince yararlanabilmesi için gerekli yapısal oluşumun oldukça uzağındayız. Artık kendimizi “çağırdınız, geldik” mantığıyla savunmak ve oyalamak yerine, konumumuzu iyi tanımlamak ve içinde yaşadığımız toplumlarda beliren etnik sınıfçı yaklaşımlara bütüncü bir tavırla karşı koymak zorundayız. 

Bu çalışma, Batı Göçü’müze topluca bakmak ve toplumca yeni bir tavır ortaya  koyabilmemize katkıda bulunması  amacıyla kaleme alınmıştır.

31 Ekim 1961 tarihli Türkiye – Federal Almanya İşgücü Anlaşması’nın üzerinden “Yarım Yüzyıl” geçeli epeyce oldu; aslında Türk insanının Almanya macerası bu tarihten çok daha gerilere uzanmaktadır. Otto von Bismarck’ın Rusya’nın etki alanının genişemesinden duyduğu endişe, Osmanlı ve Alman imparatorlukları arasındaki ilişkilerin 1880 yılından itibaren sistematik biçimde gelişmesine temel oluşturdu. İstanbul’u politik ve ekonomik alanda bütünüyle kendisine bağlamayı düşünen Berlin, bu hedefine ulaşmak için  Bağdat ve Anadolu demiryollarının yapımını da üstlenince Almanya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na ham madde karşılığı mamul madde girişleri arttı.  II. Abdülhamit döneminde çok sayıda Türk genci  askeri ve teknik eğitim almak üzere Almanya’ya gönderildi.  Balkan Savaşı’ndaki yenilgi üzerine yenileştirilmesine girişilen Osmanlı Ordusu’nda çok sayıda Alman kurmay subayına görev verilmesi, haliyle Alman silah sistemlerinin edinimine de yolaçtı. 

Her iki imparatorluğun I. Dünya Savaşı’ndaki “silah arkadaşlığı” kaybedilen savaş nedeniyle özellikle Almanlar tarafından tez unutuldu; imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecini farklı şart ve biçimlerde gerçekleştiren  her iki ülke arasında  kopan ilişki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’yla (24 Temmuz 1923) tam bağımsızlığına kavuşmasından sonra 3 Mart 1924 tarihinde imzalanan Türk-Alman Dostluk Anlaşması’yla yeniden kuruldu. 

ÖNCE ONLAR GELDİLER

Almanya’da gelişen ırkçı politik akımların  1933 yılında NSPD’nin önderliğinde iktidara gelmesiyle birlikte baskıdan bunalan Alman aydınlarına, Atatürk 

Türkiye’sinin kucak açması, hükümetler arasında değilse de iki ülke aydınları arasında daha farklı boyutlarda yeni 

bir ilişkiler ağının oluşmasına neden oldu.  Aralarında Berlin eski belediye başkanı Ernst Reuter, ünlü müzisyen Paul Hindemith, dilbilimci George Rohde gibi birçok bilim adamının yanısıra,  kendilerine sadece sığınma hakkı değil, bozkırın ortasında kurulan yeni Türk başkentinin mimarları olma onuru da verilen Martin Wagner, Bruno Taut, Hans Poelzig, Martin Elsässer, Paul Bonatz ve 1939 yılında yeni 

 parlamento binasını inşaa etmekle görevlendirilen Clemens Holzmeister gibi pek çok  Alman aydını II. Dünya Savaşı sonuna kadar Türkiye’de kaldılar. Bir kısmı Türkiye’yi yeni vatanları sayıp ömürlerinin sonuna kadar orada yaşadılar ve orada toprağa verildiler.

DOST DERKEN

Ne var ki, gerek imparatorluk gerekse cumhuriyet döneminde iki ülke arasında görülen bu sıcak ilişki, Türkiye ve Türkler açısından her zaman sağlıklı olmadı. Osmanlı İttihat ve Terakki Partisi hükümetinin son sadrazamı Talat Paşa’yı Berlin’de vurarak öldüren Ermeni teröristi Telerian’ın mahkemesi sırasında dünya hukuk tarihinin en kara sahneleri yaşandı; sadece Ermeni tezlerini savunan tanıklar dinlenerek Türk milleti, Ermenilere katliam uygulamakla suçlandı. Ermeni suçlamalarının asılsızlığını bilen ve o dönemin görgü tanığı olan General von Schellenberg gibi kişiler,  mahkemeye ifade vermek üzere şahsen başvurdukları halde kendilerine söz verilmedi ve bir kaatil beraat ettirildi.

Sovyetler Birliği’ni arkasına alan Almanya Halk Cumhuriyeti’nin kendisi için yarattığı tehlikeyi önleyebilmek için NATO’nun en büyük destekçisi olan Federal Almanya Cumhuriyeti, NATO’nun güney kanadını oluşturan Türkiye’yle de yakın ilişki içine girdi.

BERLİN DUVARI

Berlin Duvarı’nın örülmesi, giderek güçlenen sanayisinin ihtiyaç duyduğu işçi açığını doğudan göç alarak kapatmasını engelleyince ilkin İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerden “Misafir İşçi” almaya başlayan Federal Almanya, 1961’de Türk işgücünü çekmeye başladı. Birkaç yıl çalışarak küçük bir işletme kurmak ya da bir ev, arsa, birkaç dönüm tarla ve belki bir traktör almak umuduyla Almanya’ya gelmek isteyenlerin sayısı, bu ilkenin işçi talebi arttıkça artmaya devam etti. Türkiye’nin her on yılda bir karşılaştığı askeri darbeler ve bir türlü içinden çıkamadığı ekonomik istikrarsızlıklar, insanların dönüş yollarını kapadı. 1980’li yıllarda aile birleşimi yoluyla kalıcı göç dönemine girildi.

PETROL KRİZİ

1973 yılında yaşanan petrol krizi  Alman endüstrisindeki hızlı yükselişi frenleyince, işgücü fazlası oluştu. Bunun üzerine yeni işgücü alımına son verildi.  O günlerde Federal Almanya’da yaşayan Türk nüfusu 910 500 idi.  İşgücü sınırlamasının bir hedefi de, göçmen işçilerin ülkelerine geri dönüşünü sağlamaktı; ancak mevcut Türk işçilerinin geri dönüşü bir yana  1966/1967 yıllarında gerçekleştirilen geri dönüşü teşvik uygulamasıyla Türkiye’ye dönmüş olan eski Konuk İşçiler de ülkelerindeki büyük krizler nedeniyle tekrar Federal Almanya’ya gelmeye başladılar. Türkiye’de yaşanan  ekonomik krizler giderek artmaya başlayınca, geri dönüş planları yapan Türk işçilerinin birikimleri düşledikleri yatırımları karşılayabilecek düzeye  bir türlü ulaşamadı. Bunun üzerine daha uzun süreler Almanya’da kalmaları kaçınılmaz hale geldi ve aile birleşimi yoluyla eş ve çocuklarını getirmeye başladılar.  

VİZELER DÖNEMİ

Avrupa İnsan Hakları Konvensiyonu’nun 8. maddesi aile birleşiminin engellenmesini önlediği için, hızla artan göçün önüne geçmeyi ailelerinin yanına gelecek çocuklarda  18 yaş sınırını 30 Kasım 1980’den itibaren 16’ya indirmekle çözmeyi düşünen Federal Almanya’ya çok kısa bir süre içinde yoğun bir Türk göçü başladı ve bu ülkedeki Türk nüfusu 1,5 milyona ulaştı.

28 Kasım 1983 tarihinde, sadece işsizliğin artması gerekçesiyle değil, hristiyan kültürüne sahip Almanya’ya Türklerin uyum sağlamakta zorlandıkları düşüncesiyle, geri dönenlerin ve onların çocuklarının bir daha Federal Almanya’ya dönmemeleri esasına dayanan gayri insani  içeriğe sahip yeni bir  Geri Dönüşü Teşvik Yasası çıkarıldı. Bu yasadan yararlanan ve büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu 250 00 kişi ülkelerine döndü. Federal Almanya’da dünyayaya gelmiş ve okula başlamış on binlerce çocuk ve genç Türkiye’deki okul sistemine ayak uyduramayarak büyük zorluklarla karşılaştılar.

YA KALANLAR?

Kalanlar, Türkiye’den evlilik yoluyla bu günkü sayılarla 1,8 milyona ulaştılar. Uyum programları çerçevesinde bir dönem Alman vatandaşlığına geçmeye özendirilenler, Ferderal Almanya  Yabancılar Yasası çifte vatandaş olmaya izin vermediği için yasal olmayan bir yol tuttular ve gizlice T.C. vatandaşlığına dönüş yaptılar; ancak Federal Alman Şansölyesi, kendisini ziyarete gelen dönemin Türk başbakanından Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde destek vereceği vaadinin karşılığında Alman vatandaşı olan Türklerin yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınmayacakları sözü  aldı. Tarih şuuruna sahip olmayan bu başbakanımız Türkiye’ye dönerken gururla  “bu iş tamam, AB’ye giriyoruz” diyecekti.

PEMBELEŞME

Böylece nerelerde geçerli olduğu hâlâ tam olarak bilinmeyen  Pembe Kart dönemi başladı; ancak Türklerin giderek artan sayılarda Alman vatandaşlığını alması ve böylece seçme ve seçilme hakkı kazanmaları ve Türkiye aleyhtarı politikalarla oy toplamayı düşünen siyasi partilere tavır koymaları, bu tür partilerin yönetimde bulundukları eyaletlerde vatandaşlığa geçiş işlemlerinin giderek zorlaştırılması olgusunu doğurdu. 12 Eylül saldırısından sonra  ise Batı Dünyası, müslümanlara karşı şüpheci bir yaklaşıma yöneldi. İlkin Almanya’nın Baden-Würtemberg eyaletinde başlayan  “Vicdan Testi” uygulaması,  insan onuruyla bağdaşmayan sorular içerdiği halde Federal hükümet tarafından desteklendi ve diğer bazı eyaletlerin de aynı yolu seçmelerine zemin hazırladı.

Bu olay, öteden beri Türkiye’den bekledikleri sıcak yaklaşımı bir türlü bulamayan Almanya Türklerinin Alman vatandaşlığına daha fazla meyletmelerine yolaçtı. 

ALT/ÜST KÜLTÜR

Günümüzde “Çok Kültürlü Toplum tezi yerine “Öncü Kültür diretmesi, Türkçe Anadil derslerinden vazgeçilmesi, okullarda ve bazı iş yerlerinde Almanca dışında bir dilin kullanılmasının yasaklanması gibi uygulamalar giderek yaygınlaşmakta; ünlü bazı politikacılar, yabancı çocukların ilkokula başlarken alınacakları dil testini başaramamaları durumunda geri yekâlı Alman çocukalarının devam  ettikleri okullara gönderilmeleri yolunda görüş dahi belirtir duruma gelmiş bulunmaktadırlar.  Öteden beri ırkçı Almanların saldırılarına  muhatap olan Türkler, herşeye rağmen yaşadıkları Batı ülkelerinde kalma eğilimine yönelmiş bulunuyorlar. Artık Türkiye’deki  mal varlıklarını elden çıkararak konut edinme dönemine girdiler. Onca dışlanma olgusuna rağmen 2. kuşak da dahil olmak üzere yaşadıkları ülkelere temelli yerleşme sürecine geçmelerinin sebepleri şöyle özetlenebilir:

HER ŞEYE RAĞMEN

-Artık yaşlanan ve daha fazla sağlık hizmetine ihtiyaç duyan kesimin alıştığı sağlık hizmetini Türkiye’de bulamaması,

-Türkiye’de dönüşlerine zemin hazılayacağını umarak katıldıkları işçi şirketleri denemesinin başarısızlıkla sonuçlanması,

-Holdinglere kaptırdıkları birikimlerinin takibinde kendilerine yardımcı olmayan Türkiye’ye duydukları hayâl kırıklığı,

-Çocuk ve torunlarından uzun süre ayrı kalmayı arzulamamaları,

-Türkiye’de terör ve sokak çetelerinden korkuları

-Kültür değişimine maruz kalışları.

AVRUPALILIK

2006 yılına girer girmez başta Hollanda, Almanya ve Danimarka olmak üzere yerleşik Türk nüfusunun bulunduğu ülkelerde Türkleri yeniden analiz etme dönemi başladı.  Aile içi şiddet, zorla evlendirme, namus cinayetleri, paralel toplum oluşturma  çabaları üzerine her gün basın-yayın organlarında haberler, yorumlar, incelemeler yayınlanıyor.  Oysa Türkler, yarım yüzyıl önce aralarına karıştıkları toplumların ne tarihi ne hayat tarzları ne de dünya görüşleri hakkında bir bilgiye sahiptiler;  ancak integrasyon-reintegrasyon ve asimilasyon tartışmalarının alevlendiği 2006 yılı başından beri Avrupalıların kimler olduklarını düşünmeye başladılar. Özellikle Türklerin  Avrupa  ya da sosyolojik anlamda Batı ile ilişkilerini bilmek, Avrupa’da  yaşamaya karar vermiş bir toplumun ilk yapması gereken iş olmalıdır; onları iyi tanımak, birlikte yaşama hedefine ulaşmak için yapılması gereken çalışmalar hakkında en azından metodik ipuçları bulmalarına yardımcı olacaktır. Öncelikle şu sorulara kendi kendimize cevap vermemiz gerekmektedir:

-Batı ve Türkler arasındaki ilişkinin sosyolojik koordinatlarını nasıl anlamamız gerekmektedir? Her  iki taraf toplumsal şuur altında  birbirlerini nasıl görüyorlar? Bu yaklaşımlar genel ve bireysel düzeyde ilişkilere nasıl yansıyor?

Zaman zaman kendimizi batılılara hoş gösterme çabası içine girdiğimizi inkâr edemeyiz.  Bu yanımızın artık onlar da farkına vardılar; Türkiye ya da Türkler  hakkında ne zaman olumlu bir  şey söylesek, sözlerimizdeki  „verschönern/güzelleştirme“ oranını keşfetmeye girişiyorlar.  Türkiye ve Almanya’daki Türkler hakkında araştırmalar yapmak amacıyla kurulmuş bir enstitü, Almanya Türklerinin kültürel yapısını belirlemek için yaptığı anketi Türkiye Kültür Bakanlığı’nın finasmanıyla kitap haline getirmiş.

HARMAN OLA

Araştırmacıların vardıkları sonuç şöyle:  „Görüldüğü gibi Avrupa´da yaşayan Türklerin  son 2 yılda % 65´i ayda en az 5 defa sinemaya, % 60´ı ayda en az 2 defa tiyatroya, % 45´i ayda en az 1 defa operaya, %30´u ayda en az 1 defa baleye gitmiş bulunmaktadır.“   Bununla şunu ifade etmeye çalışıyorlar ama açıkca söyleyemiyorlar:  „Türk ulusunun batılılaşma yolunda aldığı mesafe budur. Artık orada yaşayan 3 milyon insanımızı gerçek Avrupalılar olarak selamlayabiliriz.“

GERÇEK

Oysa gerçek bambaşka…

Avrupa’daki Türkler, aynen en büyük köyümüz İstanbul’da olduğu gibi iki ayrı yönde ilerliyorlar: Modernizm ve Muhafazakârlık… Modernistler hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok; zira bunlar, gemileri yakmış, Anavatan kavramını defterlerinden silmiş,  artık domuz etinde trişin maddesinin olmadığını keşfetmiş, kendilerini Batılı sanan ama Batılılıkları üzerlerinden emanet elbise gibi dökülen takımımızdır.

 Muhafazakâr kesim, geçen yüzyılın ortalarında köylerinden nasıl çıkıp gelmişse, öylece kalmış; hatta Türkiye’deki aynı sosyal tabakaların gösterdiği şehirleşme sürecini dahi “yabancılaşma” kaygısıyla yaşamamış, aslında  muhafazakâr değil de “sosyal donma” kavramıyla tanımlanabilecek bir yapı oluşturmuş bulunmaktadırlar.  

İÇ-GETTO’LAR

Yerli toplumların giderek güçlenen dışlama  girişimlerini biraz da  memnuniyetle karşılayan gruplar, bu kesimdekileri etkileyerek sosyal donmanın ardından kendi kökleriyle de benzeşmeyen farklı bir gelenek oluşturmaya yönelttiler.  Artık babalarının yaşayış biçiminin dahi islâmî olmadığını iddia etmeğe, anavatanlarını bile “beyt-ül harb” olarak nitelemeğe başladılar;  sonunda Suidi Arabistan ve Libya kaynaklı “tebliğ” ve “irşad” gruplarına yaklaştılar.  DİTİB oluşumu ana bünyeden kaymaları kısmen önleyince, ayakta kalabilmeyi diğerlerinden farklı olmak çizgisinde arayan  bu gruplar,  giderek iç-getolar oluşturdular;  kendi mescidleri etrafında kümelenerek ana bünyeden bütünüyle koparak  ayrı imsakiyeler yapma, ayrı hac kervanları düzenleme yolunu tuttular.

YEŞİL / ya da Yeşil Görünen / İSTİSMAR

  Böylesine yoğun biçimde içe kapanma  sosyal ve ekonomik alanda kontrol dışı yeni getto-pazar yapısını türetti.  Beklendiği gibi her iki alanda “kimlik” koruma kaygıları güçlendi ve dış dünyaya “islâmî-islâm dışı” çerçevesinden bakmak bir hayat tarzı olarak yaygınlaştı.  Gettolarda “helâl et kesimi” grupçuklarının yerini bu işi mezbaha düzeyinde yapan,  her türlü konserve gıda maddesinde “helâl” damgasını reklâmlarının  ana  ögesi haline getiren çok ortaklı “kâr ortaklığı şirketleri” türedi. Zamanla bu şirketler inşaattan her türlü mal üreten fabrikalar silsilesi görünümüne büründüler ve artık kendilerini  İslâmî holdingler olarak tanıtmaya başladılar.  Önceleri İslâm’ı düzgün yaşayabilme konusunda  daha hassas davranan insanlarımıza yaklaşan ve “kâr ortakları” sayısını artıran bu kuruluşlar giderek daha profesyonel hale geldiler ve Türk toplumunun tamamına uzandılar.  İslâmla  alâkası bile olmayan şirket kurucuları, İslâmî ekonomi vaadleriyle inançlı insanların bütün  maddî birikimlerini topladılar;  sonunda zarar beyan  ederek onların yoksullaşmalarına sebep oldular.  (Aslında bu insanlarımızın çoğu,  faizsiz / helâl kazanç düşüncesinden ziyade  bankaların verdiği faizden daha yüksek kâr payı alacakları düşüncesiyle paralarını oralara yatırmadıklarını söyleyemezler.) 

TAKIYYE

 Bu kesimdeki istisnasız bütün grupların en belirgin özellikleri, kendi içlerine kapalı yaşamalarıdır.  Özellikle kendileri dışındaki diğer Türk gruplarından kaynaklanan ve yerli kesimlerden destek bulan  suçlamalar karşısında kendilerini ggerek dil gerekse örgütlü davranış yetersizliği yüzünden savunamaz duruma düşmekte, daha çok ciddiye aldıkları yerli toplum karşısında açıklıkla kendilerini ortaya koyamamaktadırlar;  kendi içlerinde başka, yerli yönetimlere başka  mesajlar vermeye çalışmak suretiyle kendi dünyalarında tepki görmeden yaşayabileceklerini düşünmektedirler. Öyleki dış dünyaya hemen hemen tek açılma noktası olan (Almanya’da) İntegrasyonrat’lardaki (eski adıyla Yabancılar Meclisi) sayısal çoğunluklarına rağmen gönderdikleri  üyelerinin dil ve bilgi yetersizliği yüzünden  bu kısırdöngüyü de kıramamaktadırlar. Hoş, “artık kendilerini Türk gibi görmemek” iddiasıyla yerli toplumlara yaklaşan kesimler için de durum pek farklı değildir. Bunun en açık örneğini, Alman Yayıncılar Birliği tarafından ödülendirilen Orhan Pamuk’un ödül törenindeki konuşmasında Türkiye’yi karalarken alkışlayan Alman basın-yayın organlarının, AB perspektifinde dışlama yanlısı teşebbüsleri tenkit edince birdenbire bu şahsı gündemden düşürüvermelerinde görürüz.

TÜRK KLİŞESİ

Zira Avrupalıların kafasında, modernistleri de dahil olmak üzere yüzyılların oluşturduğu betonlaşmış bir Türk klklişesi  bulunmaktadır. Öyle ki, siyasi tarihimizde Batılılaşma yolunda en cesaretli  adım olarak geçen Tanzimat  Fermanı bile Batılıların gözünde Biz’i „biz“ olarak görmelerinden  kurtaramamıştır; 1839’da Gülhane’den yükselen sese, 1856’da eklediğimiz Reform ve Hoşgörü serisine rağmen, Kardinal Neumann 1854’de şöyle söylüyordu: “Vizigotlardan Sarazinlere kadar Hristiyanlarla şu ya da bu şekilde temasa geçen bütün ırk ve soylar Hristiyanlığı benimsediler; bunun  tek istisnası,  Türklerdir.“

BİZ DE SİZİ İYİ TANIRIZ  

Hadi o fanatik bir Hristiyan’dı diyelim ve II. Sylvester’in Türklere karşı kurdurduğu Hristiyan  Birliği’ni, V. Gregor’un Haçlı seferlerini başlatan Papa II. Urban’dan önce 50 000 asker toplayarak Türklere saldırışını da görmezlikten gelelim, hatta Katolik dünyasının baş düşman olarak gördüğü Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in „Türklere karşı savaş“ konulu vaazlarını, Türklere karşı  dua ayinlerini bir yana bıraksak bile, şu bizim de bayıldığımız büyük şâir Şekspir’e (Shakespear) ne demeli?.. Adam, Othello’da İspanyol donanmasının Türklere karşı kazandığı Lepanto Deniz Savaşını işlerken Desdemona’nın öldürülüş sahnesinde Türk düşmanlığı yapmaktan geri kalmaz. IV. Henry’de Osmanlı Sarayını yerin dibine batırırken, III. Richard’da Türkleri „kara vicdanlılar, vahşiler, aptal ve cahiller“ kelimeleriyle tanımlar. Bugün İngiltere’den İtalya’ya kadar olumsuzluk belirten bir deyim olarak hâlâ „ Küçük Türk, On paralık Türk“ (The Turk of tenpence / Der Zehnpfennigtürke) tabirleri kullanılmakta, hatta Almanlar, bakımsızlık ya da düzensizliği, „türkleştirmek“ (türkisieren) fiili ile anlatmaya devam etmektedirler.

KÖPRÜ GEÇİLİNCE

Türklere karşı yüzyıllar içinde oluşmuş bu önyargılar, Avrupa toplumlarının Atatürk’e duydukları şahsi hayranlık ve Türkiye’nin soğuk savaş yıllarında NATO üyeliği gibi sebeplerle bazı kesimlerinde eski sertliğini kaybetmeye yüz tutmuşsa da, soğuk savaşın ortadan kalkmasıyla  Türkiye’nin stratejik önemini kısmen kaybetmesi, ardından ayrılıkçı Kürtlerin kitleler halinde Avrupa’ya yönlendirilmeleri ve sığınma başvurularının şartsız kabul edilmesi için organize biçimde düzmece katliamlardan söz etmeleri ve bunların Batı  medyasında geniş biçimde işlenmesi, hele Avrupa Birliği’ne her neye mal olursa olsun girme mantığının getirdiği teslimiyetçi noktadan mümkün olduğunca çok pay alabilme düşüncesindeki Ermeni diasporasının çalışmalarından Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanların yararlanma düşünceleri, genel İslam ve Terör zeminine de oturtularak yeni bir Antitürk akımının doğmasına yolaçmış bulunmaktadır. 

“KARŞIDAKİLER”

Tarih boyunca „karşıdakiler“ imgelemesini kullana gelen siyasi rantçılar,  Soğuk Savaş dönemi sona erince aradıkları  „abalıyı“ İslâm dini mensuplarında, iç politikada ise en kalabalık yabancı kitlesini oluşturan Türklerde buldular.  Mevcut Türk hükümetinin vatandaşlarına karşı yapılan bütün haksızlıklara ses çıkarmamayı yeğleyen bir politika izlemesinde cesaret alan bu güçler, artık hayat pahalılığının faturasını bile yıllardır ülkelerinin kalkınması için emek sarfeden Türk işçilerine yükler oldular. PISA araştırmasında eğitim düzeyi geri sıralarda kalan Almanya bu duruma sebep olarak Türk çocuklarını işaret ediyor; süt ve süt ürünleri ihracatı azalan Hollanda,  Türkiye’den getirtilen Türk tarzı beyaz peynir tüketmeyi yeğleyen Avrupa Türlerine bakıyor;  Ardahan’ın bilmem ne köyünde kuş gribi ortaya çıkar çıkmaz Avrupa’nın bütün havaalanlarında Türkiye’den dönenlerin bavulları didik didik edilerek tavuk eti aranıyor.  Elbette bütün bu uygulamalar karşısında şaşkına dönen Türkler, kendilerine „acaba benim yerli komşumdan farkım ne?“ sorusunu sormak zorunda kalıyorlar.

VİCDAN MI?

Aslında 2006’nın ilk günlerinden itibaren bu soruyu sormalarına da gerek kalmadı; zira Alman memurları, Türkleri bir kenara çekip önlerine „bir kâğıt bir kalem“ koyarak sorgu sınavlarına almaya başladılar bile. Öyle ki artık yetişkin Türkler bir yana  Türk çocukları bile bu dışlama ve ayrımcılık akımından  nasiplerini almaya başladılar; Hessen seçimleri yaklaşırken  Münih tren istasyonunda yaşlı bir Alman’ın çoğunluğu yabancı gençlerden oluşan bir grup tarafından dövülmesi olayı, grupta iki de Türk gencinin bulunması nedeniyle tamamen Türk aleyhtarı bir havaya büründürülerek,  bütün Türk gençleri potansiyel kriminel yapı olarak takdim edilip suç işleme eğiliminde olanların derhal sınır dışı edilmesi, eğitim kamplarına alınması, 12 yaşından küçük bile olsalar hapis cezası verilebilmesi için yasal değişiklere gidilmesi bizzat iktidar partisi başbakan adyı tarafından talep edildi. Hollanda Hükümetinin, Hollanda’ya gelin ya da damat gideceklerin önce Türkiye’deki konsolosluklarında yapacağı  dil testini kazanmaları şartıyla Hollanda’ya giriş vizesi vereceğini duyurmasının hemen ardından, Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble, ülkesinden evleneceklere, eşlerini ancak 21 yaşını doldurdukları zaman Almanya’ya getirebileceklerini buyururken; Baden-Würtemberg Eyalet Hükümeti, Türkler için 1 ocak 2006’dan itibaren geçerli olmak üzere bir „Müslümanlar için Almanya Testi“ ya da basının değerlendirdiği şekilde bir „Vicdan Testi“ geliştirdi ki, testteki sorulara beklenen cevapları veremeyenler Alman vatandaşlığına geçmeyi de unutacaklar, yerleşimi de.  

NEREDE DOĞDUN? AMA “NEDEN” DOĞDUN?

Bu testten bazı soruları okuyunca, Sevgili Batı’nın içine düştüğü çıkmazın sadece sosyolojik değil, psikolojik boyutu da anlaşılacaktır:

 -Kadının erkeğe itaat etmesi gerektiğine ve aksi takdirde erkeği tarafından  dövelebileceğine inanıyor musunuz?

 -Gazetelerde karısını ya da kızını ‘istenmediği yaşam tarzına uyduğu’ için öldüren erkeklerle ilgili haberlere rastlıyorsunuz. Böyle bir eylemle ilgili düşünceleriniz neler?

-Almanya’da bir erkeğin iki kadınla evlenebilmesi için ne düşünüyorsunuz?

-Sizce bir kadın hangi meslekleri kesinlikle yapmamalıdır?      

-Özellikle bazı mesleklerde kadının otoritesini kabul etmekte zorluk yaşar mıydınız?

-Almanya’da spor ve yüzme  dersleri normal müfredat arasında. Kızınızın bu derslere girmesini ister miydiniz?

 -New York’ta ve Madrid’de yaşanan terör saldırılarını duydunuz. Sizin gözünüzde bu eylemleri yapanlar terörist mi yoksa özgürlük savaşçıları mı?

 -Reşit olan oğlunuz size gelse ve eşcinsel olduğunu söyleyip, başka bir erkekle birlikte yaşamayı planladığını söylese tepkiniz ne olurdu?

 -Bazı insanlar Yahudiler’i dünyadaki tüm kötülüklerden sorumlu tutuyorlar ve hatta 11 Eylül’deki saldırılardan da onları sorumlu tutuyorlar. Bu tür iddialar karşısında ne düşünüyorsunuz?

İKİNCİ TÜRK ÇANLARI

Batı medyasında Türkiye’nin en geri kalmış bölgelerinden görüntü ve resimler, Hürriyet Gazetesi’nin 2. sayfasında  g kapkaççı haberleri, aile şerefi cinayetleri, zorla evlendirmeler, aşağılayıcı Türk fıkraları,  karikatürleri eksik olmamakta, kuş gribi bile bir Türk salgını gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Sadece Almanca olarak hazırlanmış ve Türkler üzerine en iğrenç sözümona  fıkraları yayınlayan internet site sayısı 2007 yılı sonu itibariyle 10 bin civarındadır. Passau Üniversitesi’nin 1954 yılında kabul ettiği ve resmi evraklarda kullandığı (elindeki mızrağı yere yıkıp ayaklarının altına aldığı bir Türk’e saplayan) “Türklere karşı savaşan Hz. Meryem” amblemi işin ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir.  

Thomas Seibert gibi İstanbul’da yaşayan gazeteciler, ülkelerindeki haber ajanslarına günlük haber geçişlerinde Türkiye ve Türkler hakkında olumlu bir izlenim yaratabilecek bir tek cümle sarfetmekten  adeta korkmakta, olumsuzluğun çıtasını giderek daha da yükseltmektedirler. Elbette Türkiye’den aktarılan  bu tür haberlere Avrupa’da yaşayan Türklerin nizam intizam tanımaz Anadolulu tarafı, nezaketi erkeklikten taviz sayan maço yanı,  „gâvura karşı her sey caiz“ tavrı da eklenince Avrupalının tarihî mirasında  mevcut  olan Türk imajı daha da ürkütücü bir durum kazanmaktadır.

SEVİLMEYENLER          

Bunun en çarpıcı örneğini  Almanya’da Türk evlerini kundaklama olayları devam edip dururken  7. sınıflar için hazırlanan bir ders kitabında   29 Mayıs 1993’te  Solingen’de
Türklerin oturduğu bir binanın aşırı sağcı Almanlar tarafından yakılması sonucu  aynı aileden Hülya Genç (9), Gülistan  Öztürk (12) ve Hatice Genç (18), Gürsün İnce (27) ile Saime Genç (4) isimli soydaşlarımızın  hayatını kaybettiği olayla ilgili  cümlelerde görmekteyiz.  Facianın faillerinden Marco’nun (Markus Gartman)   “aslında suçsuz olduğunu” iddia eden kitabın ilgili bölümünde Almanya’daki Türkler hakkında da ırkçılığı körükleyen görüşler dile getiriliyor.  Bu cümlelerden bazıları şöyle:
        “Marco, onlara ders vermek istemişti. Onlar, burada görülmek istenmediklerini nihayet anlamalıydılar. O sadece biraz korku salmak istemişti ki, onlar Anadolu’larına gitsinler. Merdivenlerin ahşaptan olması, o gün çocukların üst katlarda yalnız bulunmaları tatsız bir tesadüftü. Bu Türkler belki de daha evcil olmalıydılar. Her halükârda  ebeveynleri suçlu. Anadolu’da kalsalardı yangında ölen iki çocuğa hiçbir şey olmazdı.  Şimdi herkesin Türkleri severmiş gibi yapmasını Marco anlamıyor.  Bu yalakalıkları duyunca  midesi bulanıyor.”

Marco bizi sevmiyor, bunlar bizi sevmiyorlar; bunlar  dediğim, Avrupalılar… Hoş, kendimizi sevdirecek bir şeyler yapmaya elbette mecbur değiliz, biz neysek oyuz, diyebiliriz, zaten derneklerimizde söylediğimiz de bu; hem kötü insanlar değiliz, onların da gözü kör değil ki, görüyorlar işte; görüyorlar da, bizi bunların  “yanlışlıkla sevmeye” başlamalarını engellemek için özel bir gayret sarfeden bizimkiler ne olacak? 

Onlar her zamanki gibi olmaya ve kullanılmaya devam edilecekler. Avrupalıların geleneğinde var olan sponsorluk müessesesi, Asya içlerinde “Avrupalı” ses aramaya devam edecek, yoksa da akçalı yöntemlerle var etmenin yollarını arayacaktır. Elbette aydınlanma sürecine aşılanmış batılı bir insan,  uzaklardaki bu “Avrupalı” sese hiç düşünmeden gönlünü açıverecektir; hem de sevgiyle..    

  İçimizdeki o “kendilerinden bizimkiler” sayesindedir ki sokaktaki  Alman’a sorduğumuzda bize iki Türk şâirinin, iki Türk müzisyeninin, iki Türk ressamının adını sayamaz.  Eskisen şâir olarak Nazım’ı bilirlerdi,  Sovyetler dağılıp Doğu Almanya Batı’ya ilhak edilince onu da unuttular; Tarkan’ın şıkıdımlarını, Orhan Pamuk’un  1,5 milyon Ermeni kestiğimiz çetelesini  sanatkârlık saymalarına aldanmamak gerekir,  zira üç gün sonra onların isimlerini de hatırlamayacaklar.

“Neden sevsinler,” sorusunu “nasıl sevsinler,” şeklinde alırsak, belki dönüp onların gözüyle kendimize bakma ihtiyacı duyabiliriz.

NASIL SEVSİNLER? 

Shakesper, birçok eserinde bizi öyle karalar, öylesine yerin dibine batırır ki, onun oyunlarını seyredenlerin Türklerden nefret etmemesi imkânsızdır. Shakespeare’in eserleri 1600’lerden beri dünyanın dört bir tarafında halâ yayınlanmakta, oynanmaktadır.  Onun eserlerinde biz Türkler için kullandığı sıfatları Türk düşmanı olarak tanınan Puşkin’de bile göremeyiz. Hele o Lord Byron denen şâir! Konuları bugün hakkımzda söylenenlerin hemen hemen aynısıdır; kadınları ezmek, aile şerefi adına kızlarını öldürmek, zavallı Yunancıkları kesmek…  O ki: „Leila! each thought was only thine! / My good, my guilt, my weal, my woe, / My hope on high -my all below. / Eart holds no other like to thee, / Or, if it doth, in vain for me: / For worlds i dare not view the dame / Resembling thee, yet nothte same./ The very crimes that mar my youth, / This bad of death -attest my truth! / `Tis all too late -thou wert, thou art / The cherish’d madness of my heart!“ haykırışı ders kitaplarında bile yer alır, bunu okuyan çocukların kafasında oluşan Türk klişesini nasıl kazıyabiliriz? 

The Bride of Abidos isimli şiir kitabında yer alan iddialar bugün aşağı yukarı aynı biçimde, üstelik Türk adı taşıyan içimizdekiler tarafından aynen tekrarlanmaktadır.

Franz Werfel, “Musa Dağında 40 Gün” isimli romanındaErmenileri “nasıl yok ettiğimizi (!)” ballandıra ballandıra öyle bir anlatmış ki, her okuyan bize karşı potansiyel bir nefretçi olmuş…

Le Monde gazetesinde o malûm  “Geceyarısı Ekspresi” filmini değerlendiren bir yazı şu cümlelerle sona eriyordu: “Film, seyredenlerde öylesine derin bir düşmanlık duygusu meydana getiriyor ki, sinemadan çıkan her insan, böyle bir millet yeryüzünden kalkmalı, onların yaşamaya hakkı yok, diye düşünüyor.”

Bu yetmezmiş gibi devletä yönetenler Ermenileri yüceltip Türkleri aşağılayan “Baba ve Piç” yazarını, Ermenileri kesen Türkler yalanını The Cut (Kesik) filmiyle gündeme taşıyan yönetmeni  neredeyse devlet kültür elçisi olarak selamlayan bir zihniyete sahipken elin oğluna gerçekleri nasıl açıklayacağız? Ya yurt dışında doğup büyüyen kendi çocuklarımıza?.. 

Durum bu!

Yazar
Hasan KAYIHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen