Kayıkçı Değil “Mektup” Kavgası

Esat ARSLAN

ABD Başkanı Oğul Bush’un o ünlü sözü hafızalardadır. ”Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle”.Bush, kovboyvari o külhan tavrıyla,  “şayet bizimle değilseniz, sizler de teröristsiniz”demeye getirmişti, bu meydan okumasıyla. Oğul Bush’un, 11 Eylül saldırılarından sonra terörizmle mücadeleyi anlatırken, dinler savaşına işaret ederek ve Hristiyan şeriatına göre “cihat”anlamına da gelen “Haçlı Seferi”betimlemesi de daha sonradan her ne kadar pişman olduğunu söylemiş olsa da onun bu konudaki ikinci gafını oluşturmuş ancak hafifletmemiştir.  Bilmiyorum, ama biz de meşhur bir Yeşilçam tekerlemesi vardır, “Ya benim olursun ya da toprağın”. İşte bunun Amerikan jargonu ile söylenişi de ”Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle” betimlemesidir.Anımsayın,biz de buna en hafifindenbirini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmekanlamında“posta koymak” denir ya, işte ABD şimdi tam da bunu yapıyor. Peki, Türk argosuna göre buna verilecek en güzel cevap nedir derseniz, “Bana posta koyacak adam daha anasından doğmadı?” narasıdır.İnanın bana,bütün bunları söyledikten sonra demem odur ki, uluslararası ilişkilerde de o koca koca devletlerarasındaki gerginliğin tırmanması da benzer kulvarda, benzer minvalde devam etmektedir. Bana sorarsanız, bunun bireysel, ya da toplumsal ilişkilerde pek de bir farkı yoktur, uluslararası jargonda buna “mütekabiliyet”, “mukabele-yi bilmisil”, ”misliyle cevap verme” denir.   

Son derece “kabal” bir biçimde olaya baktığımızda ise bu bir anlamda “Kayıkçı Kavgası”dır. Anımsamakta yarar var, eskiden İstanbul’da, Karaköy kıyıları arasında, köprü olmasına karşın,  Eminönü – Karaköy arası bir nevi stres atmak mı, deniz havası almak  mı dersiniz, kürekli kayıklar ile geçilirdi. XIX. Yüzyıl hatta XX. Yüzyılın ilk çeyreğindeki fotoğraflara bakınız, denizin üzerinin silme kayıkçılar ile dopdolu olduğunu görürsünüz. İstanbul’a ilk gelenler, Tahtakale’de hamallık yaptıkları gibi, biraz para bulanlar da kayıkçılık yaparlardı. İşte bu nedenle bu iş bir ekmek kapısı gibi görüldüğünden, denizle ilgisi olmayan yerden gelenler, denizi ilk defa İstanbul’da yüzme bilmeyen adamları kayıkçı olarak görebilirdiniz. Yani şimdiki “Mardin’li Midye Dolmacı” kardeşlerimiz gibi. Eminönü – Karaköy arasında yolcu taşıyan bu kayıkçılar, müşteri beklerken kendi aralarında, en çok da sıra kavgasından kavgaya tutuşurlardı. Durup dururken çıkan kavgada sesler yükselir, kürekler havaya kalkar, sağa sola savrulurdu. Kavga çıkınca etraflarında toplanan halktan bazılarının kafasına kürekler iner, ama kürekler ne hikmet ise kavga eden kürekçilerin hiçbirinin başına değmezdi. Bu kavga daha sonra denizden karaya taşınmıştır. Böyleleikle yankesiciler, cami önünde kayıkçı kavgası benzeri düzmece kavgalar ile halkı çevrelerine toplayıp soymayı adet edinmişlerdir. Kıyıdaki görüntü böyle devam ederken, bir de denizde kapışmaları varmış kayıkçıların. Kayık, yapısı gereği suyun içinde çok oynar, dolayısıyla kavga etmek mümkün olmaz. Zamanının kayıkçıları da kendileri suya düşmemek için kavga ettiği kişiyi kuvvetlice iteleyemezlermiş. Kibar kibar birbirlerini dürter, gayet sinirli olmalarına rağmen komik bir görüntü ortaya koyarlarmış.[1]Bilmiyorum ama ABD ile Türkiye arasındaki gittikçe tırmanan gerginliğe bir de böyle mi bakmak gerekiyor, sevgili okurlar. 

Çok uluslu Osmanlı devletinden homojen bir yapıya evrilen Türkiye Cumhuriyetinin ilanından bu yana ABD ‘yle olan ilişkilerimiz, hep dalgalı bir zeminde devam etmiştir. Bilindiği üzere, Lozan Barış Konferansı’nın hemen ardından konferansa gözlemci statüsünde katılan Amerikan yetkililer ülkelerine dönmeden Türkiye Cumhuriyeti-ABD arasında bir “Dostluk ve Ticaret Antlaşması” için görüşmeler yapılmış, 6 Ağustos 1924 tarihinde iki taraf yetkilileri arasında bir anlaşma imzalanmıştır.  Ne var ki söz konusu antlaşma ABD Senatosu’nda onaylanarak yürürlüğe girememiştir. ABD Senatosu, 1923-1927 yılları arasındaki tartışmalar sonunda Ermeni lobisinin de etkisiyle yüzde ellinin üzerinde senatör onay verse de üçte iki çoğunluk elde edilemediği için söz konusu antlaşma onaylanamamış, dolayısıyla bu antlaşma doğrudan yürürlüğe girememiştir. Her iki taraf arasındaki ilişkiler, ancak bir geçici anlaşma, “modus vivendi” yle başlatılabilmiştir. Devletin kuruluşunda tüccar zihniyeti hâkim olduğu için bir tahakkümiyet, adeta bir sömürge mantığı egemen olmuştur.  Bu gün sayısını neredeyse 30’a kadar çıkarttığımız sorunlar yumağında, son 50 yılda Türkiye-ABD arasında yaşanan krizler şöylece özetlenebilir:

-1962 Jüpiter Füze Krizi: Başbakan İsmet İnönü’nün nerelere yerleştirildiği konusunda bilgisinin olmadığını itiraf ettiği nükleer başlıklı literatüre geçtiği şekliyle Jüpiter Füze Krizidir. Burada bir ek bilgi vermek gerekirse ABD, Türkiye’ye kurmuş olduğu 26 istihbarat, dinleme ve izleme istasyonundan Sovyetler Birliği’nin olası mütecaviz faaliyetlerini izlemekteydi. 

-1964 Johnson Mektubu: ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla bir mektup göndermişti. Kaba ve sert bir üslupla yazılan mektupta Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesinin ekonomik sonuçlar doğuracağı, bu müdahalede ABD malı silahların kullanılamayacağı belirtilmiş, müdahale sonucunda Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldırırsa NATO üyesi olsa da Türkiye’nin savunulmayacağı NATO Sözleşmesinin ünlü 5. Maddesi ima edilmişti. Bu mektup sonrası İnönü ABD’ye giderken Kıbrıs’a müdahale de ertelenmişti. Diğer bir ifadeyle Türkiye Başkan Johnson’un mektubu sonrası Kıbrıs’ta amfibi harekât yapmada geri adım atmak zorunda kalmıştı.  Bize dokunan önemli bir iyiliği ise kendi çıkarma gemi / araçlarımızı üretmek olmuştur. Getirisi ise, millî imkânlarla üretmiş olduğumuz, bu gemi/araçlarımızla 1974 yılında kimseye bağlı olmaksızın Kıbrıs Barış Harekatını yapmak olmuştur.  Unutmayalım, her şerde bir hayır vardır. 

-1974 Haşhaş Ekimi Krizi: Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi Harold Saunders’in, Büyükelçisi William Handley’e gönderdiği raporla haşhaş ekiminin yasaklandığı bir krizdir. Türkçesi, “Haşhaş ekersen, ekmeye devam edersen, iktidardan gidersin, bir askeri darbeyle uzaklaştırılırsın, baskısı” dır. İsterseniz, bu tehdit sistematiğini yakın plandan  izleyelim. Devrin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’dir, tıpkı o da yaşadıkların ABD Dışişleri Bakanı Kissenger gibi birinci elden kaleme almıştır. “Anılarım”adıyla yayımlanan kitabında da Haşhaş Ekimi Krizini şöyle anlatmaktadır:

“Ben Dışişleri Bakanı’ydım. Amerikan Büyükelçisi bana geldi. ’Sayın Demirel’e lütfen söyleyiniz. Sizde nerede ne kadar haşhaş ekiliyorsa, biz onun parasını peşin verelim, ekimi durdursunlar’ dedi. ’Peki söylerim’ dedim. Sayın Demirel’e söyledim. Aldığım cevap şöyleydi:

’Bizim 20 ilimiz ve çevresinde haşhaş ekliyor. Bizde ismini afyondan alan il var. Bunu yapamayız. Ama ekim alanlarını giderek daraltabiliriz.’ Gittim, Amerikan elçisine söyledim. Bana, ’Beni bir kere de bu konuda başbakanınızla görüştürebilir misiniz?’ dedi.’ Peki söylerim’ dedim. Gittim Sayın Demirel’e yine söyledim. Demirel kabul etti. Görüşüldü. Aynı cevabı verdi Sayın Demirel. Bu görüşmeden sonra Amerikan Büyükelçisi ’Çok yazık, bundan çok fena neticeler doğacak’dedi. Çok fena neticeler belli oldu. Üç ay sonra bizim hükümetimiz düşürüldü.”  

-1974 Silah Ambargosu: Haşhaş ekim yasağının kaldırılması, Kıbrıs Harekâtı ve bu harekâtta Amerikan silahlarının kullanılmış olması ABD ‘nin böyle bir karar almasında etkili olmuştur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra ABD’nin Türkiye’ye askeri malzeme ve teçhizat satışını yasaklayarak bu kararı yürürlüğe koymuştur. 1978 yılında kalkan üç yıl süren bu krizin bize en büyük faydası, subay ve astsubayların paralarıyla kurulan Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı sayesinde, günümüzde dünyanın en büyük savunma sanayii kuruluşları arsında 55. Sıraya yükselen ASELSAN, aynı kategoride 64. Sırada olan Türkiye Havacılık ve Uzay Sanayii TUSAŞ/TAI, yine aynı kategoride 96 sıraya yerleşen ROKETSAN,  HAVELSAN gibi savunma sanayii kuruluşlarının  kurulması olmuştur. 

– 1 Mart 2003 Tezkeresi: Irak krizi konusunda hükümet tarafından 25 Şubat 2003 tarihinde TBMM’ye sunulup genel kurulda reddedilen ve tam adı “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” her iki taraf arasında sorunların derinleşmesinde bir milat oluşturmuştur. Aşağıdaki krizleri hep birlikte yaşadık, toplumu etkileyen bu sorunları gördük, üzüldük ve hayıflandık.

-4 Temmuz 2003 Çuval Krizi:

-2016 FETÖ Krizi:

-2017 ABD Giriş Vizesi Krizi:

-2018: Rahip Brunson Krizi

-6 Haz 2019: Pentagon Mektubu Krizi

Şimdi gelelim Pentagon’la yaşanan Mektup krizi olayına. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, maalesef ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında gerginlik durumu elan davam etmektedir. Aslında buna Batılıların diliyle “eskalasyon”, “tırmanış, ya da gerginliğin tırmanması”demek daha doğru bir ifade tarzıdır, ama. Bakıyorum da daha henüz o safhaya gelmedik ama, Sorun tırmanıyor. Hani efendim marketlerden, bolca un, makarna, yağ, şeker gibi temel beslenme malzemelerinin eve depolanıp tırmanma hali sona erinceye kadar evde saklanılması sonradan da genelde çöpe atılmasıyla sonuçlanan duruma henüz gelmedik.  Son haftaların en önemli gündem maddesi ABD ile Türkiye arasında Johnson Mektubuyla karşılaştırılmaya kadar giden “mektup krizi”ile yatıp kalkıyoruz. ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’ın Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a yolladığı mektup sonrası ortaya çıkan kriz durumu Türkiye ile ABD arasında 21 anlaşmazlık konularında sadece birini teşkil etmektedir.  Bunu da basitçe günlük yaşama monte edersek, diyebilirim ki,  herhangi bir anlaşmazlık ya da uyuşmazlık konusunda muhataba gönderilen “noter tasdikli bir protesto mektubu” dur, diyebilirim. Yok, efendim, bu mektup, “yuktup”mertebesindedir,  bana gönderilmedi falan tartışmalarına girmek istemem.  Shanahan’ın mektubunun tam metninin basına verilmesi de bu bakımdan önemli ve dikkat çeken bir unsur olarak görülmektedir. 

Türk ve Amerikan kamuoyunu Nisan ayından itibaren S-400’lerin satın alınması durumunda yaşanabilecek gelişmeler konusunda üst düzey açıklamalar aracılığıyla uyaran Washington DC, şimdi de Savunma Bakan Vekilinin tehdit içeren mektubunu basına vermeyi tercih etmiştir. Aslında ABD Başkanı Donald Trump vekâleten atamış olduğu Shanahan’ı bu şekilde kendini ispata çalışmasını da, bir anlamda rüştünü ispat etmesini gözlemlemek istemiştir de, denilenilebilir.  

Başkan Trump Savunma Bakanlığı’na yani Pentagon’a bu görevi vekâleten Ocak ayından bu yana yürüten Patrick Shanahan’ı aday göstermesi de bu yaklaşımı göstermektedir. İşte bu nedenle Beyaz Saray sözcüsü Sarah Sanders, Başkan Trump’ın Mayıs ayının ilk haftasında yapmış olduğu yazılı açıklamada, Trump’ın Shanahan’ı “ülkesine olağanüstü hizmetleri” ve“yönetim kabiliyeti”nedeniyle aday göstermeye karar verdiğini duyurmuştur. Peki sormak lazım değil mi? Başkan Trump neden böyle bir stratejiyi yeğlemiştir? Bunlardan birincisi,  ABD’nin bu süreci tamamen güya şeffaf ve kamuoyu önünde yürütme stratejisiyle batı kamuoyunu almaya çalışmasıdır. Benimsedikleri stratejiye göre, ikincisi ise Türk tarafının, ‘S-400 ve F-35 konularında zaman zaman gerçek tabloyu yansıtmaktan kaçınarak güya kamuoyunu yanıltmaya ve olguları farklı şekilde algılatma çabaları’ olarak görülmektedir. Bu konuda Türk Savunma Bakanlığı’nın Shanahan’ın mektubuna ilişkin yaptığı kısa açıklama ve Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ısrarlı bir biçimde “kendimizi anlatmaya devam edeceğiz” açıklaması bu yaklaşımın bir örneği olarak değerlendirilmektedir. 

Shanahan’ın geçmişine bakıldığında ise,  Trump tarafından Temmuz 2017’de Savunma Bakan Yardımcısı olarak görevlendirilmeden önce havacılık devi Boeing’de kıdemli başkan yardımcısı görevinde çalışmaktaydı. Trump, bir savunma şirketinde kariyer yapmış bir ismi Savunma Bakanlığı’nın başına getirerek, savunma sanayicilerinin yıllardır savaşımını vermiş oldukları bir geleneği de bozmuş olmaktadır. 

Bütün bunlardan sonra demem odur ki, Türkiye’nin S-400 satın alması durumunda ABD ile ve NATO içinde işbirliğini güçlendirme ve sürdürme beceresinin aksatılmayacağı ve  Türkiye’nin stratejik ve ekonomik olarak Rusya’ya aşırı bağımlı kılmayacağı sadece ABD’ye değil, Batılı müttefiklere  de ısrarla anlatılmalıdır. 

 

[1]Kamil Akdoğan, “Kayıkçı Kavgası”,Hatay Internet Tv. 06 Ekim 2018.

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen