Macar – Turan Kurultayı 2014

Hilmi ÖZDEN

Özet

2014 Macar Turan Kurultayı 8-10 Ağustos Tarihleri arasında Macaristan Bugag ilçesinde gerçekleştirildi. Türkiyeden ve Türk Dünyası Ülkelerinden binlerce insan bu etkinliğe katıldı. Türkiye’den ve Yurt Dışı Türklerinden Kurultaya iştirak edenler Türk Dünyası Araştırma Vakfı’nın, UKİD-TİKA’nın vb Organizyonlar ile gerçekleştirilmiştir. Özellikle Türkistan Coğrafyası misafirleri Macar- Turan Vakfının maddi ve manevi desteği ile Macaristan’a gelmişlerdi. Kurultay öncesi Macaristan Parlemontasına davet edilen Turan Halkları temsilcileri düşüncelerini ifade ettiler. Macaristan Meclis başkanı ve Kurultay başkanı Andrej Bey misafirleri etkileyici konuşmalar yaptılar. TDAV(Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı), UKİD(Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Derneği)-TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) Ekibi Galiçya savaşlarında şehit olan Osmanlı Türk Askerlerinin mezarlarını, Gül Baba Türbesi ve Buda kalesi, Kahramanlar meydanı gibi diğer tarihi yerleri ziyaret ettiler. Kurultayda Hun Türklerinin gelenekleri sergilendi. At gösterileri, müzik, güreşler, okçuluk ve diğer etkinlikler ziyaretçileri büyüledi. Kurultay’ın Gelecek yıllarda da yapılması düşünülmektedir.

GİRİŞ 

Eskişehir’den Hayati ÇETİN Beyin otomobilinde, Prof. Dr. Ahmet KARTAL Beyle birlikte üçümüz yola çıkıyoruz. Bilecikte Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi ÖZCAN Beyi de alarak istanbul’a devam ediyoruz. Yol boyu Azmi beyin güzel sohbetinden istifade ediyoruz. Engin görüşü, hadiselere bakışı ve yorumları bizleri çok etkiliyor. İstanbul’a Hava limanına vardığımızda Erol CİHANGİR Bey, Prof. Dr. İbrahim ŞAHİN Bey ve UKİD üyelerinin çoğu gelmişlerdi. UKİD Başkanı Musa Serdar ÇELEBİ Beyle, Başkan yardımcısı Şefik KANTAR Bey ve diğer arkadaşlarla buluşuyoruz. Hava alanında geçen yılda TURAN KURULTAY’ına birlikte katıldığımız arkadaşlara ilave değerli yeni çehrelerle de tanışıyoruz. Bunlardan biri hiç şüphesiz Kırıkkale’den Recep İÇİN Bey’di. Prof. Dr. İbrahim ŞAHİN Hoca “Recep Bey” le tanıştırırken o mütavi görünümü altında “Recep Bey Türk Dünyasına birçok katkısı olan sessiz bir kahramandır” diyor. Aradan geçen zaman içinde bunu anlıyorum. Hatta seyahatin başında şu hatırayı da anlatayım. “Çeçenistan Başbakanı öğrencim”demişti. 20-25 sene önce Türk Dünyasının muhtelif yerlerinden öğrenciler gelmişti hatırlarsınız. Recep Beyde, Kırıkkale’ye gelenlerle ilgilenmiş, manevi ağabeyleri olmuş. Şimdi her bir yerde manevi evlatları varmış. Hatta Türkiye’ye döndükten sonra Ankara’da bir yurt dışı vizesi için bulunuyorum, telefonum çaldı, karşımda Recep Bey: “Hilmi Ağbi, Eskişehir’deysen Çeçenistan Başbakanı ile uğrayıp çayını içeceğiz”. Hiç şaşırmadım. “Çok sevinirdim, fakat şimdi, Ankarada’yım Sayın başbakanımıza selam söyleyiniz.”dedim.

Macaristan Uçağını beklerken, uçakta sohbetler koyulaşıyor fakat yol çok kısa uçak hemen varıyor. Budapeşte’ye iniyoruz ve otelimize otobüslerle ulaşıyoruz. Musa Serdar ÇELEBİ Bey bize organizasyondan ve etkinliklerden bahsediyor. Otelden sonra sırasıyla gördüklerimiz[1]: “ilk Tren İstasyonu-Batı İstasyonu-(1846), “Osmanlılar Döneminden kalan hamam”, “Aslanlı Köprü”, “Buda Kalesi, Balıkçılar Kulesi”, “Cumhurbaşkanlığı Binası”, “Kemal Atatürk Caddesi”, “Taban Bölgesi (Ayak tabanına benzediği için)”, “Çelik Köprü” (tepelerinde Tuğrul Kuşu), “Üç Türk Hamamı yan yana”, “Terör Müzesi” (Sovyet despotizmine karşı mücadele veren Soljenestin’in de resmi ve zincirler mevcut), “Eski KGB Binası” “Kahramanlar Meydanı” ve Erdel (Romanya) bölgesinde kalan Macar Kalesinin minyatürü bulunmaktadır.

Bizim Turan Kurultayı seyahatlerimizden önce sizinle “İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendinin Avrupa Ruznamesi (Günlüğü)[2]”nde anlattığı Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahatinden özellikle “Macaristan izlenimlerini” aktarmak istiyorum.

Yıl 1867 Osmanlı padişahlarından biri ilk kez Avrupa seyahatine çıkacaktır. Sultan Abdülaziz’e(1830-1876), Avrupa’dan davet üzerine davet gelir. Fuat (Hariciye Nazırı) ve Ali Paşa’lar (Sadrazam) padişahı zar zor razı ederler. En sonunda kabul ettirilir. Sultan Abdülaziz oğullarını ve yeğenlerini de yanına alarak yolculuğa çıkılır. Sultaniye, Pertevniyal yatları ile Aziziye ve Orhaniye fırkateynleri ile 21 Haziran günü yolculuk başlar. Önce İtalya Napoli’de “viva Türkiya: yaşasın Türkiye” diye karşılanırlar. Sonra Fransa’ya varılır. III. Napolyon’un davetlisi olan Padişah’a “Vivre Lö Sultan: yaşasın Sultan” sesleri ile tezahürat yapılır. Pariste geçirilen tatlı günlerden sonra, Manş denizi aşılarak İngiltere’ye geçilir. Bakimgam sarayında yenilen İngiliz usulu yemekler ve karşılama sırasında “Kraliçe,kıyafetleri yüz yıllar evvelini hatırlatan kalabalık maiyeti ile Zat-ı Şâhâneyi merdiven başında karşıladı. Kraliçe Viktorya bu tarihte 48 yaşında idi. Fakat yaşından çok gösteriyordu. Zât-ı Şahanenin mehabeti onu büyülemiş gibi idi. Daha sonra dinlediğime göre, âdâb-ı muaşerete çok bağlı olan İngiliz Sarayının kaidelerine çok riayetkar olmasına rağmen adeta gayr-ı ih-tiyâri bir kaç adım attı ve Al-i Osman Padişahının elinden tuttu.”[3]İngiltere’de gezilen fabrikalar padişah başta olmak üzere, heyetteki şehzadeler ve devlet adamlarını hayran bırakır. Seyahat Belçika ve Almanya ile devam eder.Ömer Faiz Efendinin günlüğünden seyahati takip etmeye devam edelim: 27 Temmuz 1867 Cumartesi günün öğleden sonra trenimiz Viyana ya girdiği zaman muazzam gardan büyük bir uğultu geliyordu. Burada hiç bir yerde rastlamadığımız iki hadise ile karşılaştık: Garın duvarları, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Ordularının kullandıkları silâhlarla yapılmış armalarla tezyin edilmişti. Bu, artık iki devlet arasında bir harb olmıyacağına dair Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun teminatı idi. İkinci ince ve hassas nezâketi de, bizza’t, İmparator Fransuva Jozef Hazretleri şahsen gösterdi: Üzerinde Mareşal elbisesi ve göğsünde de dört sıra mertebeli Osmanlı nişân-ı zîşânını hâmil olarak ilerledi, ve mızıkanın çaldığı marş-ı Osmanînin nağmeleri, ve muazzam garı inleten alkış, Hurra Grose Sultansesleri arasında haşmetli misafirini askerce selâmladı: Göğsünde, Osmanlı nişanları olan İmparator, o nişanların sahibi olan kudretli ülkenin tâcidarını selâmlıyordu. Zât-ı Şâhane öylesine mütehassis oldu ki, her türlü merasim kaydını bir ânda unutup imparatorun elini iki eli arasına alarak sıktı. Bu samimiyet tezahürü de ayrıca çoşkunluğa vesile oldu. Şeref salonunda takdim merasiminden sonra Zât-ı Şâhane Şönbrön şatosunu şereflendirdi. O gece bu muazzam tarihî şatoda çok müdebdeb bir ziyafette bulunduk. Benim yanımda, çok güzel Türkçe konuşan Macar Şark ilimleri Akademisi âzasından Profesör Lazlo Aponyi vardı. O kadar Türk dostu ve bizim tarihimizi öylesine bizden iyi biliyordu ki, benden hiç çekinmeden ziyafet sonunda yavaşça dedi ki:

“— Şimdi Efendi Hazretleri ben sizlerden ve bilhassa Zât-ı Şahaneden şikâyetçiyim. Ne için diyeceksiniz. Eğer biraz daha akıllı hareket etse idiniz, bu sarayda ev sahibi ile misafir yer değiştirirdi!..”

Macarlar, Osmanlıları severler, Avusturyalıları hiç sevmezlerdi. Zamanlardanberi Macarlar, ayrı bir devlet kurma mücadelesi yapıyorlardı. Bir müddet önce de, meşhur vatanperver kralları Rakoçi Frenç, memâlik-i Osmaniyeye iltica etmişti. Bu sözleriyle, iki defa Viyana’yı kuşatmamıza rağmen askerî ve idari hatalardan şehri zaptedememiş olmamızı hatırlatıyordu. Elini samimiyetle tutarak şu cevabı verdim :

“— Viyana bizde değil amma kalbiniz bizimle… Bu daha büyük ve ebedî bir fetihdir.”

Daha sonra hadiseyi Fuad Paşaya anlattığım zaman Hariciye Nazırımız içini çekti:

“— Lâf efendi, sizinki boş lâf… Acı teselli… Asıl doğru olan Macar profesörünün söylediği… Bizim kusurlarımızı sıralamaya kalkarsak, Viyanaya sığmaz. İstanbula kadar uzanır.”

Ertesi günü Şönbrön şatosunda Zât-ı Şâhane, Viyana Belediye heyetini kabul etti. Heyette bulunan Viyana Şehir Meclisi ikinci reisi Dr. Zelinka, vaktiyle İstanbulda vazife görmüştü. Yaşlı bir zattı. Zât-ı Şâhanenin şehzadeliğini biliyordu. Resmî ve teşrifata ait tâzim cümlelerinden sonra, Zât-ı Şâhane ile Boğaziçinde Avusturya-Macaristan sefaretinin yazlık binasında nasıl teşerrüf ettiğini anlattı. Bunun üzerine Âl-i Osman Padişahı bu tanışma sırasında merhum Sadrazam Mustafa Reşit Paşanın da maiyet-i şâhanelerinde bulunduğunu ve sadrazam vasıtasıyla Peşteden celbettiği cins Katana atları hâdisesini anlattı. Bu mazi hatırası, misafir ve hane sahibini çok mütehassis etmişti, Zât-ı Şâhane, Teşrifat-i Divân-ı Hümâyun Kâmil Beyden murassa Mecidî Nişanı irade ve eliyle Dr. Zelinkaya lütfetti. Bu iltifat, artık çok yaşlı olan bu hatırşinâs zatı öylesine duygulandırdı ki, gözyaşlarını tutamadı, ve: “— Hanedanlık asaleti irsen mevrûstur. Fakat Al-i Osman Padişahında bu asalet mutlaktır, ebedîdir, çünkü Zât-ı Şâhane Türktür…”dedi.”[4]

“Ertesi günü, yâni 29 Temmuz 1867 pazartesi günü, Belveder resim galerisini ziyâret ettik. Öğrendik ki, 1698 senesinde inşa edilmiş bu güzel saray, elli senedenberi resim galerisi olarak kullanılmaktadır. Buradan inen suyu kenarında olan ve eski silâhlar müzesi olarak tanzim edilen Ambr şatosuna gittik. Bu şatoda, Osmanlı silâhları, en büyük kısmı işgal ediyordu, öğleden sonra. Viyana kalesinin hâlâ sağlam kısımlarını gezdik. Beraberimizde olan Macar Şark ilimleri akademisi profesörü Lazlo Aponyi’den, iki Viyana musahasarında, buradaki mücadeleyi dinledik. Yavaş sesle bize söylenen bu mâzi, gözlerimizin önünde, o, mânia tanımıyan şanlı ecdadın fâtihâne kudretini canlandırdı. Zât-ı Şâhane devletinin tarihi ile yakından meşgul olmuştu. Biz böyle iken, O, bu mâzinin bugünkü vârisi olan kendisi, kimbilir hangi acı hislerle meşbû idi. Avusturyalılar, müzenin iki tarafına, iri yazılı gotik harfli kitâbelerle Osmanlıların taarruzlarının nasıl neticesiz kaldığını anlatan levhalar koymuşlardı. Bunlar, mermer ve zemin üzerine oyulmuştu. Bu sebeble, Al-i Osman Padişahının geleceği bilindiği halde yerinden kaldırılmamıştı. Fakat zafer levhalarının yerinden söküldüğü anlaşılıyordu. Bilhassa Leh Kralı Jan Sobyeski’nin, bahtsız serdâr Kara Mustafa Paşanın son savleti ile şehrin varoşları düşmüş iken âniden gelmesiyle Osmanlı ordusunun arkadan kuşatılmasını gösteren tablolarla, Türk askerinin ric’atini olduğundan daha fecî gösteren panolar kaldırılmıştı. Fakat bir Osmanlı için en elemli olan sahne vardı ki, onu yerinden çıkarabilmek mümkün değildir: Türk serdârı Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın olduğu iddia edilen kılıncı ve bir de gümüş içinde tahnit ettirilmiş kesik baş!.. Bu, bir övünme masalı idi, çünkü Mustafa Paşa, Padişah Dördüncü Mehmet Han’ın fermanı ile Edirnede boğdurulmak suretiyle idam edilmişti.[5]

Zât-ı Şahane burada büyük bir vekar ve sabır gösterdi. Cümlemizden çok onun içinin kan ağladığını tahmin etmek güç değildi. Yaver Tevfik Bey bana: “— Efendi Hazretleri… Bizi buraya davet münasebetsizlik değil midir? dediği zaman menfi cevab verdim: “— Hayır!.. Değildir. İki faydası var: Bizim buna göre onlara gösterilecek nice nice mâzi sân ve şerefini saklamama hakkını bize verirler bir, ikincisi de aklımızı başımıza alıp hiç yerine zaferler kaybetmeme hatasını bir daha irtikâp etmeme dersi alabilirsek alırız iki...”

Bize, bu acı hatıraları unutturmak için olacak ki, bundan sonraki Viyana’da geçen iki günümüz çok şaşaalı, hattâ başka yerde rastlamadığımız hususiyetlerle geçti. İmparator Fransuva Jozef, Padişahımızın askerliğe, bilhassa biniciliğe merakını bildiği için, o meşhur Hussar alaylarına muhteşem bir geçit resmi yaptırdı ve Hünkârın, İstanbulda üzerine bindiği Karabulut adlı atına tıpatıp benziyen cins bir Küheylânı onun binmesi için üzeri altın-gümüş Türk eğer takımı ile hazırlattı. İki tâcidar atlar üzerinde iken Âl-i Osman Padişahının heybeti daha açık görülüyordu. Bir ân geldi ki, Zât-ı Şâhane geçit merasiminden sonraki selâm törenine bu atla giderek biniciliğine ait mükemmel hüneri, çok tabiî şekilde lütfen ibraz etti, çok, pek çok alkışlandı. Geceleyin şeref-i müsûle nail olduğumuz sırada, bu tabu cündîliğin neden bu kadar tezahüre vesile olduğunu samimî hayretle Başyaver ve çok meşhur bir binici olan Halil Paşaya sordu.

O akşam Şönbörn Sarayının yazlık bahçesinde bin kişilik bir ziyafet verildi. Yemeklerin büyük kısmı Osmanlı yemeklerine benzer idi. Hele bir güveçvardı ki, İstanbulun meşhur konaklarındaki Bolulu aşçılar tarafından yapılabilirdi. Öğrendik ki, bunlar Macar Yemekleri imişler. Hiç bir zaman yanımdan ayrılmıyan dostum Prof. Lazlo bana “Cedlerimiz beraber geldikleri Ural – Altaylarda bu yemekleri beraber yerlerdi.” dedi. Ne garip dünya… Bizimle beraber iken patırtı gürültü çıkarmak için sebeb arıyan bu milletler, idaremizden çıkıp ta, hem kendi istiklâllerini elde edemeyip, başkalarının boyunduruğu altına girince Türk’ün değerini kavrıyorlar, hasret çekiyorlar amma giden geri gelmiyor!...[6]

Viyana’nın Avrupanın sanat, musiki, edebiyat, sahne hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece, Ander Wien tiyatrosunda verilen meşhur kadın tiyatro yazarı Mm. Jülyet Onuva’nın La Biche au Bois adlı bale oyununu seyrederek anladık. Çıktığımız zaman adetâ bir rüya âlemi içinde idik. Halimi Efendi biraderim bana sordu: “— Efendi Hazretleri bu ne halettir?” Adetâ rüya üzerimde devam edercesine cevap verdim: “—Birâder-i azizim… Bizler, Binbir Gece Masallarını kitaplarında okuruz. Bunlar kitaptan almışlar, sahneye koymuşlar… Bizimkisi hayâl, onlarınki hayat!…”

Buraya gördüğümüz ve bir daha ömrümüz boyu seyretmemiz ancak mucize sayılacak balenin mevzuunu anlatmadan geçemiyeceğim. Anladımki mühim olan mevzudan çok onu sahneye geçirebilmenin sanat mahareti.. Evet, bizim Karagözümüz de bazı hususiyetlere sahip amma ufku o kadar darki, zavallı Hacivad tekerleme tekrarından başka icrây-ı hüner için saha bulamaz… Efendim, mevzu şöyle: Bir avcı dağda gezerken bir karaca vurmuş. Avcının kıyafeti de, doğrusu canlı karaca da az ormanda rastlanacak cinsden idi. Renkli sahnede Karaca, avcının doldurma barutla, büyük patırdı yapan, fakat öldürmiyen kurşunu yediği zaman, şeffaf iplerle çekilerek yere yıkılıyor ve güyâ ölüyor. Bu sırada da sahnede dekor değişiyor. Ne var ki bu Karaca bir peri kızı imiş meğer… Kızın babası avcıya ceza veriyor. Öyle ceza ki, avcının hergün ayakları baş, başları ayak oluyor. Bir başka peri avcının bilmeden yaptığı hatanın cezasını çok ağır buluyor, ona yardım ediyor, bir yüzük veriyor, bu yüzük parmağında oldukça büyü tesirsiz kalıyor. Fakat avcı birgün yüzüğü denize düşürünce ceza yeniden başlıyor. Avcı denize dalıp çıkıyor, yüzüğü arıyor, bulamıyor. Bu dalışlardan birisinde, periler cemiyetinin toplantısına rastlıyor. Bunlar arasında türlü balık ve sedef hâlinde periler de var. Bir kısmı da, deniz kızları gibi yarı insan, yarı balık… Cemiyetin başkanı bunlardan birisi. Avcıyı misafir ediyor, denizin dibini gezmeyi teklif ediyor. Gezinti sırasında avcı derdini açıyor, periler seferber oluyor, yüzüğü buluyorlar. Fakat bu buluş için bütün perilerin dans etmesi gerekiyor. Çünkü kayıblar perisi, ancak, hoşuna giden danslar sonunda, kaybedileni buluyor.[7]

Tam Zât-ı Şâhanenin hoşuna gidecek bir bale seçilmişti. Sahneler, onu seyreden kadar şâhâne idi. Mevzu da hayatı Saraylarda geçmiş bir tâcidarın hazzını kazanacak hulyavî safhaları takib ediyor, sonu iyiye bağlanıyordu. Tiyatronun medhali, vistibül, merdivenler çiçekler ve bayraklarla donatılmıştı. Burada büfelerin önündeki çeşmeler, durmadan aranılan ve beğenilen içkileri bol ve cömert şekilde akıtıyordu. Doğrusu, her türlü mahzuru şöylece rafa koyarak bunlardan bol bol denedik. Fuad Paşa Hazretleri, İmam Hasan Nami Efendinin de bu ikrama iştirâk edip etmediğini sorduğu zaman Hoca Efendiyi halâs etmek için: “— Meşrûbun mâhiyeti tesbit için Efendi Hazretleri tadmadan nasıl fetva verirler? Zat-ı âlileri mevzuu mahallinde tetkik etmeden icrây-ı karar buyuruyorlar mı?»dedim. Ertesi gün, bizlerin çok anlamadığı, fakat Zât-ı Şâhaneyi çok alâkadar eden ziyaretlerle geçti. Topçunun atışları, bilhassa Köprücü kıt’aların Tuna nehri üzerinde yirmi dakikada köprü kurmaları ve Al-i Osman Padişahının bu köprü üzerinden saltanat arabasıyla rahatça geçmesi, bizleri hayrette bıraktı. Yok efendim yok, bir daha tarihlerimiz, bahtsız serdâr Kara Mustafa Paşa için hata aramasınlar… Eğerki biz buralarda kalsa imişiz dahi, onlar böylesine ilerlemenin, binbir vasıta-ı medeniyenin kâşifi ve sahibi olacak iseler ne yüzle kalacak idik ve kalsa idik de neler yapacak idik?[8]

Öğleden sonra İmparatorun hazinesini ziyaret ettik. Bize anlattırlarki, Viyanaya gelen yabancı hükümdarlar içinde burasını ziyâret edenler çok mahduddur. Bilhassa gelen Kral veya İmparatorlar, ancak Nazırlarıyla beraber gelebiliyor, heyetler kabul edilmiyormuş. Öyle ya… Gelenler içinde hepsinin namus ve iffeti nasıl temin edilebilir? Eli çabuk ve maharetli olan çıkar da, büyük kısmı açıkta olan bu değeri misilsiz hazineden bir şeylerin yerini değiştiriverirse… “— Şunlar kayboldu…”diyebilmenin imkânsızlığı da malûm. O halde en eminini ziyâreti tahdid etmekde bulmuşlar. Bizi neden istisnâ ettikleri aramızda münakaşa edilirken dedim ki: “— Efendim… Orada gördüklerimizden çoğu bizden alınıp gitme… Hatta en çok beğendiğimiz ve Zât-ı Şahanenin de gıpta ile baktığı Harun-ür Reşid in kılıcı bile bizim ihmâlimiz sebebiyle oralarda kalmıştır, bir arkeolog adlı kibar hırsız çıkmıştır, almış buralara getirmiştir. Hem Bağdad’ı asırlarca önce fethet, hem hâlâ idarende olsun, Hem de Harun-ür Reşid in kilimini, âlemce meşhur saatini vatanına getirme… Sonra bizim cömert Paşalar Hazerâtının Çerkeş dilberlerine hediye ettikleri mücevherler burada İmparatorun hazinesinde… Sadece onlara birer de hikâye eklemişler.» Bulduğum mâzaretten ben dahi memnun olmamıştım amma, mevzuu değiştirmek icab ediyordu. Çünkü mukayeseler, kendi hatalarımızı tesbit sadedine girmiş olsa idi, bu güzel seyahat hepimiz için zehir olurdu. Biz Viyanadan hareket etmeden, Bab-ı Âliden, Saffet Paşanın, Serasker Paşa ile birlikte, Zât-ı Şahaneyi karşılamak üzere Rusçuğa hareket edeceğini bildiren telgrafı aldık.[9]

Ertesi günü, yâni 31 temmuz 1867 sabahı Viyana’dan bu musiki, dans, tiyatro beldesinden ayrıldık. Bütün Avusturya-Macaristan ileri gelenleri, Hanedan âzası uğurlama merasiminde hazır bulunuyorlardı. Burada yeni bir karşılıklı hassasiyete ve dostluk tezâhürüne şâhit olduk: Zât-ı Şâhane, Avusturya-Macaristanın en büyük nişânı olan Sent-Etyen’i, İmparator Hazretleri de murassâ Mecidî nişân-ı zîşanını takmışlardı. Endamları da birbirlerine uyan iki hükümdarın aynı saltanat arabası içinde geçişleri gözalıcı manzara teşkil ediyordu. Bizim zârif endamlı Veliahd Murad Efendi Hazretlerinin, iri-yarı Prens Giyyom yanında küçük kalması dikkati çekiyordu. Fakat şehzademizin güler yüzlü cana yakın hâliyle durmadan halkı selâmlamasına mukabil arşidük Giyyom çok mağrur, hatta mağmûm idi. Tuna yolu ile Peşteye, Macar başşehrine gelecektik. İskelemiz Preşi’ye kadar arabalarla gidecektik. İskele hınçahınç halk ile dolu idi. Ahali, Zât-ı Şâhane ile şehzadelerin bulundukları arabalara çiçek buketleri atıyordu. Al-i Osman Paşidahı için hazırlanan Zeşenyi vapuru Osmanlı-Avusturya-Macaristan bayraklarıyla süslenmişti. Hareket işâreti verilince iki İmparator çok samimî şekilde kucaklaştılar. Önce Matyas gemisi klavuzluk yapıyordu. Zeşenyi Zât-ı Şahaneyi taşımakla şerefyâb oluyordu. Bizler Rudolf gemisinde idik. Bu gemi, Arşidüklere mahsus idi. Her tarafı murassa kumaşlarla örtülü idi. Döner koltukları, yatar-kalkar şezlongları, hareket halinde sehpâlarıyla görmediğimiz rahatlıklara sahipti. Halimi Efendi, bu böyle olduğuna göre Zât-ı Şâhanenin irkâbına mahsus olanın kimbilir nelere sahip olduğunu merak ettiğini söyledi. O sırada Tunada sular çok hızlı akıyordu. Suları işaret ettim: “— Birader!.. Haşmet karadadır. Su üzerinde asıl aranan çarşaf gibi bir denizdir. Maazallah fırtına koparsa şu süslü ağır şamdanlar kafana düşer. Hemen Cenab-ı Hak mahalli maksuduna ıahat erdirsin!..” Benimkisi, erişilemiyecek rahatlıklara karşı duyulan gıptanın sözleri idi. Fırtınasız denizde böyle gemilerle gitmek, elbette bizim pat pat-ı bahrî dediğimiz o iskeleye yanaşması da, kalkması ayrı bir derd olan buharlılarla, kâr-ı kadîm pazar kayıkları ile gitmekten çok rahat, emîn, doğru idi. Akıntı ziyâde idi ve yirmi mil süratle gidiyorduk. Bu hızla, akşam Peşteye varacağımız umuluyordu. İki buçuk saat içinde, Napolyon’la Avusturya arasındaki Osterliç anlaşmasına sahne olan Presburg şehrine geldik. Hareketimizin beşinci saatinde Komorn kalesine eriştik. Burası çok sağlam şekilde tahkim edilmişti.[10]

Akşam saat dokuzda Peşteye eriştik. Şehir ışıklar içinde idi. Halk sokaklara dökülmüştü. Vapurlarımız iskeleye yanaşdığında bizi çok heyecanlandıran bir manzara ile karşılaştık, işte bu ânda benim dahi gözlerim yaşardı: Başlarında sorguçlu kalpak, boyunlarında altından yapılmış ağır kordon, omuzlarında dolman, bellerinde aynen Türk biçimi kılınç, bacaklarında bizim zeybeklerinki gibi pantalon, dizlerine kadar çizme ile tam birer Türk bahadırı kıyafetinde Macar asılzâdeleri sıra sıra saf olmuşlar, Türkçe Yaşasın Han, Yaşasın Hakandiye bağırıyorlardı. Macarların yakın mâzideki istiklâl kavgasında, Avusturya ile Rusyaya karşı gösterdiğimiz celâdet onları minnettar etmişti. Zât-ı Şâhane hepsine ayrı ayrı iltifatta bulundu, Al-i Osman padişahı için çok mükellef, Macar Krallarının kullandığı tarihî araba tahsis edilmişti. Prof. Lazlo bana anlattı ki, bu araba, 190 senedenberi ilk defa müzeden alınmaktadır. Bunun için Peşte şehir meclisi ittifakla karar almıştı. Buradan, Peştenin merkezinde medfun olan Gül-baba türbesini ziyâret ettik. Türbe civarında bir de cami var idi. Zât-ı Şâhane türbeye dühul eylediklerinde fâtiha tilâvet buyurdular. Buradaki geniş bahçeye kırmızı bir çadır konulmuştu. Atlas ipekli çadırın içinde istirahat için herşey mevcud idi. Zât-ı Şâhane burada bir müddet dinlendiler ve bendelerini irade ettiler. Huzurlarına lütfen kabul ettiklerinde iltifât-ı şâhanelerine nail oldum. Gülbaba hakkında malûmat irade eylediler. Mütevâzı bilgimi arzeyledim: Gülbaba’nın bir Bektaşî babası olduğunu, Fatih Sultan Mehmet, İkinci Bayazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî devirlerini idrâk ederek, yüz on yaşına kadar yaşamış, cenklerde bulunmuş, Peştenin fethinden sonra buraya yerleşmiş ve burada vefat etmiş olduğunu arzettim. Türbesi, bir köy evine benziyor idi. Türbedeki iki levhadan birisi manzûm idi. İlk beyti şuydu :[11]

Bunda medfûn Gülbaba hazretleridir, daima

Bülbül-asâ zâiridir ruh-i pâk-i evliya.

Türklerden kalan an’aneye Macarlar da rağbet ediyorlar ve dilekleri olanlar, türbenin demirlerine ince ipek renkli kordelâlar bağlıyorlardı. Zât-ı Şâhane buradan ayrılırken, millî kıyafeti içinde bir Macar kızı, GÜLBABA türbesinden alınmış al renkli atlas kese içindeki toprağı Padişahımıza takdim etti. Bu kesenin üzerinde şu satırlar vardı: “Macar halkı 1849 daki âlicenâp müdafaanın minnetini her zaman izhar edecektir.” Tarih ne kadar ibretli hadiselere sahiptir: 1849 senesinde Macar mültecileri meselesini daha henüz Hariciye Müsteşarı iken Fuad Paşa halletmişti. Bunu bilen Macarlar, Osmanlı Hariciye Nazırına çok değerli bir saat armağan ettiler. Üzerinde şu cümle vardı: “1849 da insanî cesaretin sahib-i faziletmeâbı devletlû, fehâmetlû Fuad Paşa Hazretlerine.”

Tuna Üzerinde Şanlı Adakale :

“Peşteden hareketimizden evvel, Talia vapurunun, Saffet Paşa, Serasker Mütercim Mehmet Rüştü Paşa ve devlet büyüklerini hamilen Varnaya vardığını haber aldık. İstanbul, Zât-ı Şahaneyi karşılama hazırlığında idi. Valde Pertevniyâl Sultan başağası Cevher Ağayı karşılamıya gelenler arasında göndermişti. Seyahat, tahmin edildiğinden daha çok devam ettiği için Zât-ı Şâhanenin kullandığı bazı eşya da gönderilmişti. Bütün bunları Peşte Başkonsolosumuza gelen şifreli telgrafdan öğrenmiş bulunuyorduk. Peştede beklenmiyen bir hadise oldu: Yeni Osmanlılar’a maddî yardımda bulunan, bu yüzden de Ali Paşa ile arası açık olan Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa Paris’te Zât-ı Şâhane tarafından kabul ve iltifata mazhar olmuştu. Londraya da maiyet-i şâhanede gelmiş idi. İstanbula avdet edeceği ve yine bir nezaret alacağı söyleniyordu. Peştede olduğumuz gün, oğlunun hastalığına dair Paristen haber aldığı ve Fransaya avdeti için Padişahdan izin istediği duyuldu. Bu, beklenmiyen bir hadise idi. Paşa avdetinden evvel, kadîm hukukumuz olduğu için beni davet etti ve istanbulda bir kaç hususî dostuna verilmek üzere bazı mektuplar tevdi etti. Niçin döndüğünü de, hiç çekinmeden şöyle ifade etti:[12]

“— Kendilerine bizlerin Yeni Osmanlı, Frenklerin Jön-Türk dediğimiz bu zevat, bir avuç insandır. Onların vatan haini oldukları, hatta saltanat-ı seniyyeye müteveccih bir harekete giriştiklerini reddederim, istedikleri vatanın tealisi, saltanat makamının bu suretle takviyesidir. Avrupanın hâlini gördünüz. Refah, ümran, servet, saadet, medeniyet her şey var. Onlar, belki tercih ettikleri yolda hata ediyorlar, fakat asla suiniyet sahibi de bulunmuyorlar. Ben şimdi İstanbula avdet edersem onların şevki kırılır, belki de kendilerini terkettiğime kani olurlar, işte size kadîm dostum olarak avdetimin hakikî sebebini ifşa ediyorum. Bunu böylece biliniz. Mahrem tutup tutmamak da şahsî telekkinize mevdû… Yalnız şunu söyliyeyimki ben Yeni Osmanlılar’la dost olmaktan asla nadim değilim ve bununla iftihar da ediyorum.”

Kendisine dedim ki:

“— Paşa Hazretleri… Unutuyorsunuz ki ben burada, Sadrazam Ali ve Hariciye Nazırı Fuad Paşalar Hazeratı tarafından tercihen ve vazifeten bulunuyorum. Vazifemi de samimiyetle arzedeyim: Ne gördü isem, ne duydu isem onları sadakatle kaydetmek!.. Yâni şimdi sizden duyduklarımı da ruznâmeme kaydedeceğim!.. Bunu biliniz!”

Ciddî bir tavırla söylediğim bu sözler üzerine Mustafa Fazıl Paşa heyecana, hatta asabiyete kapıldı:

“— Siz kendi iz’anınızın ben de kendi vicdanımın istikametinde yürürüz. Yalnız bu hadise, zat-ı fâzılâneleriyle kadîm hukukumu asla rahnedâr etmez. Bunu da biliniz.” dedi. Güldüm : “— Behey Paşam!.. Şu gördüğümüz medeniyet ve ümranı memleketimizde kim görmek istemez? Zât-ı Şâ-hanenin teesüründen zaman zaman dudakları titrer idi. Eğerki Yeni Osmanlılar’ın istedikleri bu mes’ut neticeyi temine medar olacağına memâlik-i Osmaniyede zerrece aklı ve sedakati olan her kime anlatılırsa aman bu kervanın içine beni de katınız der. Şairin dediği gibi “herkesin maksudu bir âmma rivâyet muhtelif”… Ben bu mektubları sahiplerine veririm, size de iyi seyahatlerle hayır dua ederim. Paris sefaretimizin imamı Hoca Tahsin Efendiye de hürmetlerimi arzederim.”[13]

Vak’ayı olduğu gibi buraya kaydettim. Muaheze edilecek tarafı varsa hesab vermiye amâdeyim. Zaten bir avuç münevverimiz var, onlar da birbirleriyle geçinemiyorlar. Halbuki yapacakları elele verip şu bedbaht vatanı dertlerinden halâs eylemek!.. Tuna üzerindeki seyahatimiz arızasız devam ediyordu. Bazyaz’dan itibaren manzara çok değişik bir hâl aldı. Tuna’nın dar bir yerine geldik ki, burada iki tarafta büyük delikler, kayalar arasına oyulmuş halat artıkları vardı. Bunların, iki bin sene evvel eski Yunanlıların bir taraftan diğerine geçmek için yaptıkları asma köprü bakiyesi olduğunu öğrendik, öğle vakti Harşova’ya geldik. Memleketeynden (Yâni Romanyadan… Bugünkü Romanyanın idaremizde olduğu zamanki ismi Memleketeyn idi. Romanya, iki ayrı parça idi: Buğdan memleketi, Eflâk Memleketi… İkisine birden Memleketeyn deniliyordu.) bir çok heyet gelmişti. Bunlar Al-i Osman Padişahına kulluklarını arzettiler. Zât-ı Şâhâne kendilerine iltifatta bulundu. Harşova’yı geride bırakıp Tuna üzerinde kavis yaptıktan sonra gözlerimizin önüne o şanlı mâziyi öz varlığı ile canlandıran Adakale çıktı: Asırlarca, üzerimize elbirliği ile gelmiş Haçlı tazyiklerini aşılmaz bedeninde geri itmiş olan Adakale, Tuna’nın öteki kalelerini kaybetmiş olmamıza rağmen, Adakale hâlâ, memâlik-i saltanat-ı seniyyede idi. Sahilde Osmanlı askeri sefer kıyafeti ile bekliyordu, mızıkalar çalıyor, trampet sesleri geliyordu. Ayyıldızı çok büyük bir Türk sancağı sahile gerilmişti. Askerin ve halkın Padişahım Çok Yaşasesleri kulaklarda derin akisler yapıyordu.[14]

Akşama doğru Vidin gözüktü. Kendi ülkemize girmiş bulunuyorduk. Beş yüz seneye yakın Türk hükümranlığı altındaki Vidin şirin çehresi ile gönüllerimizi fethetti. Sahil muntazamdı. Gemimiz Vidine yanaşınca, kaleden atılan toplarla selâmlandık. Bütün şehir sahile dökülmüştü. Padişah-ı Al-i Osman, muntazam kıyafetli iptidaî mektepleri ve hiç bir başka Osmanlı eyâletinde olmıyan sanat mektepleri talebeleri ile esnaf teşkilâtı tarafından karşılandı. Bunlar, Tuna Valisi Mithat Paşanın eser-i himmeti idi. Hünkâr, Mithat Paşayı huzuruna kabul ile kendisinden izahat aldı. Kabul edilen idare-i umumiye-i vilâyat kanununa göre, üç vilâyet birleştirilmiş, adına Tuna Vilayeti denilmişti. İçinde Sırpların, Bulgarların, Makedonyanın, kısmen Yuna-nistanın ve Romanyanın bulunduğu bu geniş vatan, Mithat Paşanın dirâyet ve idaresine tevdi edilmişti. Ruscuk’a kadar bütün sahilde Tuna vilâyetinin hududları içinde idi. Padişah, gördüğü intizamdan ve ümrandan fevkalâde memnun oldu. Mekteplere ve sanayi erbabına verilmek üzere yüz bin kuruş ihsan etti. O geceyi Vidinde geçirdik. Zât-ı Şâhane için vaktiyle Alemdar Mustafa Paşaya ait olan ve sahilin hâkim mevkiinde, kayalıklar üzerinde kartal yuvası vaziyetinde inşa edilmiş konak tahsis edilmişti. Mithat Paşa şâyet Padişah burayı tercih etmez ise, sahilde de yer ihzar etmişti. Fakat Hünkâr, bu yüksek yeri tercih etti ve ertesi gün Fuad Paşaya, civara bu kadar hâkim bir yerde oturmanın ayrıca zevki olacağını söylemişti. Cümlemiz Mithat Paşanın cömert alâkasından müstefid idik. Paşa, memleket yemeklerine hasret çektiğimizi bildiği için bize Rumelinin o nefis böreklerini, hamur tatlılarını hazırlatmıştı. Öğleden sonra Vidin’den ayrıldık. Zât-ı Şâhane, bir iltifat-ı hâs olarak Tuna Valisi Mithat Paşayı da maiyetlerine almış, Fuad Paşa ile beraber Rusçuğa kadar sohbetleriyle taltife devam etmişti. Yolumuz üzerindeki Lum, Rahova, Niğbolu, Ziş-tovi önünden geçerek Rusçuğa vardık. Âl-i Osman Padişahı, Vidin önlerinden geçerken vapuru yavaşlattı ve kimbilir, o kahraman ceddi Yıldırım Bayazıt’ın, gece karanlığı içinde farkedilmemek için siyah ata binerek, düşman karakollarını aşıp, kalenin yanına sokularak, dört tarafı düşmanla çevrilmiş ve bir avuç kahramanı ile haftalardır karşı koyan Niğbolu serdârı Doğan Beye “— Bre Doğan, bre Doğan… Nicesin?” sesini duymak mı istemişti? Rusçukta bizi daha sonra karşılaşacağımızı tahmin ettiğimiz bir zat, Sadrazam Âli Paşa Hazretleri karşıladı: Kısa zaman sonra anladık ki, Sadrazamın gelişi, seyahatin umulduğundan daha derin tesirleri ve neticeleri üzerinde Padişaha izahat vermek, Fuad Paşa ile temas etmek ve zaman kaybetmeden sefaretlere alınacak kararları bildirmekti. Çünkü artık malûm idi ki devleti Âli ve Fuad Paşalar idare ediyorlardı: Zât-ı Şâhanenin esas meseleler üzerinde iradesini aldıktan sonra herşeyi kendi aralarında hallediyorlardı. Yeni Osmanlılar’ın, Ali ve Fuad Paşalara şerik-i saltanat demelerinin sebebleri vardı.”[15]İstanbula dönüş hazırlıkları başlamıştı, Şıpka-Kızanlık-Edirne tolu veya Varna yolu kullanılacaktı. Padişah Varna yolunu tercih etti. 7 Ağustos 1867’de Karadeniz Boğazı önlerine gelinmişti. 

6/ Ağustos/2014

Şehitlik (Saat 15.00)

Osmanlının I. Dünya harbinde Avrupa’da savaştığı iki cephe Galiçya ve Dobruca’dır. Romanya bölgesinde açılan bu cephelere katılan ve şehit olan Mehmetçiklerden bir kısmının kabri şerifleri Budapeşteye çok yakın bir bölgede bulunmaktadır.

Galiçya Cephesi

Rusların 1916 ortalarına kadar Verdün’deki Alman kuvvetlerine yaptıkları taarruzlar, büyük sıkıntılar yaratmıştır. Almanların isteği üzerine, 19- ve 20. kolordulardan oluşturulan XV. Türk kolordusu 535 Subay ve 32.018 er mevcuduyla bölgeye gönderilmiştir. 22 Ağustos 1916’da Güney ordusu safında yer almıştır. En tehlikeli çarpışmalarda müttefiklerimiz tarafından acımasızca en ileri saflara sürülen birliğimizin mevcudu kısa sürede 12.000’e inmiştir. Çarpışmalarda gösterdiği olağanüstü gayret ve başarılardan ötürü Alman imparatoru ve Genelkurmayı tarafından çeşitli kereler takdir ve tebrik edilen Türk kolordusu 6 Eylül’de bir geri çekilme manevrası esnasında da ağır kayıp vermiştir. Rus ihtilâlinin de çıkması üzerine 11 Eylül 1917’de yurda dönmüştür.[16]

Dobruca Cephesi

Romanya savaşın başından itibaren koruduğu tarafsızlığını 27 Ağustos 19l6’da bozarak İtilaf devletlerine katılıp Avusturya-Macaristan sınırına saldırmıştır. Tran-silvanya’nın büyük bir bölümünü işgal ile Galiçya cephesinin gerisini tehdit etmeye başlamıştır. Buna mukabil Alman, Avusturya, Bulgar ve Osmanlı birliklerinden oluşup general Falkenhayn’ın komuta edeceği bir ordu teşkiline karar verilmiştir. 15. ve 25. tümenlerden oluşan 6. kolordu 1916 Eylülü başında Dobruca’daki müttefik karargahına gönderilmiştir.

Hareketin tamamlanması üzerine burada son derece başarılı savunma savaşları yapan Türk kolordusundan 1917 Aralık’ında 25. tümen, 1918 Haziran’ında ise 15. tümen geri getirilmiştir. Bu arada Bulgaristan’ın savaşa girip Sırbistan’a taarruz etmesi üzerine Yunanistan üzerinden İtilaf devletlerinin destek vermesine mukabil Almanların isteği üzerine 20. kolordunun Bulgarların emrinde savunma vazifeleri yaptığını da belirtmekte yatar vardır.

Osmanlı Devleti çaresiz kaldığı Trablusgarp savaşı ve ağır yenilgilere uğradığı Balkan Savaşı’ndan sonra I. Dünya Savaşı’nda umulanın çok üzerinde bir başarı göstermiş, hele Çanakkale zaferleri ile İtilaf güçlerini tek başına durdurma başarısını göstermiştir. Bu başarı İtilaf kuvvetlerine ağır silah ve insan kaybına mâl olurken tabii kaynaklan en bol olan müttefikleri Rusya’nın devreden çıkmasını hazırlamış olmakla ayrıca önem kazanmıştır. Tek başına da olsa her cephede başarı gösterememesi ise askerin yetersizliğinden ziyade yönetici konumunda iyi niyetli ancak tecrübesiz ve hayalperest komutanların olmasından dolayıdır.

Osmanlı kumanda heyeti memleket menfaatlerini Almanya’nın başarısından sonraki safhada değerlendirme hatasına düşerek askerî hareketleri (Sarıkamış, I ve II. Kanal harekâtı gibi) gereksiz yerlerde yaparak hem ordunun hem de halkın maneviyatını sarsacak, başarı hâünde bile memlekete önemli katkı sağlamayacak yerlere harcamışlardır.[17]Osmanlı yönetiminin gerçekten de Almanya’nın Marne muharebelerinde mağlubiyetinden sonra adeta etrafını görüp olayları değerlendiremez bir hâlde savaşa girmesi mevcut devletlerarası politika anlayışında ne kadar geri bir durumda olduğunu göstermiştir. Hem artık kaybetmeye başlayan tarafı tutmak hem de kendi kuvvetini onun emrettiği şekilde harcama yolunu seçmek, hiçbir şekilde akıl kârı bir davranış olmamıştır. Halbuki savaş sürecine dahil olan devletler I. Dünya Savaşı’nı daha fazla pay kapabilecekleri bir kumar masası olarak görüp her türlü pazarlığı ve olayların gelişimini gördükten sonra son kozlarını oynamışlardır.[18]

Bizde Birinci Cihan savaşında Galiçya cephesinde şehit düşen şehitlerimizden bir kısmına ayrılan şehitliğe gidiyoruz. Yağmurlu bir gün, belki de bu vatan evlatlarına bugün de göğün bulutları ağlıyordur. Hem de hıçkırarak. Onların torunları bizler sırılsıklam ıslanıyoruz. Fehmi ATAY Bey Davudî sesiyle Kur’an tilavet (Lokman, Rahman, Yasin, Duhan, Fetih, Hucurat, Necm, Vakıa surelerini) ediyor, hepimiz etkileniyoruz. Prof. Dr. İbrahin Şahin Hocam dedesinin kardeşi olan amcasının kabrini buluyor. Kasım oğlu İbrahim (1892-1918). İbrahim Hocaya Kasım dedesinin ismi verilmiş. Dünya ne kadar küçük, vuslat ne kadar yakın ve beklenmedik bir şekilde vuku buluyor. İbrahim Şahin Beyin şahsıma hediye ettiği “Harp Mecmuası”ndan Cenab Şehabettin Bey’in “Tasvîr-i Efkar” gazetesine gönderdiği yazıyı buraya akatarmadan geçemeyeceğim. Satırlar insanın boğazına düğümleniyor:

“GALİÇYA’DAKİLERE[19]

Şimdi Transilvanya’nın sonbahar sislerini yırtarak Bukovina civarından geçerken Balkan treninde ne kadar hemşehrim varsa eminim ki hepsi benimle birlik-de gözleriyle ufk-ı şimalîde sizi aradı, sizi ey Galiçya’daki Türk kahramanları… Asker bugün her zamandan ziyâde bizim âfâk-ı rûhumuzdur. Ordumuz hangi toprakda bulunursa bulunsun semâ gibi hiç gözümüzden ayrılmıyor ve kânûn-ı ru yete muhâlif olarak bizden uzaklaşdıkça gözümüzde büyüyor. Her nefer bizim nazarımızda iki kere vatandaş ve o nis-betde azîzdir. çünkü askerdir; bâ-husûs siz ey Galiçya’daki Türk kahramanları, siz iki kere askersiniz, çünkü vatanınızı vatan-cüdâ olarak müdâfa’a ediyorsunuz. Millet sizden iki katlı bir fedâkârlık istedi; düşmanı vatandan çıkarmak için siz vatandan çıkdı-nız. Buna hiç kimse bir huruç diyemez; bu bir su’ûddur: Sizi göz bebeklerimiz garbda değil şahikalarda ve yıldızlarda aramalı..

Biliriz ki Türk için Türkiye en güzel beşik. en rahat yatak ve en azîz mezârdır: Orada doğduk, orada yaşadığımız gibi orada ölmek isteriz. Elbetde yüreğimiz pa-ralanmaksızın bu fecî’ ve müstesnâ günlerde sizden ayrılamazdık. Ooh sizi göğüs lerinden yaban ellere salıvermek için kollarını çözen vâlideler, zevceler, hemşireler ve çocuklar!.. Ey Galiçya’dakiler, şu anda çaketlerinizi koklayınız: Emînim ki orada hâlâ sevdiklerinizin başlan ve yürekleri kokar. Harbe giden vatandaşlarımıza dâimâ dikkatle bakarım; daha İstanbul’da iken yürüyüşleri biraz hücum hatvesiyledir. Onlarda pek kolaylıkla hissedilen bir arzu var: Muharebenin hitâmından evvel mevki’-i harbe yetişmek!… Gûyâ korkuyorlar ki daha onlar cebheye varmadan mütâreke ve musâ-laha birbirini ta’kîb edecek. Siz de, emînim, fermân-ı vazifeyi dinleyerek aynı tehâlükle hudûddan çıkdınız ve işte Ga-liçya’daki bir Karpat parçası hâlinde Rus ordusu önüne dikildiniz. Yâr u ağyâr sizi orada müdafa a ve hücumda görecek: Görecekler ki siz hem kılıç ve hem kalkansınız; göğsünüz düşmanın göğsüne kal a gibi dayanır ve kollarınız hasmın kollarını balta gibi keser. Moskoflara karşı ecdâdımızın başladığı dâstân-ı hamâseti temdîd ediyorsunuz; al bayrağınız sanki eski şühedânızın kanlı kefenidir. Siz onlann meşru’ evlâdısınız: Kalbinizde onların hissiyatı ve pazulannızda onların metâneti var. Sizin göğsünüzde âteş-i hayât ile çarpan yüreğiniz onlann kadîd göğüs- Wiesbadende Berliner lerinde, eyvâh çokdan beri durmuş yürekleriyle temâsdadır! Bugün onlar sizinle berâber harb edemedikleri için kim bilir ne kadar mahzundurlar; emînim, ellerinden gelse size silâh arkadaşı olmak üzre mezârlarından kemiklerini yollarlardı: Şehîdler için ölüm kılıca nisbetle kın gibidir; onlar mevt içinde [ilel’l-ebed keskin bir çelik salâbet ve sebâtıyla eyyam-ı intikamı beklerler… Çok kere lisân-ı ecânibden işitdim: Türk ordusunda üniforma yok diyorlar. Hâlbuki kahramânlık sizin tabu ve samîmi üniformanızda Asırlardan ve asırlardan beri askerlerimizin ruhu müşterek bir gömlek gibi hep bir örnek fedakârlıkla giyinir ve süslenir!… Türk ordusu harb ederken hiçbir zaman kalbinde kayd-, hayât ve endişe-, memat bulunmadı: Türk müdür ve asker midir, başına tac-ı gaza ve tâc-ı şehâdet bir gelir…

Çar, çar! Bu fikirler ve bu hisler son Türk’ün bir tek kolu kalmayıncaya kadar böyle devam edecek. Ordumuz bayrağımızı ecdadımızın elinden ve hissiyatımızı ecdadımızın gönlünden aldık ve bayrağımızla birlikde hissiyatımızı evlâdımıza teslim etmeden meydân-ı harbi terk etmeyecek… Türk silsilesi dediğimiz inkıtâ’sız zinciri hiçbir silâh kesemez; Çar senin kılıcınla açılacak yara Türk sinesi için yeni bir bileyi taşıdır. Biz dâimâ ninelerimizin göğsünde birer kandan yıldız şeklinde Kazak mahmuzlarının izini bulduk: Senin vahşî askerlerin henüz dişleri çıkmamış Türk yavrulanyla bütün dişleri dökülen Türk ihtiyarlarını aynı beh[î]miyet-i hunhârâne ile paraladılar: ne çıplak başlara, ne ak saçlara, ne acze ve ızdırâba, şâyân-ı hürmet şeylerin hiçbirisine Türk karşısında hürmet etmediler. Fakat işte bugün minâre-i târihimizde ezân-ı intikam okunuyor…

Çar, çar! Sen bizden geçen asırlarda çok toprak ve çok mezar aldın. Fakat Türk’ün ruhuna dokunamadın: Onun yüreğinde seni korkudan necâbet ve şehâmetden hiçbir zerre gâib olmadı. Senin galebelerin bize rüşvetle kazanılmış da vaları hatırlatıyor. Siz Ruslar çok ve pek çok. fakat o nisbetde küçüksünüz. Çar, senin taburların bizce kırkayak gibi bir tepmede ezilecek birer uzun haşeredir! Bak. bugün yabancı toprakda yine Türk cebhesi karşına çıkdi; Türkler hudûdlarının berisinde ve ötesinde vatanları için döğüşmeyi ve îcâb ederse ölmeyi bilirler: Bizde belki fen yok ve belki san’at yok, fakat bî-şübhe silâh ve … Türklük vardır! Şühedâmız medfenlerinde mezâr taşı bile istemezler: Onların cesedleri mecruh ve merkadleri ta’bîr lâyık ise, kesik başdır! Ölürken etrâfla-rında silâh arkadaşlarının sükût-ı ihtirâmı, ve gömüldükden sonra isimsiz ve işâretsiz kabirlerinin civârında tabiatın ve insani- i yetin ihtirâm-ı sükûtu onlara yeter. Vatan için öldükleri ye- rin toprağı onlarca yine bir vatan toprağıdır, onları Allah’a teslîm edinceye kadar saklar…

İşte ey Galiçya’daki Türk kahramânları! Toprağın altında -veyâ üstünde siz bir hazîne-i faziletsiniz. Biz sizi ehrâm-ı hamiyetin zirvesinde görüyoruz. Yükseliniz ve yükseliniz. Osmanlı ordusu için şevâhik-i şeref nâ-mütenâhîdir…[20]

Şehitlikten sonra Macar mezarlığının içinden geçiyoruz. Çiçek satış yerleri yağmur altında ziyaretçi bekliyor. El sallayıp, yolumuza devam ediyoruz. Yolculuk Gül Baba’ya. Gül Baba Türbesi Her gelişimizde uğradığımız mübarek mekan. Mekanı insanlar mübarek kutlu eyliyor. Burada Samiha Ayverdi’nin “Ezeli Dostlar” isimli eserinden “Gül Baba” bölümünü paylaşmak istiyorum. Mümkün olsaydı çocuklarımıza, torunlarımıza tarihimizi, edebiyatımızı Samiha hanımın güzel İstanbul Türkçesinden okutabilseydik.

GÜL BABA

İster târih gözü ile ister kendi gözümüzle bakalım Rumeli’de çarpışan, göğüsleri îman dolu gaziler arasında onlardan bir gazi de şüphesiz Gül Baba’dır. Kılıcını kınına soktuğu barış günlerindeki vakt-i hacette ona koşanlar çok olurdu. Zira o, aynı zamanda bir merd-i sohbet idi. Gül Baba, etrâfına dirhem ve dinar saçan zengin adam değil ise de, müşküllere düşmüşlerin kördüğümlerini çözerek, halkın çıkarlarına yol göstermekle, zorluklara kolaylık merhemi sürmesini çok iyi bilirdi. Bir Bektâşî babası olan Gül Baba, kendi adına nispetle anılan tekkesinin yanında medfun bulunuyordu. Kânûnî Sultan Süleyman’ın dâvetine uyarak Budin fethine iştirak edip orada şehit olmuş, cenâze namazını Ebussuud Efendi kıldırmış ve namazını kılan cemâat arasında Kânûnî Sultan Süleyman da hazır bulunmuştur. Gül Baba Tekkesi, Horoz Kapısı dışında, Veli Bey Ilıcası yanında, bağlı bahçeli bir bayır üstünde, mâmur bir tekke idi. İçindekilerin hepsi, bekâr Bektâşî fukarâsı olup Ordu-yı Hümâyun’la sefere giderlerdi. Kış yaz, meydanlarında şamdanlar, çerağlar, kandiller bulunurdu. Mutfağında çorbası, pilâvı ganî idi.[21]

Türbe, tekkenin bahçesinde çiçekli sofada idi. Üstüne bir kiremitli çatı çekilmişti. Sandukası yeşil çuha örtülüydü. Başında bir Bektâşî tâcı vardı. Duvarları, ziyaretçilerin elinden çıkmış yazılarla kaplıydı. İçlerinde beyitler, kıt’alar ve mâsûmâne dilekler de bulunmaktaydı. Meselâ bunlar arasında: “Aşık-ı sâdıkınım ettim ziyaret Gül Baba Bülbül-i giryan gibi efgân eden ey Gül Baba” yollu basit ve sâfıyâne beyitler olduğu gibi, dilekler ve türlü niyazlar da eksik değildi. Bunlardan biri de şuydu: Gül Babacığım, bana tosun gibi bir erkek evlât ihsan eyle! Ve gene: Gül Babacığım! Bana alnı akıtmalı bir at al!Bence bugün Macaristan demek, biraz da Gül Baba demektir. Târihin yazıp çizdiği Gül Babayı şimdi de ben ziyâret etmek istemekteyim. Oraya varmak için geçtiğim yolda, kubbelerin üstünde, pirinçten yapılmış acâyip bir ay bulunan Türk Hamamı göze çarpıyor. Bir zamanlar, kim bilir kimlerin yıkanıp arındığı, bakımlı ve tertemiz olan bu hamamın şimdi ne gibi bir işte kullanıldığını düşünmemek elde değildi. Nihayet gide gide, eskilerin Horoz Kapısı dedikleri semte vararak yokuşu çıkıp Gül Baba Türbesi’ne girdim. Sandukada gene yeşil bir örtü vardı. Fakat duvarlarındaki o acâyip levha kalabalığı kaldırılmış, yalnız eski yazılı bir “Hâzâ min fazlı Rabbî” levhası kalmıştı.[22]

Vaktiyle bu ibâreyi okumak için çok uğraştığım halde, bir türlü başaramamıştım. Yaşım, henüz altı idi ve o kış, nedense hep büyük annemin odasında geceliyordum. Yatağımın tam karşısına düşen duvarda da işte bu “Hâzâ min fazlı Rabbî..” levhası bulunuyor ve onu okumayı bir türlü beceremiyordum. Üstelik o zaman bir çocuk olarak yazının hiç de üstat bir kalemden çıkmadığına ve istifinin de sanatkârâne olmadığına karar vermek gibi gerçekten ukalâca bir hükme varmış bulunuyordum. O yaşta küçük bir çocuğun yazıyı okuyamama-sının mazereti olarak, kabahati kendisinde değil de hattatta bulmak istemesi çirkin bir gayretkeşlik değil de ya neydi? Ancak, bu altı yaşındaki çocuğun evinin diğer odalarında şâheser denecek öyle levhalar vardı ki gözlerinin bunlara baka baka hâsıl ettiği anlayışın, insan oğlunda en küçük yaşta başlayan bir zevk birikimi yaptığını da kabul etmek gerekmez mi?[23]

İşte bu küçük kızın, kendisinden sâdece beş yaş büyük olan erkek kardeşi sesi çok güzel olan müezzini dinlemek için bahçenin câmiye daha yakın olan ucuna kadar gidermiş. Ancak ne sebeptense bir gün aynı minareye çok bet sesli bir müezzin çıkıp ezan okuyunca çocuğun koşa koşa evden içeri girerek: “Bu adamı hapsetmeli!” demiş olduğunu sonradan kaç defa dinlemiştim. Küçük bir çocuğun bu teşhis ve tesbî-tini de gene güzelliklerle haşir neşir olması kadar şahsî istidadında da aramak doğru olur. Demek oluyor ki çocukların körpe zihinleri, sanat mekanizmasını işletirken, yaşı ne kadar küçük olursa olsun, onu çalıştırıp depo ettiği çizgiler, en beklenmedik çağında dahi birikmeye başlamış olmakta idi.[24]Gül Baba Türbesi’nden ayrıldıktan kısa bir zaman sonra, elimdeki çantamı orada bıraktığımı düşünerek geri döndüm ve bıraktığım yerde bularak aldım.. Psikoloji lügatinde, bir kimsenin, eşyâsının bir parçasını bir yerde unutmasının, orada kendisi ile bir bağlantı olduğuna işaret ettiği belirlenmiş değil miydi? İşte ben de aklım orada kalarak otelime doğru yürürken millî îmânını kâh dili kâh kılıcı ile yaymış bulunan bu kahramanla dopdolu bulunuyordum.[25]

Samiha Ayverdi’nin bu sözlerini inşallah hepimiz hissediyor ve yaşıyoruzdur. Gül Baba Türbesinde iken başlayan yağmur bütün heybetiyle devam ediyor. Türbenin biraz ilerisinde Macar ihtilalcilerine yardım etmiş çocuk denecek yaşta bir Macar gencinin heykeli var. Çıplaklığı, yalınlığı, korkusuzluğu, sadeliği sergiliyor.

7/ Ağustos/ 2014 sabah 10.00

 

Bütün konuklar Macaristan Parlemonta binasına hareket ediyoruz. Kırgız Türkü, Kazak Türkü, Türkmen Türkü vd. Türk halkları ile Turanî akrabalarımız. Macar bayrakları ve Sekel Bayrağı asılı. Sekelistan’ın Romanyadan bir gün Macaristan’a dahil olacağını işaret ediyor. Girişte beklerken Başkurt’tan, Sekele, Azerbaycan’dan Türkiye’ye oyunlar sergileniyor, fotoğraflar çekiliyor. Parlemanto binasına sade, teferruatsız, kontrol edilmeden resmi değilde adeta sivil bir mekana girer gibi giriyoruz. Merdivenlerden çıktıktan sonra Macar krallarının kutsal tacı dikkatimizi çekiyor. Fakat suret (fotoğraf) almak yasak. Şefik KANTAR Bey, nöbetçilere göstermeden bunu başarıyor.

Bu kutsal taç ile bilgileri Muhsin KADIOĞLU’nun “Turan yolunda[26]eserinden okuyalım:

 “Macar ve Leh Krallarının Taçlarının Saklandığı Kale

Ortaçağ’ın son yarısında Macarların kutsal kraliyet tacı Korona Vişcgrad kalesinde saklanmıştı. Bü-yük Louis 1370 yılında Polonya Kralı olunca Macaristan’ın kutsal tacı Korona’nın yanında Polonya Kralının Tacı da bu kalede saklanmıştı. Sigismund (1405-1408) döneminde Macaristan’ın başkenti Buda’ya taşınmıştır. Kral Matthias Corvinus döneminde ise Vişegrad’daki saraylar tatil konutu olarak kullanılmaya başlandığından Vişegard önemini kaybetmişti. Dul Kraliçe Erzsebet (Elisabeth)’in 1440 yılında bu tacı çalmayı başarması, filmlere konu olacak derccede ilginçtir.[27]

Osmanlı, Kutsal Macar Tacını Ne Yaptı?

Macaristan’ın Osmanlı yönetimine geçmesinden sonra da Kutsal Macar Tacı Korona’nın Vişegrad Kalesi’nde saklandığını Evliya Çelebi’nin şu iladelerinden anlıyoruz:

“Süleyman Hân bu kefereler ile mukâ(ve)met edemeyüp müdârâyla geçinmek, Vişegrad kal ‘asından tâc-ı İskenderki tâc-ı Enûşirvân-ı Âdildir ki ol tâc Menuçehr evlâdlarından Macar kavmine değüp anlar Novgrad kal’ası kurbanda Vişegrad kal ‘asında Tâc-ı İskender alınup dest-i Âl-i Osman ‘da mezkûr tâc hazîne-i Osmâniyân’da kalup Süleyman semtinden intikam almak içün şikloş kal’ası fethinde Zirinoğlu ve Beganoğlu Nadajoğullarına tâc-ı İskender alınup dest i Al i Osman ‘da mezkûr tâc hazine i Osmâniyân ‘da kalup Süleyman semtinden intikam almak içün şikloş kal ‘ası fethinde Zirinoğlu ve Beganoğlu Nadajoğullarına tâc ı İskender ‘i verüp anlar da yedi hersek Osmanlı dan yeşil katife kalpak geyüp gitmesinden Budin’i’ ve Üstürgon u ve İstolni Belgrad’ı ve’l-hâsıl yetmiş altı pâre kal’ayı Süleyman Hân Nemse çâsârı elinden aldılar.”

Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin kimde olursa 7 kralın tâbi olduğu kutsal bir tacı 76 kale karşılığında teslim etmiş olması, Korona hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadıklarını düşündürmektedir.[28]

Macar Tacının Kaçırılması ve Ele Geçirilmesi

Peçevi İbrahim Efendi, meşhur eserinde kutsal Macar tacının kaçırılmasıyla ilgili bir olayı da şöyle aktarmıştır: “Padişah’ın (Kanuni), Yanoş Kralı, Budin krallığına getirişini Macar beyleri kabul etmemiş ve toplanarak, Kral Ferdiriand’ı Budin krallığına getirmeye karar vermiş. Ferdinand da bunu kabul ile Yanoş ‘u Budin ‘den çıkararak tahta kendisi oturmuştu. Adet olduğu üzere bütün beyler ve memleket büyükleri toplanarak İstoni Belgrad’a gitmişler, krallık tacını Ferdinand’a giydirmişler ve ona itaat etmişlerdi. Öteden beri devam eden usule göre, kral tacı giydikten sonra ki hatırı sayılır beye verilerek Vişegrad hazinesine gönderilir, o anda mühürle, mühürlenir ve kilit ile kilitlenir ve saklanırdı. Bu defa da öyle yapılmak üzere üstün ümerasıdan olan Şikloş beyi Perin Peteri’ye, Vişegrad’a götürürmek üzere taç verildi. Bu sırada onun da bir işi çıktı, yoksa sonra götürürümü dedi, her ne dense tacı Vişegrad’a götürmeyip kendi kalesi olan Şikloş ‘a götürdü. Tam o vakitlerde, padişahın gelmekte olduğu haberini aldı. Bu tacı Şikloş’tan alarak kendisi ve ailesi de beraber olduğu halde Budin’e gitmek üzere yola çıktı. Oradan da Kral Ferdinand ‘a gidecekti.

Peç Başbuğu Kral Yanoş ‘a tabi olduğu için, tacın Perin Peteri tarafından kaçırılmakta olduğunu haber aldı. Hemen Peç ‘ten iki yiiz işe yarar katana ile elli haydut gönderdi. Seğsar yakınlarındaki Şarviz yalısındaki bir köyde konaklamış bulundukları sırada basılmış, adamlarından çoğu öldürülmüş, kendisini, ailesini ve tacı alarak Peç ‘e getirmişlerdi.Ama tacı Peç ‘te bulundurmayı tehlikeli gördüler ve Kral Yanoş ‘a tabi bulunan Şöprön kalesi beyine götürmeyi uygun buldular. Lendova beyi Yarıki Yanoş ile Şöprön ‘e gönderdiler Padişah, Mohaç sahrasına gelince bunu haber aldı, o zaman Peç Başbuğu ile Yankı Yanoş u getirtti. Onları iyice sıkıştırdı. Perin Peteri ‘yi de getirtmişti. Bunlar ister istemez tacı Padişaha teslim ettiler, o da aldı ve sakladı. Perin Peter ‘i de Kral Yanoş ‘a teslim etti ve incitmemesini de tembih etti. “[29]

Macar Kralı’nın Kutsal Tacı Karşılıksız Verilmişti!

Peçevi İbrahim Efendi, “Peçevi Tarihi” adlı eserinde Mohaç Savaşı’nı “kâfir tarihçilerin anlatımı”na göre de aktarmıştır. Bu anlatımda Macarların kutsal tacı Korona’ya da yer vermiştir. Peçevi, olayı şöyle aktarır:

“Osmanlı orduları Saferin yirmi beşinci günü Peşte’ye geldiler. Orada divan kuruldu. Engürüs (Macar) kralı gelerek Padişahın elini öptü. Buna karşılık kendisine (hil’at-ı fahire) giydirildi. Ve birtakım ihsanlar yapıldı. Mohaç ‘ta yenilen Kral Lavoş un bir tacı vardı. Kral olanlar bu taca sahip olmazlarsa, o kralın emrini kimse dinlemez ve itaat etmezdi. Kendilerinin anlattıklarına göre, bu taç üç bin yıldan beri, yani İskender ‘den miras olarak Nuşirevan’a gelmiş, ondan da bunlara intikal etmiş. Bu taç Kral Lavoş tan alınmış ve Padişah hazinesine konulmuş idi. Kral bu tacın kendisine verilmesini Padişah tan rica edince, Padişah da kabul etmiş ve Venedik Beyi ‘nin oğlu Şikloş beyi. Perin Pet-ri ve Estergon İrişk ‘i ile tacı kendisine göndermiş, bundan sonra halk arasında itibarı artmış ve krallık işleri bununla tamamlanmış oldu.[30]

Macaristan Parlemonta Binası, 268 m. uzunluğunda, 120 m. genişliğinde. Süslemeler 22-23 ayar altından yapılmış.27 ayrı kapısı 29 ayrı giriş merdiveni var. 200 tane çalışma odası bulunmakta imiş. Merdivenlerin her iki tarafında arslan heykelleri mevcut. Mimar İmre (Emre) Teş. Kubbeli bir salonda oyuruyoruz. Kubbe yüksekliği 27 m.uzunluğunda çapı 20 m. Hun-Macar yöneticilerinin heykelleri bulunmakta. Şu an milletvekilleri kullanıyor. Macaristan parlemonto Başkanı ve Andrej Bey kürsüde oturuyorlar. Tek Tek Turan konuklarına hoş geldiniz diyorlar: Kazakistan heyeti, Türkiye heyeti, Azerbaycan heyeti, Türkmenistan heyeti, Özbekistan heyeti, Kırgızistan heyeti, Başkurdistan heyeti, Tataristanheyeti, Buryat heyeti, Çuvasistan heyeti, Kabardin heyeti, Yakutistan heyeti, Uygur heyeti (Doğu Türkistan haricinde yaşayanlar), Altay heyeti, Kore heyeti, Nogay heyeti, Gagauz heyeti, Moğol heyeti, Tuva heyeti, Karaçay heyeti, Kırım Tatar heyeti (Sadece Kırıkkale’den Recep Bey var. O günlerde Rus ordusu Kırımı yeniden işgal etmişti), Bulgar Heyeti (Bulgarlardan da Turanî olduğunu kabul eden bir grup katılıyor), Karakalpak heyeti, Kuzey Kıbrıs heyeti. Her Türk lehçesine kulaklıklardan çeviri yapılıyor:

Meclis Başkanı Konuşuyor: “Macarlar olarak bizde doğudan geliyoruz. Kültürümüzü içimizde hazine gibi saklıyoruz. Andrej Bey çalışma arkadaşları ile çok iyi işler başarıyorlar. Macar-Turan vakfını selamlıyorum. Bugac’da haftalardır çalışıyorlar. Macar hükümeti de maddi olarak destekliyor.

Müsteşar-“Sevgili kardeşlerim, sizleri görmekten mutluluk duyuyorum. Müzisyenleri, dansçıları, milletvekilleri, misafirleri selamlıyorum. Daha önceki yüzleri görmekten de mutluyum. Bu sene 5. kez Kurultay düzenleniyor. İlk kez Kazakistan’da kutlandı. İkinci yıl Macaristanda kutlandı. 150.000 kişinin katıldığı kurultay akrabalarımızla daha bir anlam kazanıyor. Milletimzi doğu kökenlidir. Akrabamız olan milletlerle birlikte olduğumuzu biliyoruz. Onlarla işbirliği yapmak isteriz. Macar Hükümeti hem manevi hem de maddi olarak desteklemektedir. Andrej ve arkadaşlarına teşekkürler. Macaristan hakkında güzel deneyimlerinizi ailenize ve ülkenize anlatın.

Başkan

“Devasa organizasyonların sorumlulukları vardır. İnternet, face book vd. sosyal medya buradakileri çok uzaklara götürecektir. Elbette şu anki teknoloji ile çok şey yapılabilir. Batı da bu yaşadığımızı doğu açılımı olarak başlattığımız doğu politikasını Andrej Beye bırakıyorum.”

Andrej Bey

-“Kardeşlerim biz Hun-Türk kökenli büyük bir aileyiz. Sadece geçmişi değil, geleceği inşa ediyoruz. Atalarımız geçmişi bize bıraktılar. Biz bu ailenin yıllar sonra birlikte olmasını istiyoruz. Şu an yaptığımızı akrabalarımızla gelecekte yaşayanlara bırakacağız. Güzel organizasyonlarla gençler bu bilinçle büyüyorlar. Günümüzde Hun-Türk kökenli halklar büyük sorunlar yaşıyorlar. Uygurlar kendi toprakları için mücadele veriyor. Azerbaycan’da Karabağ’ı, Kerküklü Türkmeni unutmamak lazımdır. Biz sevgi aşılamak istiyoruz. Sibirya’dan Karpat Havzasına kadar çok güzel şeyler yapabiliriz. Biz bir aileyiz. Biz ortak en büyük geleneği yaşatacağız. Türk-Macarlar buraya gelecekler. Çünkü bu bilinçle büyüyen çocuklar bilinçli olacaklar. Globalleşenler tek tip insan olsun istiyorlar. Milletimiz her şeyden en üstündür. İnsanımız kendini değil, millet yararını üstün tutar. İlk Kurultay, Kazakistan’da başladı. Bunun rüya olduğunu söyledik. Küçücük bir şehirde yapıldı. Orada Macar kabilesi ile tanıştık. Bütün Macarları akrabalarımızı buraya çağırdık. Avrupa’nın göbeğinde ortak kültürü devam ettirmek istedik. Dili, kültürü unutmayan Türkmenistan, Kırgızistan, Türkiye vd. çok güçlü olacaklardır. Gagavuzlar, Kırımlılar zorda yaşıyorlar. Biz kader arkadaşıyız. İşbirliği her zaman önemlidir. İş dünyasında partner değişir akaraba değişmez. Kendinizi evinizde hissedin. Yaşasın akrabalarımız. Karpat Havzasındaki Macar bilinci ile Kazakistan, Azerbaycan, Türkiye vd. büyükelçiliklere teşekkür ederiz. İlk Kurultaydaki Macar arkadaşı kutlamak isterim” Bunun üzerine Kazakistan Macar oymağından arkadaş kürsüye geldi: “Kazakistan’daki Macarlar adına kurultayımız başarılı olsun. Macaristan Kurultayı için Andrej Beye teşekkür ederiz.” Konuşmalardan sonra yemek salonuna (Etterem: Et lokantası) geçildi. Muhteşem Macar yemekleri ile güzel bir ziyafet yaşadık. 

Burada bir parantez açıp Tarık Demirkan’ıneserinden[31]Turan Birliğiüzerine Turan Yıllığı1917’de Arpad Zemplenyi’nin makalesinden okumalar yapabiliriz.

Turancılığın geliştirilmesi için Macaristan’da dil bilimciler ve etnograflar 1910 yılında Turan Cemiyeti’ni kurdular. Türkiye’de ise yayın organı Turanolan bir siyasi parti faaliyet gösteriyor. Japonların “Asya Asyalılarındır” sloganı da bu düşünsel çerçeve içinde değerlendirilmeli. Ve son olarak burada Finlandiyalı kardeşlerimizin bu alanda son yıllarda geliştirdikleri eserleri de hatırlatmak gerek. Bütün bu çabaların ortak paydası tarihin derinliklerinden gelen ortak ırksal ve geleneksel değerlere saygıyla yaklaşmak ve bu ortak değerlerin birer parçası olan halkların birbirine yakınlaşmasını sağlamaya çalışmak. Bu akımın dinsel bir yanı yok. Olması da mümkün değil, çünkü içinde Hıristiyanların, Müslümanların, Budistlerin, Yahudilerin, Tatarların, Konftiçyüscülerin ve paganların bulunacağı bir dünya federasyonu ancak geniş bir inanç hoşgörüsü çerçevesinde ayakta kalabilir. Japonlar Müslümanlığa ve Hıristiyanlığa karşı hoşgörülü olacaklar. Bizler Yahudiliğe ve Müslümanlığa hoşgörüyle yaklaşacağız. Çin, Rusya ve Türkiye de böyle davranacak. Dinin geleneksel kavramları, kahramanları ve figürleri, kültürel hayatımızın diğer alanlarıyla birlikte edebiyat ve sanat hayatının esin kaynağı olacak.[32]Grek-Roma mitolojisi de antik geleneklere dayanmıştır. Son dönem Wagner operaları Cermen geleneklerinden, Fin edebiyatı, müziği veya resmi ise eski Fin dininden esinlenir. Biz Macarlar, kendi geleneklerimizi, bize göre çok daha yıpranmamış geleneklere sahip Vogul-Ostyak halkları gelenekleriyle zenginleştirebiliriz. Türk kardeşlerimiz ise, Türk-Tarar halklarının canlı anılarında kendi kültürlerinin izlerini arayabilir, böylece İran ve Arap kültürünü taklit etmekten kurtulabilirler. Tüm bu gelenekler biz Macarlar açısından da yararlanmaya açıktır elbette. Bugün dünyada var olan halklar üç ana kültür grubunun uzantısıdır. Turanlılar, ya da sarı tenliler. İndo-Germenler ya da ariler. Ve son olarak semit halklar. Semitler Afrika kökenlidirler. Demiri ve çeliği keşfeden onlardır. Mısır uygarlığı da onlara aittir. Monoism, Müslümanlık ve ilk Hıristiyanlık onların geleneksel dinlerinden kaynaklanmıştır.[33]

Ari halkların anavatanlarının Hindistan olduğu söylenir. Sahip oldukları edebiyat son derece zengindir. Mitolojileri de öyle. Sanayileri, sanat düzeyleri, nüfus anlamında kalabalık olmaları onları bugün insanlık âleminin ön sıralarına yerleştirmiştir. Yunanlılar, Almanlar, Slavlar ve Latinler bu ana kültür dalının uzantılarıdırlar. Belki İranlılar, bazı Kafkas halkları ve Ermeniler de bu gruba dahil edilebilirler. Turanlılar ya da sarı halklar, Japonların dediği gibi “altın ırk” bu üç kültür grubu içinde nüfus olarak en kalabalık olanı olduğu gibi, en büyük topraklar üzerinde yaşayan gruptur da. İnsanlık âlemine Finlilerin atası olan Çudo’lar aracılığıyla bronzu armağan eden onlardır. Türklerin atası veya bir kardeş kolu olan Sümerler aracılığıyla da yazıyı ve astronomiyi geliştirmişlerdir. Bu ırkın ata toprakları Ural-Altay yöresidir. Yani Moğolistan, Türkistan civarı. Başka biçimde söylersek Turan ve Babil toprakları. Şamanizm bu kültür dalının en eski dinidir. Bu din biz Macarların da eski dini olduğu gibi, şimdiki Moğolların, pagan Tatarların, pagan Vogulların, eski Finlilerin, eski Japonların ve eski Çinlilerin de dinidir. Eski ortak dilin izleri bugün hâlâ Macarca’da mevcuttur. Eğer kelime hazinesi, düşünsel yakınlık, kültürel ortak değerler, inanç gelenekleri, sanayi ve kıyafet benzerlikleri bakımından bir kıyaslama yapacak olursak, on-on beş bin yıl öncesine kadar uzanan bir süreçte bu halkların Himalayalardan Kuzey Buz denizine, Kafkaslardan Doğu denizlerine, Avrupa’nın ortalarından Pasifik Okyanusuna, Türkistan, Çin, Sibirya gibi bölgeleri de kapsayan tüm Avrasya’ya yayılan bir imparatorluk içinde olduklarını görürüz. Bu öyle bir imparatorluktur ki, tarım ve havancılık yaygındır; altın, gümüş ve bakır kuyumculuğu gelişmiştir; ticaret ileri derecede kalkınmıştır; çivi yazısı keşfedilmiştir ve kullanılmaktadır; yasalar uygulanmakta, okullarda eğitim verilmektedir; din gelenekleri gökyüzünün, yeryüzünün, suyun, kahramanların ve ataların kutsanmasını ve onlara kurbanlar verilmesini öngörmektedir; büyük orduya ve bronz, silahlara sahiptir; kendi aralarında savaşır, sonra barışır ve arada bir de Atilla Han gibi bir hükümdar çıktığında birleşirler; düşünsel bir güç, ortak bir amaç olmadığında kendi hayatlarını yaşamaya devam eden küçük devletlere benzerler.[34]

Türk halkı her zaman için örgütçü bir yeteneğe sahip olmuştur. Türklüğün en eski devleti Turan olabilir. Bugün bu topraklar Türkistan, yani Türk yurdu olarak anılır. Bu topraklar bir zamanlar sömürgesi olan Babil gibi, bugün bir imparatorluğun enkazı, çölleşen eski bir cennet gibidir. Türklerin bir zamanlar kullandıkları sulama sistemleri düşmanlar ve aradan geçen zamanı tarafından yok edilip gitmiştir. Halk aç kalmamak için göç etmiştir. Mısır uygarlığının sulama kanallarında da onların izini bulmak mümkündür. Onların keşfettiği yazı Asurlular ve Mısır tarafından da kullanılmıştır. Belki uyguladıkları yasalar ve dini kültürlerinin bir bölümü de diğer halklar tarafından kullanılmıştır. İran’da bile binlerce yıl süren Turan izleriyle karşılaşmak mümkündür. Çin’deki izler de yadsınamaz: yazı ve din kültürünün kökenleri de araştırmacıyı Turan’a götürür. Çin’de devlet olgusunun ortaya çıkması, bundan altı bin yıl öncesine uzanır ve Türk kökenlidir. Çin kendisini, yani “Gökyüzü İmparatorluğu”nu (bu adlandırma bile Turan’a özgü değerleri hatırlatır) on bin yıllık olarak niteler. Ama Çinliler altmışlı sayma sistemiyle sayarlar: yani onlarda altmış, yüz, altıyüz de bin demektir. Altmışlı sayı sistemini Babil de uygulamıştır. Bu nedenle Babil ve Çin arasındaki kültürel etkileşim ortadadır. Yirmi dört (altı kere dört) saatlik gün ve altmış dakikalık saat kavramı Avrupa’ya Babil kültüründen girmiştir.[35]

Turan’ın antik kültürü ilk defa Fırat ve Dicle nehirleri havzasında Alman, İngiliz ve Fransız bilim adamları tarafından keşfedildi. Bu topraklarda ortaya çıkarılan Sümer dili ve kültürüne dayalı uygarlık, kitabeleriyle, kabartma ve heykelleriyle, edebiyat vc birikimiyle daha sonraki dönemlerin Semit ve Asur uygarlıklarından kökten olarak farklıydı. Sümer medeniyetlerinin geçmişinin on bin yıl öncesine kadar uzandığı tahmin ediliyor. Sümer dilinin Fin, Macar, Türk ve Moğol dilleriyle akrabalığı olduğu düşünülüyor. Bunların arasından özellikle de Türkçe’yle yakın akraba olduğu öne sürülüyor. Eğer durum böyleyse, o zaman Turanlıların dünyanın en eski medeniyetlerinin mirasçıları olduğu söylenebilir. Türk toprakları, muazzam Babil kenti (Sümerce: Ka-digirra-ki, yani Tanrı Kapısı Mevkii) ve Semarkand (Sümer Kalesi) bundan bin yıl önce görkemli bir uygarlığın kentleriydiler. Bu kentlerde sanat, zanaat, ticaret, astroloji, edebiyat, müzik, mimari gelişmişti. İleri bir din kültürü yerleşmişti. Şehirlerde düzen, halka açık meydanlarda sütunlara asılı yasalarla sağlanıyordu. Yani insanlar okuma yazma biliyorlardı, çünkü okullar vardı. Bu dönemin efsaneleri, sözlükleri, dilbilgisi kuralları günümüze kadar kitabelere yazılı olarak ulaştılar. Ünlü Babil kentinin ortasındaki yüz metre yüksekliğindeki, yedi katlı tuğla piramit bina kraliyet bölgesindeydi ve yıldızları incelemek için yapılmıştı. İki milyon nüfusa sahip olan bu dev kent dört bir yandan yüksek surlarla çevriliydi ve girişi çıkışı madeni kapılar sağlıyordu. Düzenli sokaklarında iki katlı tuğla binalar vardı. Fırat nehrinin suları, kanallarla yükseltilerek sokaklara kadar getirilmişti. Fırat nehri bölge halkları arasında denize döküldüğü yerde kaynağına göre çok daha ince olmasıyla ünlüdür. Bunun neden ise Fırat’ın sularının kanallarla ve su şebekeleriyle dağıtılmasıydı. Bahçelerinde incir, hurma, zeytin, erik, şeftali, karpuz yetiştiriyor, tarlalarda buğday ve pirinç ekiyorlardı. Kremleri, kokuları ünlüydü. Keramik ve kuyumculuk ürünleri dillere destandı. Bronzu ve gümüşü Ural ve Altay bölgelerindeki maden ocaklarını işleten Çudo’lardan ediniyorlardı. İki tekerlekli savaş arabalarını ve kalkanlarını altın ve gümüşlerle süslüyorlardı.[36]

Avrupa daha yarı ormanlık bir bölgeyken, Avrupa insanı daha sürüler halinde yaşarken Turan işte böyleydi. Bozkır sakinleri atının sırtında, elinde yayıyla Avrupa sakini tarafından görüldüğünde, Avrupa’nın ormanında av peşinde koştuğunda, çalıların arasındaki Avrupalı tarafından korkuyla izlenmiş olmalıydı. “Bu nasıl bir yaratık” diye düşünmüş, sonra da mitolojiden tanıdığımız Kentaur’u, yani yarı at, yarı insan karışımı yaratığı hayal etmiş olmalıydı Avrupalı. Çin ve Japon kültürü de yeteri kadar biliniyor. Tanınmış bir Fransız Sümerologu Çin’de konuşulan sayısız dil arasında Sümer dilinin de bulunabileceğini tahmin ediyor. Çünkü Çin’de konuşulan diller arasında Türkçe de var. Çin dünyaya birçok keşfi kazandıran ülkedir. İpek ve kâğıt Çinlilerin buluşudur. Matbaa ve barut da bu ülkede çok uzun zamandır kullanılmaktadır. Bu ülkede 1500 yıl önce basılmaya başlanan gazete vardır. Porselen ve dökme bronz faaliyetleri binlerce yıldır sürmektedir. Çin ve Japonya bronzu çok sert, hatta çeliğe yakın sertlikte dökebilmektedir. Japonya çelik kullanmaya son iki yüz senedirbaşlamıştır. Ondan önce bu ülkede sadece bronz kullanılmaktaydı. Biz Macarlarda da bronz demirden daha önce tanınmış ve daha sonra demire de bronz adı verilmiştir. Finliler ise demire, daha önceden tanıdıkları bakırın adını vermişlerdir. Sibirya’daki Macar kavimler ise demire, İran’dan aldıkları demir kılıç nedeniyle “kard” (Farsça ve Macarca kılıç) adını vermişlerdir.[37]

Tatarlar tarım ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Hayvancılıkla uğraşan halklar at sırtında dolaşırlar, yaz aylarında yaylalara göçerler, çadırlarda, obalarda yaşarlar. Kentlerin zanaatkarları et, süt, peynir ve deri almaya göçebelerin kamplarına giderler, ya da göçerler kente iner. Tarımla uğraşan kavimler belli yerlere bağlı kalırlar. Özellikle de sulayabilecekleri bölgelere yerleşirler. Köyler, tarıma elverişli olamayan tepelerin yamaçlarına kurulur. Hayvancılıkla uğraşan göçebeler atlarıyla ve kağnılarıyla bir bölgeden diğerine göçer, sürüleri otlakları bitirdiğinde yeni otlak ararlar. Sürülerindeki hayvanların etleriyle beslenir, onların derilerinden kendine kıyafet yapar. At derisi, dana derisi, koyun derisi ve geyik derisi ceket, şapka, yelek, çizme, eldiven, çarık yapmakta kullanılır. Göçebe içinde kavurma (kurutulmuş kıyma) bulunan heybesini ve kımızla veya kaynamış suyla doldurduğu matarasını yanından eksik etmez. Oku, yayı, mızrağı, bıçağı ve kamçısı vardır. Bazen yanında gürz veya balta da taşır. Yani göçebe tam anlamıyla süvari gibidir. Köyleri, şehirleri dolaşır. Rahat ve hızlı hareket eder. İçinde, kendi gibi göçebe olan diğer insanlarla birlikte bu kentlerin zenginliğini ele geçirmek, yağmalamak dürtüsünü hep taşır. Babil kenti göçebelere karşı kerpiç tuğlalardan duvar çekerek, Çin taştan surlar inşa ederek kendini korumuştur. Ama bu önlemler de her zaman işe yaramamaktadır. Göçebenin kentlilerin mallarına, tarım ürünlerine ihtiyacı vardır: fırsatını bulursa yağmalar, fırsat bulamadığında ise ticaret yapar, yani malını değiştirir.[38]İşte göçebe Türk ve Tatarlar binyıllardır böyle yaşamaktadırlar.

Bugün Türkiye’nin sembolü olan hilal ve yıldızın kökeni de Babil kökenlidir. Mezapotamya’daki en büyük kentlerden Ur şehrinin tanrıları Sin (hilal) ve İştar ya da Nana’dır (Venüs). Türk bayrağında da kırmızı zemin üzerinde bu semboller vardır. Türk kardeşlerimizin başka ortak yanları da var: Sümerler en büyük kentleri Babil’i “Tanrı Kapısı” diye adlandırırlardı. Türkler de padişahın (Babil’de Patisi dini lider demekti) oturduğu Yıldız Sarayı’nı “Işıklı Kapı” diye adlandırırlar. Babil’in anısı Çin’de de yaşamaya devam etmektedir. Çin imparatorunun unvanı Cengikoto’dur (Gökyüzünün Oğlu). Babil’de hükümdarın unvanı da Nabu Kudu’dur, yani (Güneşin ya da Göğün Oğlu). Rusların “Çar” unvanı da oradan gelmektedir. Sezar’ın da Babil’den kalan bir unvan olduğu sanılmaktadır. Babil tanrılarından birinin adı Si-zar’dır. Anlamı da “O yerin efendisi”dir. Sümerlcrin tanrısı Dingir, Türklerin en eski tanrısı Tengri’ye son derece benzemektedir. Bu Moğolların tanrısı Ten-Tien’i ve Macarların tanrısı İşten’i (Ata-Gök) hatırlatmaktadır.[39]

Kuzey Batı Sibirya’daki Vogul ve Ostvak toprakları, Macarların atayurdu değilse de, binlerce yıldır yaşadıkları topraklar olsa gerek. Bu bölgenin en büyük nehri olan As-Ya (Ob bölgesindeki Apa nehri) daha sonra adını bütün kıtaya vermiştir. Yani dünyanın en büyük kıtasının adı Macar-Vogul kökenlidir. Vogullardaki yaratılış efsanesi Ural dağının yaratılışını anlatır. Bu efsane Türklerin Altay efsanesine ve Japonların yaratılış efsanesine çok benzer. Bu efsaneler ortak Turan efsanesinin birer parçasıdır sanki. Bunu hissettirmek için Vogul ve Japon efsanelerini kısaca özetlemek istiyorum. Gök Tanrı gökyüzünden yeryüzünü kaplayan uçsuz bucaksız denizlerin üzerine iki tanrı gönderir. Tanrılar suyun üzerinde yüzen otların üzerine kulübe kurarlar. Tam bu evin arkasında Vogullara göre bir kamış, Japonlara göre ise bir bambu boy verir. İşte bu tanrı çiftinin küçük oğulları, küçük tanrı böyle doğar. Daha sonra demirden bir ördek olarak, denizin diplerinden toprağı bu tanrı çıkaracak, kıtalar böyle oluşacaktır. Vogul efsanesinde Gök tanrı küçük tanrıya bir dalgıç derisi armağan eder ve Vogul kahramanı bu deriyle çalışmaya başlar. Japon efsanesinde ise gökten inen bir demir kuş kanatlarıyla ve kuyruğuyla suyu ayırır, derinlere dalar ve oradan aldığı toprağı bir balinanın sırtına koyar. Tanrılardan biri balinayı sürekli dizginlemekte, sağa sola oynamasını engellemektedir. Bir defasında tanrı uyur ve az kalsın balina sırtındaki toprakları düşürür. Bu nedenle o zamandan beri toprakları taşıyan balina iki tanrı tarafından dizginlenir. Tanrılardan biri uyurken, diğer balinayı tutar. İşte bu inanışa göre o zamandan beri Japonya’da daha az deprem olmaktadır.[40]

Bu efsanenin bizim kültürümüzde de izleri vardır: çok eski bir Macar türküsünde şu mısralar vardır;

“Aman masa oynar, sıra kayar

toprağın altında balina mı kımıldar?”

Bu tür benzerlikler sıradan tesadüflerin ötesinde bazı derin izler gerektirmektedir. Tüm bunlar çok eski ve ortak Turan efsane dünyasının günümüze ulaşan parçacıktandır. Antal Reguly geçen yüzyılın ortalarında Sibirya’daki Macar topraklarını dolaşmış ve oralardaki halk türkü ve şiirlerini derlemişti. Antik çağların mitolojisi ve destanlarıydı karşısına çıkan. Kahramanlık destanları ise her dönem örgütlenmeyi, birleşmeyi bilen ve girişimleriyle iz bırakan kavimlerin ya da ulusların hayatlarına dair olmuştur. Reguly şu düşünceleri not eder: “Finlilerde halk şiirinde daha çok kişilerin iç dünyasına dair düşüncelerle karşılaşırsınız. Ostyak şiirinde ise toplumların, kentlerin, yörelerin kaderi vardır, kişilerin değil. Hayatı dışa dönük, yaratmayı amaçlayan yanıyla ele alır, savaşlardan, mücadelelerden ve dönemin acılarından bahseder bu destanlar. Burada birey, büyük işler başarma düşleriyle ve bu düşleri hayata geçirme heyecanıyla yola çıkar. Efsanelerde dünyayı ele geçirine, halklar ve topraklar üzerinde egemen olma, cesaretle ve yenilmez silahlarla bu egemenliği kurma temaları işlenir.”[41]

Reguly’nin Sibirya’daki akraba halklara dair anlattığı birleşme, bütünleşme ve bir savaşta ortakça hareket etme, kahramanlık destanlarından haz alma özellikleri bugün hâlâ Moğol ve Tatar kavimlerinde vardır. Avrupa’ya göçen Macarlar da böyleydiler. Avrupa’da kendine yurt edinen atalarımızın “Kan Antlaşmasını” bir düşünelim. Kazar kağanının damadı olan Atilla’nın torunlarından Arpad Tatar ve Macar kavimlerinin beyleriyle antlaşma yapar, yemin eder. Amaç, Kral Etele’nin (Atilla) kaybedilen topraklarını, yani bugünkü Macaristan’ı ele geçirmektir. Kavimlerin beyleri kanları üzerine yemin ederler. Etele’nin soyundan gelen Almoş’un oğlu Ükök’ün torunu Ârpâd’ı kendilerine lider seçerler. Kazar imparatorluğu Hun imparatorluğunun devamı ve mirasçısıydı. Yüzlerce yıl boyunca süren bu imparatorluğun topraklarında yaşayan Macarların ve Tatarların dünya hâkimi Etele’nin kim olduğunu bilmeleri doğaldı. Etele’nin, yani Tanrının kırbacı Atilla’nın varlığını Avrupa’ya yerleştikten sonra Almanlardan öğrendikleri yolundaki sav doğru olamaz. Onlar atalarını kalkanlarına işlerlerdi. (Atilla’nın kılıcını kraliyet hazinesinde tuttular. Bu kılıcı Kral Süleyman’ın annesi hediye etmişti. O zamana kadar bu kılıç “Türkiye’nin kralları” tarafından saklandı.) Tatar ve Macar kavimlerinin başına geçen Arpâd bugünkü Macaristan topraklarını, yani dedelerinden miras kalan toprakları ele geçirdi ve kavimlerin arasında paylaştırdı. Bu büyük destan bir zamanlar mutlaka dillerden düşmüyor, şarkılarla da söyleniyordu. Dilden dile, kulaktan kulağa yayılan bu efsane yurtseverliği de güçlendiriyordu. Devlet yaratmanın, yurt edinmenin efsanesiydi bu.[42]

Eğer dünyada Toplumsal Antlaşma diye bir kavram varsa, Ârpâd’ın çevresinde toplanan kavimlerin yaptığı “Kan Antlaşması” işte böyle bir antlaşmadır. Antal Reguly Sibirya’da Ugor ülkesinde duyduğu bir hikâyeyi kaydetmiştir. Bir zamanların devletinden izler de taşıyan bu hikâye şöyle: Çok zengin bir adam ölür, iki oğluna çok sayıda mal mülk bırakır. Büyük oğlan küçük kardeşinin hakkını da alır ve onu baba evinden, baba topraklarından kovar. Küçük oğlan şehrin kıyısında kendine bir kulübe yapar, ailesiyle birlikte orada yaşamaya başlar. Ekmeğini de dilenerek çıkarır. Bir defasında nehir kıyısında bir tekne durur. Gemide uzak diyarlardan gelen zengin bir tüccar vardır ve şehrin kağanını ziyaret etmek istemektedir. Yoksul delikanlı ona yol gösterir ve zengin tüccar da geri dönerken delikanlıyı gemisine ahçı alır. Yolculuk sırasında gemi büyük bir fırtınaya girer, ama yoksul delikanlı akıllılık edip gemiyi sakin bir koya yönlendirmeyi başarır. Bu nedenle tüccar delikanlıya çok değerli hediyeler verir. Bu arada yolculuk esnasında delikanlı hazine de bulur. Bir başka kente ulaşırlar ve ziyaret ettikleri kağan delikanlıdan çok hoşlanır ve onu kendine vezir yapar. Delikanlı ailesini de yanına aldırır. Daha sonra kağan delikanlıya ağabeyinden intikam alması için de yardım eder.

Buraya kadar masal. Ama geçen yüzyılın ortalarında kaleme alınan bu Vogul masalının çok ilginç bir yanı var. Bu masalın anlatıldığı topraklarda ne büyük kentler vardı, ne kaleler ve ne de masalda geçen saraylar! Bu toprakların en büyük yerleşim merkezi 7-8 kulübeyi geçmiyordu. Oysa masalda zengin şehirlerden, soylu krallardan, değerli hediyeler veren tüccarlardan ve hanlardan bahsedilmektedir. Masalda Han karar verir, ülkeyi adilce yönetir, yardımcılar, vezirler atar kendine. Tüccarlar güneyin altınını, gümüşünü, demirini, silahlarını ve ipeklerini gemilerle nehir üzerinden getirirler, değerli kürklerle değiştirirler. Vogul (Manysi) avcılara değerli kürklere karşılık altın verirler. Masal bunları anlatıyor. Ama, Macar tanrıları adına! Tüm bunlar ne kadar eskiden olmuş olabilir! Bugün bu topraklar sefalet içinde. Yüzyıllardır bu topraklar yok oluşu simgeliyor! Vogullar kaybettiler. Ama biz bin yıllık yurdumuzda yaşıyoruz. Ve bu yurdumuzu, kanımızın son damlasına kadar da koruyacağız. Doğudaki kardeşlerimizi arayalım, onlarla birleşelim ve hiçbir düşmanın bizim köklü ulusumuzu alt edemeyeceği kadar güçlenelim.[43]

8/Ağustos/2014

Bugün Atilla isminde çok değerli bir Türkolog arkadaş bize mihmandarlık yapıyor. Otobüste veya yürürken bize bilgiler veriyor. “Tuna ve Tisa nehri arasındayız. İskit, Hun, Avar, Peçenek, alanlar, Kumanlar Bozkırın kuzey yolunu kullanmışlar. (Türkler gökkuşağını izlerdi). Osmanlı 16-17. yüzyılda 150 (1526 Mohaç Savaşı-1686) sene buralarda bulunmuş. Eski haritalarda buralarda köyler, yerleşim yerleri var. Şimdi yoklar. Keşkemit-Seglet-Nogliç. Üç şehirde Kuman Türklerinin isimleri var. Karakaş soyadlılar (Kuman kökenli), Keşkemit’e kaçtılar. Hayvancılık ve buğday ekimi buralarda fazla. Seglet, daha güneyde Tısa nehri kıyısında. Keşkemit ve Seglet’de İskit ve Hun eserleri var. Kırmızı biber, dolma biber Osmanlı kültürü ile geldi. Yemek Kültürü et kültürü Orta Asya’dan.Macar mutfağı çok ünlü. Macarca’ya Osmanlı Türkçesinden geçmiş çok sayıda kelime var: cep, fincan, vilayet gibi. Macarca’dan Türkçeye de geçenler bulunmakta: varoş şehir (kaleli) demek, var kale (İran dilinden)

Zsebemben sok alma van’ (jebemben şok alma van) ya da “cebimde çok elma var[44]Macarca’da birçok Türkçe kökenli kelime vardır. Ailevi ilişkiler, hayvancılık, tarım, ev eşyaları, meslekler ve araçlar, giysiler ve süslenme, toplumsal davranış biçimleri ve ahlak, dini inançlar, avcılık-balıkçılık, silahlar, insan vücudu ve organlar, doğayla ilgili terimler, renkler gibi çok yaygın alanlarda hâlâ kullanılan ve Macarların bugünkü yurtları olan Karpat ovasına gelmelerinden önce, yani 10. yüzyıldan önce Macarca’ya bini aşkın Türkçe kökenli kelime girdiği saptanmıştır. Bu kelimelerden bir kısmı bugün artık Türkiye Türkçe’sinde kullanılmıyor. Ama köken olarak Türkçe olan bu kelimelerin bir kısmı Asya’daki Türki halkların dilinde hâlâ kullanımda olabilir. Ortak kelimelerin yanı sıra iki dilin yapısı ve grameri de önemli benzerlikler gösteriyor. İki dilde de ortak olan kelimelerden bir kısmını yukarıdaki gruplamayı izleyerek tanıtalım. Hem Türk ve hem de Macar alfabesinde var olan harflerin bazıları değişik sesleri ifade ediyor. Öte yandan Macarca’da Türkçe’de bulunmayan bazı sesler, dolayısıyla harfler de bulunduğundan Macar dilinde kullanılan bu kelimelerden farklı okunanların okunuş biçimlerini parantez içinde Türkçe alfabeye göre veriyoruz.[45]

Fiiller:TürkçeMacarca: çevir-mek– csavar-ni- (çavar), örtmek– fed-ni, yarat mak– gyârta-ni, kapmak– kap-ni, yürümek– jar-ni (yaar), araştırmak– keres-ni (kereş),  yala mak –nyal-ni,  süpür-mek– söpör-ni (şöpör), geçir-mek–kiser-ni (kişer), öldür-mek– öl-ni, süzmek–szur-ni (sür), öğütmek–oröl-ni, yoğurmak–gyur-ni,[46]

Vücutla ilgili kelimeler:TürkçeMacarca: pay (eski Türkçe’de baş) –fej (fey), kol—kar, diz–terd (teird), taban—talp, burun—orr, sakal–szakal (sakaal), bıyık–bajusz (bayus), yaka—nyak.

Hayvancılıkla ilgili kelimeler: TürkçeMacarca:boğa—bika, öküz—ökör, buzağı– borju(boryu), koç–kos (koş), keçi–keeske (keçke), tavuk—tyuk, sıçan–cziczkdny (siskayn), arslan–oroszlan (oroslan), çakal–sakal (şakaal), porsuk—borz, deve—teve, turna—daru, ağıl–öl (oul), yapağı–gyapju (yapyuu)[47]

Tarımla ilgili kelimeler:TürkçeMacarca:tarla–tarlö (tarloo), buğday–buza (buuza), arpa–arpa (aarpa), darı—dara, elma—alma, kender—kendir, 

Aileyle ilgili kelimeler:TürkçeMacarca: ata—atya, ana–anya (anya), dede—ded, 

Ev eşyalarıyla ilgili kelimeler:TürkçeMacarca: çanak–csanak (çanak), çadır–sator (şaator), 

kuyu–küt (kuut), kapı—kapu, sandalye; –szek (seyk), beşik–bölesö (bölçö), bıçak—bicska (biçka), tepsi–tepsi (tepşi), kırbaç–korbâcs (korbaaç), cep–dzseb (jeb), yüzük–gyüszü (güsü), balta—balta, kazık—karo,[48]

Toplumsal değerlerle ilgili kelimeler: TürkçeMacarca:töre—törveny, tanık—tanu, yas–gyâsz (gyaas), erdem–erdem (eirdem), bilge–bölcs (bölç), 

Doğayla ve renklerle ilgili kelimeler: TürkceMacarca: deniz (tengiz) – tenger, mavi (gök) – kek, çok–sok (şok), küçük kicsi (kiçi)”[49]

Atilla Bey anlatmaya devam ediyor:

  1. Prens II. Ferenc Rákóczi(Rakoti) 18. yy başında 11 yıllık ihtilal yaptı. Sonra kaçtı ve Tekirdağ’a geldi. Müteferrika, Rakoti’nin tercümanı oldu. Müteferrika Osmanlı’da ilk matbaayı kurdu. Eski Macarlardan Müslüman olanlara müslüm (Bösormon) denmekteydi. 

“Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri bakanlığı Budapeşte Bükelçiliği Bilgi Notları”na göre1703 yılında, Avusturya Habsburg Hanedanlığı döneminde, Macaristan ve Erdel Prensi (1704-1711)Ferenc Rákóczi, kendi adıyla anılan özgürlük savaşını başlatmış, ancak ayaklanmanın 1711 yılı başında başarısızlıkla sonuçlanması üzerine ülke dışına kaçmak durumunda kalmıştır. Türk topraklarına sığınmış ve 16 Nisan 1720 tarihinde ölümüne kadar (1735) Tekirdağ’da yaşamıştır. Rákóczi’nin Macaristan Parlamentosu önündeki Kossuth Meydanı’nda heykeli bulunmaktadır.”

Rákóczi, 1700 yılında Habsburg Hanedanı‘na karşı Macar bağımsızlık savaşına hazırlandı ve Fransa’nın desteğini aldı. Fakat Avusturya onu tutuklandı ve hapsetti. Önce hapisten kaçtı vePolanya’ya geçti.Daha sonra Ferenc Rákóczi Macaristan’a geri döndü. 1703 yılında başlayan bağımsızlık savaşı ile Rákóczi Erdel prensi ünvanını aldı. 1705’te Macaristan prensi ilan edildi. 1708 Trenčín Savaşı’nda Avusturya’ya yenildiler. Rákóczi Macaristan’ı terk etti ve Polonya’ya geçti. Bu arada İsyancılar ile Avusturya arasında Szatmár antlaşmasını imzalandı. 1711-1717 yılları arasında Polonya, İngilter ve Fransa’da ikamet etti.. 1715’te Osmanlı Devleti davet etti. Bunun üzerine Osmanlı Devletine geldi.. Rákóczi ve taraftarları Tekirdağ‘a yerleşti. 1735 yılında Tekirdağ’da öldü. 1906 yılında Macaristan naşını istedi ve naşı oraya nakledildi. Kabri bugünkü Slovakya sınırları içindekiKošiceşehrindeki bulunmaktadır. Tekirdağ’da oturduğu ev müze olmuştur.

Bir diğer önemli ihtilal ise Koşut’un başlattığı Macar 1848 ihtilalini isterseniz daha detaylı okuyalım[50]: Avrupa’da yeniden ihtilal rüzgarlarının esmeye başladığı dönemlerdir:

Fransa

Bu devlette 1840 yılından sonra bilhassa Tiyer ve Gizo gibi değerli devlet adamlarının hükümette vazife almaları ile daha istikrarlı bir devir başladı. Bununla beraber, hâlâ Burbonlar’a taraftar olanlarla Bonapartçılar ve Cumhuriyetçiler arasında mücadele devam ediyordu. Bu sırada meydana çıkan sosyalistler de cumhuriyetçilere katılmışlardı Bunların hepsi Orlean hanedanını indirip idareyi ele almağa hevesli ve hattâ azimliydiler. Orlean’lara, yani Kral Lui-Filip’e taraftar bulunanlar bile aralarında iç ve dış politika meselelerinde anlaşamayan üç kısma ayrılmışlardı. Böylece tam bir huzurun kurulması mümkün olamıyordu. Bununla beraber yeni rejim Fransa’da tutulmuş ve sevilmişti. Bunun sebebi alınan tedbirler sayesinde ekonomik durumun düzelerek halkın refah seviyesinin artması, kralın ve hükümetin anayasa ile diğer kanunlara büyük bir titizlikle riayet etmeleri ve bilhassa adalet mekanizmasının tarafsızlıkla çalışmasıydı. Böylece cumhuriyetçilerle sosyalistlerin ve Bonapartçılaıın hazırladıkları bütün ayaklanmalar bastırılmış, kral ve oğullar birçok suikastlardan kurtulmuşlardı. Fransa’da huzursuzluk doğuran sebeblerden birisi de seçim kanununda seçmen olabilmek için yılda en az iki yüz frank vergi vermek icab edeceğine dair olan maddelerdi. Bir de memuriyetle milletvekilliğinin aynı kimsede birleşebilmesi yüzünden yasama ve yürütme haklarının aynı kimselerde toplanması gibi parlmanter rejimin ana prensiplerine aykırı bir durum olmaktaydı. Bunların düzeltilmesi için verilen kanun tasarısı. 1847 döneminde meclis tarafından reddolundu. Bunun üzerine nümayişler başladı. Başbakan olan fiizo buna rağmen bu yılın sonuna kadar durumu idare etti. Kendisi Parlâmentoda muhaliflerine daima galip gelmiş parlak bir hatip, namuslu, kudretli, bilgili ve hürriyet-sever bir devlet adamıydı. Ancak, güttüğü politikada hiç taviz tanımazdı Mevcut idareyi en mükemmel idare saydığından muhaliflerin teklif ettikleri ufak tefek değişiklikleri bile kabul etmezdi.

1848 yılı şubatında nihayet beklenen fırtına koptu. Bu ihtilâl Lui-Filip rejimini sürüp götürdü. Kral 24 şubatta istifa ederek ailesiyle birlikte Paris’i terketti, İngiltere’ye sığındı. Böylece, bir ihtilâl ile kurulmuş olan bu rejim, yine bir ihtilâl ile sona ererek Cumhuriyet ilân ve geçici bir hükümet kuruldu. Bir kurucular meclisi toplanması için çalışmalar başladı. İhtilâl, iktisadi hayata büyük bir darbe indirmiş, ticaret durmuş, fabrikalar kapanmış, işsizler ortalığı doldurmuştu. Geçici hükümet bunlar için millî atölyeler kurdu Bunun üzerine hakikî işsiz ameleden maada ne kadar serseri ve haylaz varsa buralara doldular. Maksatları boş durmak, gündelik almaktı. Kurucular meclisi 23 nisanda toplanıp cumhuriyeti resmen ilân etti. Geçici hükümet, devlet reisi seçilinceye kadar bu görevi üzerine aldı. Sonra yasama ve yürütme kuvvetleri birlikte toplanıp devletin başına beîâ kesilmiş, tembel ve serseri yatağı ve nihayet para yetiştirilemez hale gc-lmiş olan milli atölyelerin kapatılmasına karar verdi. Burada bulunanlar ya askere yazılacak veya yol inşaatında çalışmak üzere taşraya gideceklerdi. İşçiler, bunu kabul etmedikleri gibi, hemen kırmızı bayraklar açıp ayaklandılar, barikatları kurdular. Bu ilk sosyalist kıvamı idi. Kurucu meclis General Kavenyak’a diktatör yetkisi verip ihtilâli bastırmağa memur etti. Kavenyak üç gün üç gece süren kanlı sokak savaşlarından sonra âsileri dağıtıp sindirmeğe muvaffak oldu. Bundan sonra anayasa ve seçim kanunu süratle hazırlandı ve ilân edildi. Bu usule göre cumhurreisi halk tarafından seçilecekti. En başta gelen namzet ise Kavenyak idi. Herkes onun seçileceğini sanırken, ancak bir buçuk milyon oy alabildi. Cumhurbaşkanlığını ise Bonapart’ın yeğeni Prens Lui Napolyon kazandı (10 ocak 1848). Halbuki 1815 yılındanberi Fransa dışında yaşayan, halk tarafından tanınmıyan bir kimseydi. Ancak. Napolyon adının halk vicdanında bıraktığı unutulmaz tesir, ona evvelâ Cumhurbaşkanlığını, sonra da Üçüncü Napolyon ünvanı ile imparatorluğu kazandırdı (1852)

Avusturya – Macaristan

Fransa’da başlıyan 1848 ihtilâlinin en kuvvetli olarak tesir ettiği devletlerden biri de Avusturya – Macaristan imparatorluğu oldu. Daha mart ayında Viyana’da müthiş bir ayaklanma oldu. Hürriyet taraftarları ordu ile çarpıştı. Bonapart’ın mağlûbiyetinden sonra ve onun bütün yaptıklarını tasfiye ederek Avrupaya eski düzenini mümkün olduğu kadar geri getirmek için toplanan Viyana kongresinden, Avusturya imparatorluğunu koyu bir istibdatla idare etmekte olan Başbakan Meternih (Metternich) kaçıp canını kurtardı. İmparator Birinci Ferdinand ihtilâl patırdıları arasında teşrii meclisi topladıysa da Viyana’da kalamıyarak Olmuç’a (Olmutz) kaçmağa mecbur oldu. Fakat, ordu devlete sadık kaldığı için ihtilâl bastırıldı. Bütün bu hâdiselerin en mühim tepkisi, imparatorluğun Cermen olmıyan tab’ası arasında gömüldü. İmparatorluk öz Cermenlerden maadı kuzey-doğudaki Bohemya. Silezya. Moravya ve Lehistan’dan zaptolunan Galiçya halkından güney-batıdaki Tirol, Venezya ve Lombardiya’daki İtalyanlardan. Macaristan’dan ve güney-doğudaki Erdel’de oturan bir kısmı Rumen’lerden ve batıdaki Hırvat ve Slovenlerden mürekkepti. Bütün bu unsurlar ise, imparatorluk birliğinden ayrılmağa ve millî ve siyasî egemenliklerini elde etmeğe can atıyorlardı.

Viyana’dan sonra Macaristan, Bohemya ihtilâlleri koptu. İtalyan şehirleri imparatorluktan ayrıldıklarını ilân ettiler. Onbir mayısta imparator Viyana’yı terketti. 22 temmuzda ise, Rayştağ, yani Avusturya Parlâmentosu ilk defa olarak Viyana’da toplandı. Lâkin çeritli milletlerin mümessili irinden mürekkep bulunan bu meclis, müsbet bir iş göremedi, yalnız derebeyliği imtiyazlarını ilga ile vatandaşlar arası eşitliği ilân etti. İmparatorluğa geçen Fransuva Jozef ordu kendisine sadık olduğu için duruma hâkim oldu. Rayştağ’ı kapattı, fakat meşruti idareyi de tab’asına bahşetti. Bohemya ve Rusya’nın yardımı ile Macaristan’a baş eğdirdi.İtalyan şehirlerini de imparatorluğa yeniden bağladı. Bu hareketler arasında bilhassa Macarlarınki Avusturya’yı pek meşgul etmiş ve Osmanlı devleti ile yeni ihtilâflara düşmesine sesbeb olmuşur. 

Macarlar, İkinci Andre zamanında yani daha 1222 yılında Altın Ferman diye andıkları bir anayasaya nail olmuşlardı. Buna göre bir milli meclisleri bulunacak ve memleketi ilgilendiren bütün meseleler hakkında bu meclis karar verecekti. Macaristan 173 yıl kaldığı Osmanlı hâkimiyetinden sonra Avusturya’nın eline geçince. Avusturya imparatorları olan Habsburg’lar Macar Krallığını da şahıslarında Lui Koşu topladılar Macar tahtına çıktıkları zaman Altın Fermana uyacaklarına yemin ederlerdi, lâkin bu lâfta kalırdı. İstiklâllerine ve millî haysiyetlerine çok düşkün olan Macarlar bu yüzden Habsburg’ların idaresinden ve bilhassa geniş halk kütlelerini âdeta sefalete sürükliyen ağır vergilerden hiç memnun değillerdi. 1848 yılında Fransa’da esen hürriyet rüzgârı, Macarları da coşturdu. Viyana hâdiseleri Çeklerin imparatorluktan ayrılmak veya hiç olmazsa muhtar bir idareye kavuşmak gayesi ile harekete geçmeleri, İtalyan aslından olan şehirlerin ise büsbütün İtalya’ya (o zamanki adıyla Piyemon Krallığına) katılmak için istiklâllerini ilân edip geçici hükümetler kurmaları sırasında Macarlar arasında da istiklâl temayülleri belirdi. İmparatorluğun en büyük parçasının tehlikeye düştüğünü gören Birinci Ferdinand. Macar krallığının meşruti şeklini kabul etti. Böylece Macaristan muhtar bir idareye kavuşuyordu. Bir müddet sonra Viyana ile Peşte’nin arası açılınca, Macar İstiklâl hareketinin başında bulunanlardan Lui Koşut (Louis Kossuth) Avusturya’dan büsbütün ayrılmak tezini ortaya attı. Lâkin, aristokrat sınıf buna muhalifti Çek ihtilâlini bastıran, İtalyan şehirlerini ve onlara yardım eden Piyemon kuvvetlerini yenen Avusturya ordusu, bu sırada Macaristan’a yürüdü. Aristokratların da yardımı karşısında Macar milliyetçileri çatışmayı kaybettiler. Macaristan’a verilen bütün imtiyazlar da ilga olundu. Buna rağmen Macar halkı baş eğmedi. Avusturya kuvvetleri püskürtüldü. Koşut başa geçti ve büyük bir mücadeleye girişti. Birinci Ferdinand ise imparatorluktan çekilip Avusturya ve Macaristan tacını yeğeni Fransuva Jozefe terketti. Macaristan, onun krallığını tanımayıp mücadeleye devam etti. Macarlar evvelâ yenildilerse de sonra üstüste zaferler kazandılar. 14 nisan 1849 da Macar meclisi Habsburg’ları ıskat edip Koşut’u Cumhurbaşkanı seçti. Avusturya imparatoru bunun üzerine ihtilâllerden nefret eden Rus çarını yardıma çağırdı.200.000 kişilik bir Rus ordusunun harekete geçmesi, Macarların savaşı tamamen kaybetmelerine sebeb oldu. İstiklâl ordularının başında bulunan Gorgey boş yere Macar kanı dökülmemesi için teslim oldu. Bunun üzerine Macaristan’da bir terör başladı. Vatan müdafaasına ve istiklâl savaşlarına katılmış olan Macarlar, suçlu gibi yakalanıp kurşuna diziliyorlardı. Meşhur generaller, devlet adamları, milli kahramanlar insafsızca idam edildiler.Macarlar, dünya milletlerine başvurarak bu terörün durdurulmasını istedilerse de kimsenin kılı kıpırdamadı. Bu arada genç asilzadelerden Andraşi, İstanbul’a gönderilmişti. Vazifesi, kardeş milletten yardım istemekti. Ne çare ki Osmanlı devleti Rusya ve Avusturya ile savaşı göze alacak halde değildi. Yalnız, iltica edecek bütün mültecilerin himaye olunacağını ilân etti. Bunun üzerine başlarında Koşut, Bem, Klapka Dembinski ve ayrıca bir çok Macar âlim ve sanatkârları bulunan binden fazla Macar. Osmanlı devletine sığındı. Avusturya’nın şiddetli protestosu ve bunları geri istemesi Babıâlinin onları sonuna kadar himaye etmesi yeni meselelerin meydana gelmesine sebeb oldu.

Saat 12.00

Opistozar (Ova)

Ova’da Turan boylarını simgeleyen bir taş dikit var.  Tuğrul Kuşu (şahin) tepede. Müzeye giriyoruz. Girişte Arpad’ın heykeli var. Ayak ucunda Kurt. Müzede 10.yy’da Macarların Orta Asya’dan geldiğini gösteren çepe çevre müzeyi kuşatmış büyük bir panorama (tablo) bulunmakta. Fotoğraf çekilmiyor. Müze girişinde ressamın büstü mevcut. Panorama’da kağnılar, Arpat’ın komutanları, yanmış evler, esirler, savaş sahneler, yanmış kalaslardan oluşmuş ev artıkları, savaş sahneleri bulunuyor. Ayrıca şamanlar, dağlar, küçük köyler, fonda savaş naraları, dumanlar. Panorama’dan sonra kıyafet müzesine geçiyoruz. Aşık kemiği (çigoya), koyun, sığır kemikleri, takılar ve 10.yy’dan yurt(çadır). Macarca jurta (yurta), çadır ise sator (şâtor).

Kemer takıları, kılıç ve yay artıkları. Arpad’ın geliş Ms. 896. Avusturya Habsburg Hanedanı Macarlara sürekli baskı kurmuşlar. Bahçede Avusturyaya karşı mücadele veren 20 kral heykeli bulunmakta. 1867’ye kadar Habsbuglar. 1867-1914’e kadar Avusturya Macaristan İmparatorluğu.

-Grof Szechenya (19.yy) İstvan’ın babası. 1828 yılında Macar Bilimler Akademisini kurar. Szent lazlo Setany cad. Kralın kızı Ayasofyada.

Öğle yemeğine geçiyoruz: Turşu, et yemeği, mantı.

Burada kadim dostum Hayati ÇETİN Beyin eşi Ayten Hanım’ın “Ayten Usta Gurme” deki yemekler aklımıza geliyor. Hayati ve Ayten çifti sürekli olarak Türk Dünyası Mutfağını zenginleştiriyorlar. Turan coğrafyasının aşlarından her çeşidine ulaşabiliyorsunuz. Ayten Usta’nın izni ile “Ayten Usta Gurme”[51]Mutfak menüsünden akrabalarımız Macarlarla ortak yemeklerimizden bir kaçının hikaye ve tarifini veriyorum:

Tandır Kebabı

HarezmşahlarTürk kültür çevresi Anadolu’daki Türk kültürünün gelişmesi bakımından mühimdir. Zamahşarî’ye göre bu çağ Türkleri, “eti tandırladı” diyebilmek için, tanurladı etni, sözünü kullanıyorlardı. Aynı kaynağa göre Moğol1ar da, Türklerin tesirleri altında kalarak, tandtrladı karşılığı olarak, tanuurlaba, demişlerdi. Kırgızlar ise, “eti kızartmak” için, yalnızca dandırmak deyip, geçmişlerdir.[52]Tandırveçevirme kebapilkinde kızgın tandır havasının harareti her yandan aynı anda tesir eder, diğerinde, çevirme suretiyle, mütenaviben kızartır eti. Bu iş biraz da, hatta haylıca, çeviricinin maharetine kalmıştır: çevirme hızının tayininin dışında işin ustası ateşi, çevrilen koyun veya kuzunun etinin «kaba» olduğu tarafa fazlaca yığar. Aksi halde hayvanın nispeten cılız kaburga tarafı yanarken butları çiğ kalabilir. Yani her noktadaki ateş miktarı ile kızaracak derinlik arasında bir muadele kurabilmektedir marifet! Tabiî, bu sabitelere göre de devir hızının tayini ayrıca önemi haiz oluyor. “Çevirme”, sanıldığı kadar kolay olmayıp belli bir melekeyi gerektirir. Ustası, arasına yoğurt sürmeyi de ihmal etmez, sırığı döndürdükçe. Tandırın her şeyi lezzetli olur, kebabı da, ekmeği de. “Eğer nur yemeğinden bir kerre yemiş olsaydın tandır ekmeğinin üstüne toprak dökerdin” derken Mevlâna, bu kaziyyeyi teyidetmiş oluyor. Konya’datandır kuzusuveyaçebiç(bir yaşındaki keçi yavrusu – her tarafta varyantları ile kullanılır, bazı yerlerde iki yaşındaki keçi yavrusudur) in tandırda pişirilmesini tarif edelim. Başı gövdesinden ayrılmadan bütün derisi yüzülençebiçin iç uzuvları çıkarılır. Domates salçası içine tuz ve kırmızı biber karıştırılıp hayvanın iç ve dışına iyice sürülür. Bu arada but ve sair etli taraflarına biçakla yarıklar açılıp içine birer diş sarmısak ve arada bir de yarım baş soğan sokulur. Ciğer, yürek ve böbrekler parçalanıp karın boşluğuna doldurulur. Dört ayağı karın boşluğu üzerinde diz ve dirsek hizalarından çatılır, başı da ön ayaklar arasından bu aynı yere yatırılır. Ayaklar telle bağlanıp olduğu gibi dinlendirmeye bırakılır; böylece tandır tava gelene, yani alev ve duman kalmayana kadar et de tuzu ve salçayı çeker. Ayakların çatılmış kısmından uzun bir demir geçirilerek hayvan buna asılır. Tandırın dibine ağzı geniş bir kazan veya büyükçe bir tencere indirilir, içinde tabanı örtecek kadar su bulunur. Kızarançebiçveya kuzunun yağları eriyip bunun içinde toplanır. Bu demirle hayvan tandıra sarkıtıldıktan sonra tandır kapağı kapatılıp etrafı çamurla sıvanır.Külle deliği’nin de tıkanması ihmal edilmez. Pişme üç saat kadar sürer. Tandırdan çıkan kuzunun karın boşluğundan alınan ciğer ve sair sakatat kuşbaşı doğranır. Yağlı su ile de hemen bulgur pilâvı pişirilir, bu doğranmış parçalar pilâvın araşma karıştırılır. Büyük tepsideki pilâvın ortasını da kuzunun kendisi işgal eder.[53]Her ne kadar “et etni yigrendi = adam, eti çiğ bularak iğrendi, yemekten vazgeçti” diyorsa da Kaşgarlı Mahmud, Türk’lerin eti hatta kanlıca sevdiklerine dair kanıt noksan değil: Türk’ler, kuvvetini kaybetmemek için eti çok pişirmediklerinden böyle ete (yarı pişmiş et) Farsça turkcûşdenilmiştir. (Türkçede bunatatarîdeniyor “cûş”, kaynama, galeyan olup “cûşîden” de kaynamaktan ismi mastar, emirdir). Gerçeklen halk dilindetatarıtatarıcademekle eti bu şekilde yemenin Tatar’lardan (Moğol’lardan) geçme bir itiyad olduğu söylenmek isteniyor, tıpkı İran’lıların Türk’lerden geçme olduğunu söyledikleri gibi. Eti çiğ bile seve seve yiyebilen(çiğ köfte)kişi az pişmişinden niye iğrensin? Kamus Tercümesi’nde “El-muarraz (Arapça.):tatarıpişmiş ete denir” tarifi veriliyor. “Etin çiği et getirir, ekmeğin çiği dert getirir” “et kanlı, yiğit canlı gerek”; “et kanıyla, ciğeri canıyla” denmiyor mu?[54]

“Mantı” Ve Etli Mantı :

“Mantı” sözü Türkçeye, Çincemantou deyiminden geçmiştir. Aslında, bir Çin yemeğidir. Türklerin mantıları ise, pişirme bakımından, Çin mantısından daha ayrı idi. Bu etli ve yufkalı mantılar Çin’de çoğu zaman ve yalnızca Müslüman Çinlilerin lokantalarında yenebilir. Ortaasya’daki Kırgız Türkleri de mantıya, mantuu derler. Mantı yapıp satanlara ise, mantuuçı diyorlardı. Çok küçük torbacıklar gibi yapılan yufkaların içine konan etler, buharda pişirilir ve yenirdi. Bunlar, Anadolu’da yapılan mantılara, çok benzerlerdi. içli köfte gibi. İstanbul mantısı ise, bunlardan ayrıdır. Anlaşıldığına göre bunlar, et ve hamur parçaları ile birlikte pişirilme yolu ile de yapılıyordu. Kaşgarlı Mahmud’a göre Selçuk çağının başındaki Türkler, “Et ile birlikte haşlanmış yufka ve hamur parçalarına, eleşke” diyorlardı. Bu sözlerin izleri Anadolu’da aranırsa, her halde bulunabilir. Bu yemekler, aynı zamanda bir çeşit erişte yemeği olan tutmacada benziyorlardı. Görülüyor ki zamanla mâna ve anlayışlar hafifçe değişmekte idiler. Fakat Anadolu,eski ve şimdiki Türk kültürünün, hepsinin izlerini ve birliğini kendinde topluyordu.[55]

“Bilinen en eski Türk yemekleri tutmaç ve mantı!.. Yerasimos, Osmanlı döneminde tutmaç’ın adı pek geçmez, ancak hem Şirvânî’de hem de aynı yüzyılın Arapça yemek kitaplarında adı geçen ve hamur topaçlarının kaynar suya salınmasından’ meydana gelen salma, tutmaç’ın gelişmiş biçimi olarak görülebilir’ diyor. Çerkezler Haluj diyor mantıya… Amasya’da Hengel diye biliniyor. Kayseri’nin Paşa Mantısı unu su ile yoğurup mayalandırılarak ve de yağda kızartılarak pişiyor. Tatar Türklerinin Peremeç’i de aynı bu mantı gibi katlanıp aynı bu mantı gibi yağda kızartılıyor. Gel gelelim, peremeçin üzerine sos dökülmüyor! Aynen Afyonkarahisar’ın Ağzı Açık denilen böreği gibi katlanıp, yağda kızartılıp pişiriliyor ve üzerine sos dökülmüyor! Çerkezler, içine kıyma yerine peynir koydukları “mantıya Şelame diyorlar. Niğde, Sivas, Çorum, Erzurum, Yozgat, Tokat… Anadolu’nun dört bir yanında ekmek tahtalarında mantı hamurları açılıyor. Kayseri, Sarıoğlan ilçesi Burunören Köyü ahalisi, “mantı kendini dağıtmasın” diye en kaliteli buğday ununu kullanıyor; pişerken dağılmasın diye birkaç yumurta da kırılıyor hamura… Sonra iyice yoğurulup ufak top haline getirilen ve debezi’adı verilen hamurlar açılıyor. Aman dikkat; ekmek tahtasının üzerineufraadı verilen un serpiliyor ki, hamur tahtaya yapışmasın! Bu köyde etli, patatesli ve peynirli mantılaryumma mantıadıyla anılıyor. Et de kuşbaşından daha küçük kesilerek konuyor mantı hamurunun içine… Sonra tuz, karabiber ve de isteğe göre başka baharat… Kıymalı mantı yapılan hemen her yörede soğanla maydanoz da ilave ediliyor mantı içine… ‘Eğer mantı peynirli olarak yapılmak isteniyorsa genellikle çanak içinde muhafaza edilen peynirin içine soğan doğranıp tuz. biber, nane atıldıktan sonra karıştırıp kesilen mantı karelerinin içine azar azar koyup köylümüzün dilindemantı sıkma’olarak bilinen işlem ile yapılmış olur’ deniyor.[56]

  1. yüzyıldan borhanı!

Kastamonu’nunKulaklı Mantısı haluşka’biçiminde (üç santimetrekare!) kesilip kenar ortaları birleştirip köşeleri yukarı kaldırılarak yapılıyor. Onlar için asıl mantı suda haşlanarak yapılan değil: Asıl mantı, önce yağda kızarıp sonra tepsiye dizilip hafif su ile haşlanarak yapılıyor. Çorum’a doğru yollandığımızda 14. yüzyılda yaşamış ünlü Arap gezgini İbn Batuta’nın hikâyesiyle karşılaşıyoruz: O, Deşt-i Kıpçak ve Kırım’daki seyahati esnasında tanıdığı bu yemeği, Türkler kuvvet ve şiddet ve hüsnü mizaç sahibidirler. Bazı vakitlerde “borhanı” tesmiye ettikleri taamı da yerler. Bu yemek bir nevi hamur olarak, küçük küçük kesip ortalarına bir delik açtıktan sonra bir tencereye koyarlar. Piştiği zaman üzerine yoğurt dökerler’ diye anlatıyor. Bolu’da yoğurt-domates sosu yerine, keşceviz sosu kullanılıyor: Yarım çay bardağı rendelenmiş keş ( Yağı alınmış sütten veya yoğurttan yapılan peynir. (TDK Sözlük,)iki çay bardağı dövülmüş cevizle karıştırılıp suyu süzülen mantının üzerine serpiliyor. Sonra da kızartılmış tereyağı gezdirilip ezilmiş pestil veya turşu ile birlikte yeniyor.Kaşık Sapı.Bolu’dan bir başka çeşit ‘mantı’ adı… Çorumlular Borhanı; hamurlu, yumurtalı, mantarlı diyerek üçe ayırıyorlar.Mantının kurusu, sulusu, muska biçiminde olanı, dört kulaklısı, et suyuyla pişeni…çeşit çeşidi var. Mesela, Kırşehir’inKesme Mantısıtıpkı makarna gibi: kıyması içine değil domatesli, biberli sosuna konuyor, üzerine ekleniyor. Balıkesir’de tavuk suyunda haşlanıp üzerine tavuk eti ve haşlanmış nohut dökülüyor!.. Ama elbette sarımsaklı yoğurdu, kızdırılmış tereyağı, nanesi, pul biberi eksik değil!.. İster bir milimetre kalınlığında yufkaları yedi milimetre eninde şeritler halinde kesip fırınlanarak,üzerine tavuklar serpilerek yapılanSaçaklı Mantıolsun, ister Eskişehir’inMercimekli Mantısıolsun; bu yemek tek çeşit olarak yeniyor. İçinde protein, karbonhidrat, yağ, kalsiyum, demir; her şey var mantının… Ayrıca fosfor, sodyum, A vitamini, Tiamin, Riboflavin, Niasin, C vitamini ve elbette Kolesterol!.. Ama bir tabak mis kokulu mantının verdiği mutluluğun ruh ve bedeninize ne kadar iyi geldiğini en iyi siz bilirsiniz, değil mi?[57]. 13. yüzyılda Çin, Orta Asya, Rusya, Doğu Avrupa ve İran’ı içine alan Moğol yayılmasının ardından. Doğu Asya’dan, çoğunlukla Çin’den, dalgalar halinde bir dizi kültürel etki İpek Yolu’nun batı kesimine ulaştı; mutfağın da etkilenmesi akla yakın geliyor. 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya’da görülen ve oradan göç eden Türklerce Anadolu’ya taşınmış olabilecek yemeklerden biri de Türkçede hâlâ Çincedeki gibimantu(mantı) olarak bilinmektedir. Başka yerlerde değilse bile, en azından Orta Asya’da ve kuzey Afganistan’da Çinlilerin yöntemiyle, kaynar suya atmadan, buğulama yoluyla da hazırlanmaktadır. Mantının İmparatorluk Çin’inden yola çıkarak Özbeklerin, Taciklerin atalarına ulaşmasının Cengiz-Timur dönemlerine rastladığından kuşku duyulmuyor. Varsayımım çürütülmediği sürece, pirinç yeme modasının İran’a, Özbekler, Taciklerle aşağı yukarı aynı dönemde ulaştığını kestirme eğilimindeyim.”[58]

Turşu

Turşu sözcüğü Farsçada ekşi’ demek olan torş’ sözcüğünden türemiştir.[59]“… Eski Mısırlılar balıktan kavuna kadar her şeyin turşusunu kuruyorlardı. (…) Osmanlı sarayında da turşu önemli yiyeceklerden biriydi ve ilginç bir şekilde, tatlıların yapıldığı helvahane bölümünde hazırlanırdı. En gözde turşu malzemesi olan lahananın 1620 yılındaki kayıtlara göre 11114 adedi saray sofralarında turşu olarak tüketildi. Ayrıca Gelibolu’dan üzüm, Bursa’dan nane ve Osmancık’tan kebere (hani şu adını Batı’dan kapari diye ithal ettiğimiz kebere!) turşusu da özel olarak getirtiliyordu. (…)[60]

Osmanlı Sarayı‟nda günde  iki öğün yemek yenmektedir. Sabah kahvaltısı kuşluk vakti olarak adlandırılan vakitte yapılır, öğlen herhangi bir şey yenmezdi. Ancak bazı kaynaklar öğle vakitlerinde meyve yendiğini, şerbet ve ayran içildiğini belirtir. Akşam yemekleri ise ikindi namazının ardından verilirdi. Bu öğünlerde pek çok farklı kategori ve çeşitte yemek yendiğini bilmekteyiz. Ancak genel olarak bu yemek cinslerini kategorize edecek olursak: “Çorbalar, Hamur İşleri, Salata-Turşu,  Hoşaflar, Pilavlar,  Sebzeler,  Yahni ve  Külbastılar,  Kebaplar, Dolmalar, Helvalar, Kadayıf ve diğer Tatlılar”[61].Osmanlıların kullandığı İslam tıbbı kurallarının önemli bir bölümü beslenme tabanlı tedavi yöntemlerine dayanır. İslam tıbbına göre insan vücudu 4 hılttan (humor) oluşur. Bu hıltlardaki dengesizlikler hastalıklara sebep  olmaktadır.  Uzun yıllar hıltların tedavisinde beslenme  rejimi kullanılmıştır. Yemeklerle dengelenen vücudu özellikle saray hekimleri bazen mutfak ama çoğu zaman helvahanelerle çalışmıştır. Helvahâne biriminin kuruluşu 16. Yüzyıla dayanmaktadır. Helva, marmelat,  reçel, turşu, şurup ve şerbet, pelte, şekerlemelerin yanı sıra çeşitli sabun ve macunları üretimi Helvahâne‟de yapılırdı. Bununla birlikte çeşitli sarayın eczanesi görevini de  görmekte olan Helvahâneler sarayların vazgeçilmek parçalarıydı.[62]

Gelelim diğer memleketlerin turşu ile ilişkilerine… İngilizce turşu anlamına gelen ‘pickels’ ABD’de çoğunlukla içine şeker de eklenerek yapılan tatlı/tuzlu salatalık turşusu için kullanılıyor., ki onun Alman dilindeki karşılığı da ‘gherkin’. Japonların binbir çeşit turşularına verdikleri ortak ad ‘tsukemono’. Korelilerin sabah kahvaltısı dajil yedikleri, her öğünde sofrada en az üç-dört çeşidini bulundurdukları turşuları ise ‘kimchi’. Kanadalılar ise turşudan söz ederken ‘marinade’ sözcüğünü kullanıyorlar. Hintliler için bu kategorideki yiyeceklerin adı ‘achar’. Turşunun değişik adlarından biri de bizden, turşularında sirke kadar koruk suyu da kullanan Gaziantep’ten çıkıyor. Bu bölgede turşu ailesinin ürünlerine eşgili’ diyorlar. Özellikle acı turşuları ile bilinen Hintlilerin misket limonundan yaptıkları acılı turşuları çok ünlü. Bol hardallı, çeşitli sebzelerin karışımından yapılan ‘piccalilli’ de onların ürünü, ama İngilizler tartından da bir o kadar benimsenmiş, tabii acısının dozu azaltılarak. Yine bir klasik sayılan ‘chow chow’ ise bol hardalın yanı sıra, suyunun kıvamını artırmak için eklenen bir miktar un ile farklılaşan bir karışık sebze turşusu.”[63]

Akşam yemeğine ise Bugac’a davetliyiz. Yağmur yakaladı ve bahçedeki çadırlara sığındık. Bazı arkadaşlar ok attılar. Akşam Bugac’a varıyoruz. Yemekte Kazanlı Reyse (Raise) Hanım(Safiullina Raisa), Namık Bey (TİKA Balkan sorumlusu), Çeçenistan Kırım’a, Türkistan’a kadar tanınan Kırıkkale-Kırımlı Recep Bey, Prof. Dr. İbrahim ŞAHİN Bey ve Prof. Dr. Ahmet KARTAL Beyle oturuyoruz. Yemek öncesi ve sırasında müzik, folklor ve konuşmalar yapılıyor. Mahalli idare bu gece için kırk gün hazırlık yapmış. Bugac’ın Belediye Meclis Başkanı konuşdu. Andrej Bey “Türk Lehçelerinde Hoş geldiniz” diyor ve “teşekkür ediyor”. Musikî, ananeler, danslar korunmuş. Azerbaycan’lı bir şarkıcı çıkıyor “Tanrı Türk’e yar olsun/Turan iller var olsun” diyor.

Yemekler yenilip sohbetler edildikten sonra gece saat 21.00’de Kurultay Tören alanına gittik. Büyük bir ateş yakılmıştı. Yürürken, Fehmi ağbi ve İbrahim ŞAHİN Hoca sigara yakmak istediler. Ateşleri yokmuş. O sırada biri “Buyurun hocam ateş” dedi. Baktım gençler. “Hangi okuldansın” dedim. “Ankara Tıptan” diye cevap verdiler. Ankara Tıp Fakültesinden üç genç sırtlarında çadırları, Turan Kurultayına gelmişler. Konuşurken biri yakınen tanıdığın yakın devrem İsmail’in oğlu, diğeri Eskişehirli pırıl pırıl üç fakülte arkadaşım. Sadece dönemlerimiz ayrı, ideallerimiz aynı. 

Gece ateşin etrafında Macar atlılar gösteri yapıyorlar. Tören ateşinin etrafında dönüyorlar. Atların üzerinde ayağa kalkmak ve selamlama ile gösteri devam ediyor. Kırbaçlar şaklıyor, tüfenkler atılıyor. Atlar selam vermek için çöktürülüyor. Gösterilerden sonra otelimize doğru yorgun, lakin mesrur dönüyoruz.

9/Ağustos/2014

Sabah otelden çıkıp, Bugac’taki Kurultay alanına tekrar geldik. Okçuluk atışları başladı. Önce sabit hedeflere atışlara yapıldı. Sonra hareket halindeki at üstündeki arkadaşı hedefi tutuyor, diğeri ona ok atıyor. Tuğrul kuşu ile gösteriler yapıldı. TRT-Avaz ve Kanal AA, arkadaşlarla röportajlar yapıyor. Okçuları seyrederken Osmanlı kemankeşleri aklıma geliyor. Onların kulağına söylenen ayeti kerime: “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı”.

Yeniçağa Kadar Türk Okçuluğu

Okçuluğun insanlık tarihinin en eski çağlarına kadar inen uzun bir geçmişi vardır. Basit el baltalarından sonra, ok ve yayla ilgili buluntular ilk defa Geç-Paleolitik çağda (M. Ö. 35000-10000) yeni bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Çakmak taşından yapılmış en erken ok uçları Doğu-İspanya’da (Parpello, Valencia) bulunmuştur; Solutrean döneme (M. Ö. 17000-15000) aittirler[64].Magdalenian dönemde (M. Ö. 15000-8300) ve onu izleyen Mesolitik çağda (M. Ö. 8300-25000) ise yontulup cilalanmış çakmak taşından ok uçlarının, kültür gelişmelerini tesbite imkân verecek bollukta, bütün eski dünyaya yayıldıklarını görmekteyiz.

Neolitik çağda (M. Ö. 2500-1800) ok uçlarında yeni bir form ortaya çıkıyor. Önceki örneklerde okun gövdesi temrenin gerisindeki çıkıntıya bağlanırken, bunlarda çıkıntı kaldırılmış, ağaç kertilerek oyuntuya reçine ile yapıştırılmıştır[65]

Bilinen en eski yay buluntusu ise Mesolitik çağa, buzullar sonrası Maglemosian kültür (M. ö. 6800-5000) çevresine girmektedir. 150 cm boyunda, karaağaçtan yapılmış ve kabza yeri inceltilmiş olan bu yay C. 14 analizine göre M. Ö. 5000 tarihlidir.[66]

Ayrıca, okçulukla ilgili iki önemli buluntudan biri, Bohemya’da bulunan M.Ö. 2500-1800 tarihli pişmiş toprak bilek siperi ile buna bağlı olduğu tahmîn edilen altın kaplama levha, diğeri Wiltshire (İngiltere) kazılarında çıkan ve ok yapımında kullanılan taş törpüdür.[67]

Arkeolojik buluntuların yanı sıra, prehistorik dönemlerden kalma bazı mağara resimleri de okçuluğun en eski tarihine ışık tutan belgelerdir. Paleolitik çağa ait, insan figürlü en erken duvar resimlerinden birinde (Morella la Vella, Castellon, İspanya) savaşan okçular tasvir edilmiştir. Mağara devri insanı için ok ve yay, hem savaş, hem de yaşamını sağlayan bir av aracı idi. Mesolitik çağa ait Doğu-İspanya’daki iki mağara resminden ilkinde (Cueva Remigia, Gasulla) savaşa yahut ava giden okçuları, ikincisinde (Los Caballos, Volltorta, Castellon) ren geyiği avlayan okçuları görmekteyiz[68].

Asya’da ok ve yayla ilgili en eski buluntular Kuzey-Doğuda ve Sibirya’da ele geçmiştir. Bunlar okçuluk tarihinde önemli bir evrime işaret etmektedirler. Avrupa ve Kuzey Afrika’da prehistorik dönemden beri kullanılan yaylar, tek parça ağaçtan yapılıyordu. Oysa Asya yaylarında kompozit bir yapı ile karşılaşmaktayız. Ağaç yayın iskeletini teşkil etmekte, kolların iç ve dış yüzleri boynuz ve sinir gibi organik maddelerle kaplanmaktadır. Böylelikle yayların, dolayısıyle okların boylan kısalabilmekte, daha uzağa atış sağlandığı gibi, at sırtında da daha rahatlıkla kullanılabilmektedir. Basit yaylar, ağacın cinsi ne olursa olsun, kısa bir süre sonra kurur, esnekliğini yitirerek işe yaramaz olurlar. Oysa kompozit yay çok daha uzun ömürlüdür: üstün kaliteli ve bakımlı bir Türk yayı ikiyüz yıl kullanılabiliyordu. Ayrıca, yayın gücü ve esnekliği, boynuzla sinir oranını değiştirerek istenildiği gibi ayarlanabilmekteydi. Bu üstünlükler ok ve yayın Asya kavimlerinin Yüzyıllar boyunca ellerinden düşürmedikleri bir silâh olarak kalmasını sağlamıştır.[69]

Eski Çin kaynaklarında, Kuzey komşularının okçuluktaki başarıları ve “katınç” (kompozit) dedikleri yaylarının üstünlüğü sık sık anılmaktadır. Nitekim, Çinlilerin at kültürünü ve bu arada kompozit yayı Kuzey komşularından aldıklarını biliyoruz.[70]

İlk kompozit yayların yapıları hakkında yeterli bilgilere sahip değiliz. Altaylılarda, Aşağı-Volga’da, Narın, Kuray, Tula, Orhon ve Pencikent bölgelerinde kemik (boynuz) kaplı yay parçalarına ve yayların kabza ile kol uçlarına ait buluntulara rastlanmaktadır.[71]

Asya steplerinin atlı toplulukları Turanlılardan İskitlere, Perslere, Asurlulara, Partlar vasıtasıyla Sasanilere geçen ve Doğu-İslâm dünyasına yayılan kompozit yay, bu milletlerin başarılarında önemli rol oynamıştır. Tarihte, geniş topraklara sahip ilk önemli okçu millet İskitlerdir. Başarılarını, sınırsız bozkırda at koştururken, her yöne isabetli ok atabilen süvarilerine borçludurlar. Savaş taktikleri ilgi çekicidir. Bu taktik, güçlü düşman birlikleri ile karşılaşınca, göğüs göğüse savaşa yanaşmamak, ustalıklı bir çekilme ile düşmanın kendilerini takibine yol açmak ve onları bu sonsuz takipte hırpalayıp eritmek esasına dayanıyordu. Çekilme sırasında özellikle arkaya doğru etkili atışlar yapmakta ustayılar. Grek vazo resimlerinde, İskit okçuları çok işlenmiş bir konudur[72]; bu arada M.Ö. 5. Yüzyıla ait bir Kilikya sikkesinde, yayına kiriş takan ve okun endamını inceleyen, uzun saçlarından ve sol göğüslerinden Amazon olduğu anlaşılan iki figür resmedilmiştir[73]. İskit yayı taşıyan bu kadın savaşçılar, mükemmel birer okçu olarak büyük ün yapmışlardı; at sırtında arkaya ok atabilmek için sağ göğüslerini dağlattıkları söylenir. Kul Oba’da bulunan, M.Ö. 4.-3. Yüzyıla ait bir plaka üzerindeki, yayına kiriş takan İskit okçusu tasvirinden, onların da Türkler gibi yanlarında yedek yay taşıdıklarını öğreniyoruz[74].

Sakalar, İskitler ve öteki Asya kavimleri ile temasa gelen Medler ve Persler, okçuluğu kısa zamanda benimsediler (Resim lOa-c). Tarım Havzası’ndan Hazar Denizi’nin güney-doğusuna gelip yerleşen Partlar, İran ve Suriye’yi ele geçirmişler ve birlikte getirdikleri doğu okçuluğunu bu bölgelere yaymışlardır. Yakın Doğu’da ok ve yayı geniş ölçüde kullanan ilk devlet ise, Asurlular olsa gerektir. Bugün New York Metropolitan Museum of Art’da bulunan ve Mısır’da 18. Sülâleye (M. Ö. 1400) ait bir mezarda çıkan ileri teknikte iki kompozit yayın, Asur menşeli olduğu tahmin ediliyor.[75]Sasanîler de doğu okçuluğunu iyi biliyorlardı. Sasanî gümüş tabaklarındaki süvari tasvirlerinden, kompozit yay kullandıkları ve at üzerinden her yana ok atabildikleri anlaşılıyor. Yayların kabza kısmı içeri doğru girinti yapmakta, bu bakımdan İskit yaylarını andırmaktadır. Yay başlarının dışa kıvrık oluşu ise Doğu-Türkistan etkisine işaret etmektedir.

Kompozit Asya yayı, Batı dünyasına ilk defa Augustus zamanında (M. ö. 63 – M. S. 14) girmiştir. Bunu, Ren ve Tuna kıyılarındaki Roma garnizonlarına ait buluntular gösteriyor. Doğudan gelen ücretli askerler bu yayı Partlardan almış olmalılar. Cermen kavimlerinde kompozit yay hiçbir zaman benimsenmemişti. Cermenler ya yayın karmaşık yapım tekniğini kavrayamamış, ya da yaşadıkları yerlerde elverişli malzemeleri bulamamışlardı. Bu yay daha sonra Hunlarla ve Avarlarla Orta-Avrupa’ya kadar taşındığı halde yine lâyık olduğu ilgiyi görmemiştir[76].

Hunlardan ve Göktürklerden beri Altaylarda ve Çin-Türkistanı’nın geniş bozkırlarında dağınık kümeler halinde yaşayan Türk boyları Doğu okçuluğunun en başarılı uygulayıcısı olmuşlardır. Çin-Türkistanı’ııda, Kumtura’da, Kızıl’da (Kesim 1 Of), Bezeklik’de bulunan fresklerde okçu tasvirlerine rastlarız[77]. Yaylarının kabzaları düz, başları uzun, düz ve keskin biçimde dışa kıvrıktır. Doğu Asya menşeli bu tip kompozit yay, Batıya doğru yayılıp Sasanîlere geçmişti. Daha sonra, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Türkleri ile Moğollar, Tatarlar ve Osmanlılar da, aynı tipi geliştirerek, başarıyla kullanmışlardır. Kompozit yay, 16. Yüzyılda, Osmanlı ordularıyla bir kere daha Avrupa ortalarına kadar taşınmıştır. Macarlar ve Polonyalılar, Türk kılıcı gibi Türk yayının da üstünlüğünü yakından tanımış, benzerlerini yapmaya çalışmışlardı. Krakovv Naradowe Müzesi’ndeki 17. Yüzyıla ait kompozit Polonya yayı bu etkinin ürünüdür. Fakat fotoğrafından da anlaşılacağı üzere, o devir Türk yayı ile kıyaslanamayacak kadar acemice ve düşük kalitelidir[78].

Araplar, İslâmiyetin başlangıcında tek ağaçtan yapılmış basit yaylar kullanıyorlardı. Taberî, Peygamberin silâhlarını anlatırken, “erravha”, “şavhat”, “neb’i” ağaçlarından yapılma üç yayı olduğunu söyler[79]. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Hz. Muhammed’e izafe edilen yay da, sert ağaçtan bu tip basit bir yaydır. Araplar kompozit yaylarla ilk defa 633-642’de Sasanîlerle yaptıkları savaşlarda tanışmış olmalıdırlar. Ne zaman benimsediklerini bilmiyorsak da, Halife Osman zamanında (644-656) Horasan Türkleri ile giriştikleri on yılı aşkın savaşlarda bu yayın üstünlüğünü kesin olarak anladıklarını, hattâ kullandıklarını tahmîn ediyoruz. Nitekim, Emevîler devrine ait, Kasr el-Hayr el-Garbî’de (Suriye) bulunan bir freskteki okçu süvari tasviri bu yolda ipuçları vermektedir.Okçunun başlığına ve beline bağladığı uçuşan kurdelalar Sasanî etkisini gösteriyor;tuttuğu yay ise Doğu-Türkistan menşelidir.Bu iki etki, Asya okçuluğunun Araplara Sasanîlerle veya hemen sonra Türklerle geçmiş olduğu yolundaki tahinini kuvvetlendirmektedir.

Ok ve yay, Türklerde hâkimiyet sembolü idi. Çetirlerinde ve sikkelerinde bu sembolü kullanmaları, okçuluğa tanıdıkları öneme işaret eder. Göktürklerde ok, “tâbi’lik” ve esareti, yay ise “metbu’luk” ve üstünlüğü gösterirdi. Kağanın, idaresindeki boylara ok göndermesi, kuvvetlerini toplayıp kendisine yardıma gelmeleri anlamını taşıyordu[80]. Bu töre ve semboller, daha sonra Selçuklularda da devam eder. Büyük Selçuklular 1040’da Dandanakan zaferini kazanınca, komşu ülkelere gönderdikleri fetih-nâmelerin başında eski Türk hâkimiye sembolü olan ok ve yay işaretleri bulunuyordu[81]. Selçuklularla Bizanslılar arasında yapılan barış andlaşmasında, andlaşmanın onayı için Tuğrul Bey, Şerif Nâsır başkanlığındaki bir heyeti, 1040’da İstanbul’a göndermiş, orada bu vesileyle onarılan eski Emevî Camii’nin mihrabına hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işareti resmedilmişti[82]. Tuğrul Bey’in, Halifenin kızıyla evlenmesi sırasında, düğün hâtırası olarak 1053 yılında Bağdad’da bastırılan altın madalyonun iki yüzünde Tuğrul Bey’in kabartma tasvirleri, portrelerin üzerlerinde ise, Sultan’ın hâkimiyet sembollü olan ok ve yay işaretleri yer almaktadır.[83]Selçuklu sultan ve atabeglerinin, hattâ Osmanlı sultanlarının tasvirlerinde ellerinde ok ve yay tutar vaziyette gösterilmeleri bu geleneğin uzun süre devam ettiğini açıklar[84].

İslâmî devirde ise, ok ve yaya dinî bir nitelik eklenir. 14. Yüzyıldan bu yana kaleme alınan okçuluk risâlelerinin pek çoğunda anılan ve Taberî’ye atfolunan rivâyete göre: Ekinlerini yiyen kuşları öldürsün diye Tanrı, Âdem’e Cebrail eliyle ok ve yay yollamıştır. Bunların ne olduklarını soran Âdem’e Cebrâil yayı gösterip “Bu Allah’ın kuvvetidir”, oku gösterip “Bu da AIlah’ın şiddetidir” demiş ve ona nasıl atacağını öğretmiştir[85]. Bu inanca göre, ok ve yay cennetden çıkmıştır; onları Tanrı yollamıştır; dolayısıyla kutsal nesnelerdir. Bu konuda bir de âyet vardır: “Attığın zaman (okunu) sen atmadın, Allah atmıştır”[86]. Ok ve yayın kutsallığı yanında, okçuluk da Tanrı ve din yolunda yapılan savaşlardaki önemi sebebiyle “sünnet”, hattâ “farz-ı kifaye” sayılmıştır. Türklerde, okçuluk İslâm dinini kabûllerinden sonra, bu kutsal niteliği de kazanarak devam ediyor. Atla, at üstünde kullandıkları ok ve yayla nasıl sıkı bir bağlantı içinde olduklarını ve daha önce İskitlerde gördüğümüz savaş taktiğine yatkınlıklarını Arap kaynaklarından öğrenebiliyoruz. El-Cahiz (766-869) Arapların 100-150 yıldan beri tanıdıkları Türkleri şöyle anlatıyor: “Türk, vahşî hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya yere konmuş hayvandan hedeflere, avının üstüne pike yapan kuşlara ok atar. O, hayvanını hızlı sürdüğü halde, öne arkaya, sağa ve sola, yukarıya ve aşağıya ok atar. Haricî yayına bir ok koymadan, Türk on tane ok atar. Dağdan inerken veya bir vadinin içine girerken atını Haricînin düz yerde sürdüğünden daha hızlı sürer. “Düşmanla karşılaşınca, başlangıçta geri çekilirler. Bununla beraber çok defa geri dönerler. Fakat bu, askeri tehlikeye mâruz bıraktıktan, düşmanı hücuma tama ettirdikten sonra vuku bulur. Türk geri döndüğü takdirde öldürücü bir zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zira arkasındaki insana önündeki insan gibi okunu isabet ettirir”[87].

Aynı tarihçi, bir başka risalesinde, Türk insanını kendi ağzından şöyle konuşturuyor:

“Bizim küçük yaşımızda çevgân topu oynamak, atlar üzerine sıçrayarak binmek… yere çömeltilmiş canlı hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atmak… gibi savaş için temrin, hazırlık ve manevralarımız, düşmana hücum etmek ve geri çekildikten sonra tekrar saldırmak için alıştırmalarımız vardır”[88].

Tarafsız bir Arap tarihçisinin kaleminden çıkan bu tanımlar, Türk okçu süvarilerinin onlar üzerinde nasıl korku ve hayranlık yarattıklarını göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Bu tepki, geçen bölümde işaret ettiğimiz tavır ayrılıklarından gelmektedir. Sert tabiatlı, mücadeleci ve hareketli bozkır insanının, o Yüzyıllardaki bütün cengâverliğine rağmen kişiliği çölün sıcak ikliminde yumuşamış Arapdan daha üstün bir savaşçı olması tabiîdir. Nitekim, Asyalı kavimler Grek dünyasına, Avrupa içlerine ve Bizans üzerine yaptıkları akınlarda da aynı ürkütücü etkiyi uyandırmışlardır. 

  1. Yüzyılın başında, Maverâ ün-Nehr’den Semerkand’a inen göçebe Oğuzlar, uzun mücadeleler ve yer değiştirmeler sonucunda Selçuklu Devletini kurdular. Çağrı Bey, 1018 yılında 3000 kişilik bir süvari kuvveti ile Anadolu’da bir keşif seferine çıktı. Yol boyunca, daha önce gelmiş Türkmenleri de birliğine katarak Van dolaylarındaki Ermeni Kırallığına akınlar yaptılar. Bir Ermeni vak’anüvisti bu olayı anlatırken şöyle demektedir: “O güne kadar asla Türk süvarisi görmeyen Ermeniler, onların garip manzaralarını hayretle müşahade

ettiler: yaydan silâhları ve dalgalanan uzun saçları vardı”[89]. Koço’da bulunan, aynı devirde yapılmış bir Uygur duvar resmi bu tasviri doğruluyor. Selçuklular, Horasan’da tutunabilmek için, 1038 yılında Gaznelilerle savaşmak zorunda kaldılar. “Selçuklular ilk karşılaşmada guruplar hâlinde Gazne ordusunu hırpalayıp hızla çöle doğru çekiliyor, böylece kuvvet yetersizliğini gideriyorlardı. Hafif süvarileri, Gazne ordusu karşısında onlara, sık sık saldırma ve geri çekilme imkânı veriyordu… Sonunda bütün Gazne ordusu dağılmış, sayısız esir ve ganimet Selçukluların eline geçmişti”[90].

Batı ile Doğu dünyasının, sonuçları bakımından en önemli karşılaşmalarından biri olan Malazgirt Meydan Savaşında (1071) 40.000 kişilik Türk süvari kuvveti, bünyesinde Slav, Bulgar, Alman, Frank, Norman ve İskandinav birlikleri bulunan 200.000 kişilik Bizans ordusunu, ok-yay ve aynı savaş taktiği ile yenmiştir. Bu olayı yetkili bir tarihçimiz şöyle anlatmaktadır: “Alp Arslan, ovanın çevresindeki tepelerde pusu kurdurup, askerlerinden bir kısmını buralarda gizlemişti. Türk ordusu, bir süre çarpıştıktan sonra, harp ede ede çekilmeğe başlıyor, Bizans ordusu da onları adım adım izliyordu. Türkler saldırılarında olduğu kadar, çekilmelerinde de şiddetle ok atıyorlar, yaklaşanları delik deşik ediyorlardı. Akşama kadar bu çekilme devam etti. Bu sırada sağ kanattaki Rumeli Oğuzları ile sol kanattaki Peçenekler, Selçuklu saflarına geçtiler. Alp Arslan pusudaki birliklere hücum emri verdi. Bizans ordusu büyük bir kargaşalık içinde dağılmağa başladı; gerek karşı duranlar, gerekse kaçanlar kuş gibi uçan Türk süvariler tarafından takip olunarak telef veya esir edildiler”[91].

Bizanslılar, daha Attila’nın 441 yılındaki istilâsından ve Sasanîlerle mücadelelerinden beri, ordularında ok ve yayla donatılmış hafif süvari birliklerine ihtiyaçları olduğunu bilmekteydiler. İmparator Heraklios devrinde (611-641) orduda bu yönde İslâhata girişildi: okçu süvari birlikleri teşkil olunup, bunlara Avarların ve öteki Asya kavimlerinin savaş taktikleri tâlim ettirildi. 900 tarihinde, İmparator Leo VI. tarafından kaleme alınanTacticaadlı el kitabında, okçuluğun gereği üzerinde durulmakta, okçuluk tâlimleri Bizanslı genç asiller için önde gelen bir disiplin olarak tavsiye edilmektedir. Malazgirt yenilgisinden sonra, konunun önemi yeniden anlaşıldı. Nitekim 1090’da Alexius Comnenos’un birliklerine ok ve yayın yapımı ve savaşlarda kullanılışı üzerine dersler verdirdiğini görüyoruz. 1143 yılında Manuel Comnenos tahta çıktığı zaman, okçu süvari birlikleri Bizans ordusunun ana kuvveti hâlini almıştı. Fakat, Anadolu’nun bu tarihte tamamen Türklerin eline geçtiği dikkate alınırsa, bu konuda artık çok geç kalınmıştı.”[92]

Türklerle Batılı orduların karşılaşması, Haçlı Seferleri ile devam eder. I.Haçlı Seferi (1097), 600.000 kişilik Avrupa kuvvetinin, 150.000 kişilik Türk kuvvetleri ile mücadelesidir. İznik’ten Antalya’ya kadar, Sultan Kılıç Arslan komutasındaki Selçuklular, düşmanla bir meydan muharebesine girişmeksizin, çekilirken savaşmak ve yıpratmak, kılıçtan çok ok ve yayı kullanmak taktiği ile 500.000 haçlıyı imhâ etmişlerdir. Bu, Türk savaş taktiğinin ve silâh olarak ok ve yayın tarihte şüphesiz en başarılı kullanış örneğidir.

  1. Haçlı Seferinde (1147-1149), 75.000 kişilik Alman ordusu Konya ovasında aynı şekilde imhâ edilmiş, canını kurtaran 5.000 kişi güçlükle İznik’e çekilebilmiştir. III. Haçlı Seferinde (1189-1192) Friedrich Barbarossa’nın Türk kuvvetleriyle karşılaşmama çabalarına rağmen, Uluborlu’da Selçuklu sınırına girmeleri ile savaş başlamıştı. Büyük düşman kuvvetleri karşısında ordusunu tehlikeye atmak istemeyen II. Kılıç Arslan, Haçlı ordusunu fırsat buldukça vurdu, ağırlıklarını yağmalattı, zayiat verdirdi. Türk akınları karşısında şaşırıp bocalayan, Türk usûlü savaşı bilmeyen Haçlılar, Uluborlu’dan Akşehir’e ancak bir ayda varabildiler. Anadolu Selçuklularında, atlıların her yönde ok atabildiklerini ve kullandıkları yayın Doğu Türkistan menşeli olduğunu, 13. Yüzyıl başında Anadolu’da yazıldığı bilinen Varka ve Gülşahmesnevisi minyatürlerinde açıkça görüyoruz[93]

Bu arada, tarihin en savaşçı uluslarından biri olarak bilinen ve ordu güçleri özellikle ok ve yayla donatılmış süvari birliklerinden oluşan ve Orta-Asya bozkır kavimlerinin taktiği ile vuruşan Moğolları anmak gerekiyor. Türklerin Orta-Asya’da iken yaşadıkları hayat tarzları ile Moğollarınki birbirine çok benzer. Bazı bölgelerde Türk ve Moğol toplulukları öylesine iç içe yaşıyordu ki, tarihçiler bunların hangisinin Türk, hangisinin Moğol olduğunu tesbitte güçlük çekmektedirler. Moğollar da Türkler gibi, göçebe asıllı, akıncı ruhlu, step insanıdırlar. Rubruk, Moğol askerlerinin savaşta kılıç ve mızrak kullandıklarını, fakat bunların ok ve yay kullananlara nisbette azınlıkta kaldıklarını kaydetmektedir[94]. Her okçunun kendi okunu kendisinin yaptığını, bunu çocuklukta öğrendiğini ve bu amaçla yanında daima bir ok bıçağı taşıdığını bilmekteyiz[95]. Moğol savaşçının okçuluğu bilmesi şarttı; gerçek muharip sınıfına girebilmesi için, okluk (ok çantası) taşımak hakkını kazanması gerekirdi. En değerli hediye ok ve yaydı[96].

Minyatürlerde, Moğolların hemen her çeşit savaşta ok ve yay kullandıkları görülmektedir. Geri çekilirken, yaylarını doldurup hazırlarlar, sonra birden atlarını harmanlayıp (ters-geri edip) hep birden düşmana ok yağdırırlardı. Bu büyük ustalık isteyen bir iştir. YineCâmiü ‘t-Tevûrihtasvirlerinden birinde, ok hücumlarında ne kadar süratli davrandıklarını açıkça gömlekteyizKullandıkları yaylar Doğu-Türkistan menşelidir.Aynı devre (14. Yüzyılın ilk yarısı) ait birİlhanlı Şehnamesi’nde[97]biraz farklı bir form ile karşılaşıyoruz. Kabza ve kollar yine kalın ve kunttur, ama başlardaki dışa doğru keskin kıvrılma kaybolmuştur. (Bu biçimi ile yay, Doğu-Türkistan menşeli tipin geliştirilmiş örnekleri olan 11. Bayezid devri Osmanlı tirkeş yaylarını andırmaktadır.) Bir başka savaş taktiği de, yedeklerinde getirdikleri boş atları hücum sırasında ürküterek düşman saflarına sürmek ve bu şaşkınlıktan yararlanıp ok yağdırmaktı. En çok, atların besili olduğu yaz ve güz mevsimlerinde savaşmayı tercih ederlerdi[98].

Moğollarda, daha çok savaş dönemlerinde, birliklerin esas meşguliyetlerinden biri de avlanmaktı. Büyük sürek avları (aba), askerî bir tatbikat olduğu gibi, yiyecek tedariki ile topluluk bilincinin geliştirilmesine de yarıyordu. İlerde açıklanacağı üzere, aylarca önce tasarlanan bu çeşit avlarla ilgili töreler “Cengiz Yasası”nda yer almaktadır. Plano-Carpini: “Moğollarda bir savaşçıyla bir avcı arasında hiçbir fark görülmezdi” diyor. Çin tarihçisi Meng-ta Pei-lu ise: “Moğollar atlarıyla birlikte büyüyüp yetişirler; boş vakitlerini ise savaşa hazırlıkla geçirirler. Bahardan kışa hep avlanırlar. Hayatları böyledir. Yaya askerine pek rastlanmaz, hepsi atlı savaşçıdır” demektedir[99]. Bu sözler ile, yukarıda andığımız El-Cahiz’ın Türkler hakkında sözleri arasındaki yakın benzerlik dikkat çekicidir.

Osmanlı İmparatorluğunun ilk döneminde (1299-1453) orduda ve günlük hayatta okçuluğun yerini ve önemini belirtecek yeterli bilgiye sahip değiliz. Yine de bazı ip-uçları, bu konuda tahminler yapmamıza imkân vermektedir. Bilindiği gibi, Osmanlı Devletini kuran Kayı boyu, Selçukluların açtığı Anadolu kapılarından içeriye akan Oğuz boylarından biridir. Uç-beyliği olarak. Karaca Hisar – Bilecik hattına yerleştirilmişlerdi. Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması üzerine bağımsız bir devlet kurdular. Hudut kontrolü maksadıyla girişilen akınlar, daha sonra kale kuşatmalarına ve illerin zaptına kadar varmış, sınırlar genişletilmişti.

Uç-beyliklerinin askerî gücünü “Alp” ya da “Gazî” denilen akıncılar teşkil ediyordu. Bunlarda aranan dokuz şarttan ikisi, iyi bir ata ve iyi bir yaya sahip olmak idi[100]. İyi ata binmek, at üstünde isabetli ok atışları yapmak gibi, Asya’dan getirdikleri eski gelenekleri muhafaza etmekteydiler.

Feridun Bey Münşeatı‘nda: “688 (1289) yılında Konya Selçuk Sultanından Osman Bey’e, Karaca Balaban Çavuş eliyle, ellişer okluk tirkeşlcriyle birlikte 2000 adet yay gönderildiği” kayıtlıdır[101]. Bu belgeden, ok ve yayın, uç-beyliğinde geniş ölçüde kullanıldığını, fakat yay yapan ustaların henüz yeterli sayıda bulunmadığını anlıyoruz. Bu dönemde savaş okçuluğunun, barış zamanındaki askerî idmanlarla ve av sporu ile birlikte ele alınması doğru olacaktır. Türkmen boylarının etnolojisi hakkında değerli bir kaynak olanDede Korkut Kitabı’nda: Türkmen gençlerinin boş vakitlerini ok atışmakla geçirdikleri, kuvvetlilik iddiasındaki yiğitlerin ok yarıştırmak yolunu seçtikleri, evlenen bir yiğitin bir ok atıp, okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu ve düğün eğlentileri sırasında damat ile arkadaşlarının ok atıştıkları anılıyor[102]. Eskiye uzanan bu âdetlerin, Osmanlıların ilk dönemlerinde de devam ettiğini sanıyoruz. Daha önce, Orta Asya kavimlerinde ve Moğollarda pek yaygın olan askerî manevra niteliğindeki av partilerinin Osmanlılarca da tertiplendiğini bilmekteyiz. Nitekim, Orhan Gazi’nin oğlu ve ünlü kumandanı Süleyman Paşa, Bolayır’da tertiplenen böyle bir avda atından düşerek ölmüştür.[103]

  1. Murad devrinde orduda okçu birliklerinin önemli sayıda artmış olduğunu, Sultanın, 1373’te Venediklilerle Macarlar arasındaki savaşta 5000 okçu göndererek Venediklilere yardım etmesinden anlıyoruz.[104]Niş kalesinin ok hücumu ile ele geçirildiğini Neşri şöyle anlatır: “Yahşi Bey kalenin çevresini dolaşıp: ‘Sultanım, devletinde ok erişir yerler vardır. Tîr-i bâran kılmağ ile ümiddir ki fet oluna’ dedi. Pes, gazîler ok yağdırıp, yürüyüş edip, kaleyi feth kıldılar”[i]. I.Kosova Savaşı (1389) da okçuların gayreti ile kazanılmıştı. Ordunun sağ ve sol kanadına Hamidoğlu ve Mustafa Çelebi komutasında 1000’er okçu yerleştirilmişti. Ön saflardaki topların ateşinden sonra Sultanın emri üzerine okçular atışa başladılar. Düşman safları ok yağmuru ile çözüldü, ardından düzenli bir hücumla zafer sağlandı[105].
  2. Murad ava meraklıydı: “Askerini istirahat ettirdiği zaman kendisi av ile vakit geçirir, dinlenmek nedir bilmezdi[106]“.Hünernâme’de,Padişahı kurt avında gösteren bir minyatür bulunmaktadır[107]. Resmin ortasındaki ayaklı heaeîten (puta), avdan önce, hedefe ok atışları yapıldığı anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid zamanında’da büyük av partileri düzenlendiğini Hammer’den öğreniyoruz. Aynı devirde Moğollarda sık sık yapılan böylesi avların, büyük savaşların arifesine rastlaması, ordu birliklerinin katıldığı ciddî ve planlı bir harp harekâtı niteliği taşıması, bu avlara aslında bir askerî tatbikat amacı ile girişildiğini göstermektedir. Niğbolu’da tertiplenen avda 13.000 kişi görev almış, elde edilen av etleriyle muhteşem bir ziyaret çekilmiştir. Yıldırım Bayezid’in Timur’la karşılaşması öncesinde düzenlenen av da, aynı ölçüde ve nitelikte idi[108].

Cengiz Yasası’nda bu avlar hakkında ayrıntılı bilgi veriliyor: “Askerler barışta av ile uğraşmalıdırlar. Bundan maksat askerin idmansız kalmaması, ok atmak, at kullanmak ve eziyete dayanmak gibi alışkanlıklarını kaybetmemesidir. Aylarca önce karar alınır, katılacak birliklerin sayısı, ne kadar mesafeden, hangi yönlerden kuşatmaya başlanacağı tesbit olunur. Av bölgesi olarak genellikle etrafı dağlarla çevrili, az geçit veren bir alan seçilir. Burası bir-iki aylık yoldan kuşatılır ve av yavaş yavaş tesbit edilen alana doğru sürülür. Daralan halkadan hiçbir hayvanın kaçmasına izin verilmez; bu bağışlanmaz bir suç sayılır. Çember daraldıkça hayvanlar bunalır, garip seslerle bağrışmaya başlarlar. Önce Han bir süre avlanır, sonra komutanlar ve erler de ava katılırlar. Daha sonra bütün avlar bir araya toplanır ve sayılır”[109]. Bunu topluca yenilen büyük bir ziyafet izler.

Aynı gelenek Timur devrinde de devam etmiştir. 1496 tarihli Herat üsluounda yapılmış bir minyatürde, böyle bir kuşatma sonunda dar bir vâdîye kıstırılan hayvanların avlanışı bütün teferruatıyla görülebilmektedir[110].Osmanlılarda, Çelebi Mehmed devrinde de, savaş ve avda okçuluğun önemi devam etmiştir. Neşrî, bir kale kuşatmasını şöyle anlatır: “Askerler durup, silâhlanıp, metrisler kurup kaleye öylesine tîr-i bâran etdiler ki anlatılamaz… Kale halkı cenk etmek bir yana, ok korkusundan herbiri kirpi gibi büzüşüp kaldılar”[111].Hünernâme’de,Çelebi Mehmed’in, Karaman Seferinde Kızılırmak kıyısında avlanışını gösteren bir minyatürü vardır[112]

Okçuluğun Dinî Yönü

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türklerin hayatındaki önemli yeri dolayısıyla, ok ve yay bir sembol değeri kazanmış, İslâmiyetin kabûlünden sonra ise, buna bir de dinî anlam eklenmiştir. Türklerin okçuluk alanındaki sürekli başarılarında okçuluğa ve ok-yaya tanınan bu kutsal anlamın büyük payı vardır.İslâm inancına göre, ok ve yayın Âdem Peygamber’e, Tanrı tarafından gönderildiğine ve bu konuda: “Attığın zaman (okunu) sen atmadın, Allah atmıştır” anlamında âyet bulunduğuna işaret etmiştik. Enfal Sûresi’ndeki: “Cenkden evvel, düşmanınız kâfirlere karşı kuvvetinizi toplayıp hazır edin” anlamındaki âyetin de okçulukla ilgili olduğu kabul ediliyor[113]. Ukbe bin Âmirü’l-Cehdî’nin rivâyetine göre, Hz. Muhammed bir hutbesinde bu âyeti açıklarken, burada geçen “kuwet”in, “ok atmak kuvveti” demek olduğunu üç kere üstüste tekrarlamıştır[114].

Ok ve yayın dinî önemi ile ok atmanın fazîlet ve sevabına dair 40 kadar hadîs vardır. Gerek bu hadîslere ve açıklamalarına, gerekse okçuluğun sevab ve fazileti ile ilgili başka meselelere, okçuluk; risâlelerinin hemen hepsinde geniş yer verildiğini görüyoruz. Hattâ yalnız bu konudaki hadîsleri bir araya toplayanHadîs-i Erbainkitaplarına da rastlanıyor[115]. Hadislerden bazıları şunlardır:

“ÇocuklarınızaKur’anokumayı, ok atmayı ve yüzmeyi öğretiniz”. “Çocuklarınıza ve kullarınıza ok atmayı ve ata binmeyi öğretin. Size derim ki, ok atmak ata binmekten de hayırlıdır”.

“Bir ok sayesinde üç kişi cennete girer: oku yapan, sunan ve atan”.

“Bir kişi gaza niyyetine düşmana ok atsa, düşmanı vursa da vurmasa da kendisine bir kul azâd etmek sevâbı yazılır”.

“Ok atmak nafile ibâdetden daha hayırlıdır”.

“Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasındaki uzaklık kadar size cennetden bahçeler vâdedildi”.

“Şu üç mecliste melekler sizinle beraber olurlar: biri ok atışmak, biri pehlivanlık etmek ve biri helâliyle sevişmek”.

“Ok atmayı öğrenen, sonra da özürsüz terk eden bizden değildir”.

“Sıkıntısı olan kişi ok ve yay edinse sıkıntısı zâil olur”.

“Ok atışmak ve at yarıştırmak dışında bütün oyunlar kumardır ve haramdır”. Hz.Muhammed ashâbıyla giderlerken yol kenarında ok atışan kimseler görür ama selâm vermeden geçer. Sebebini sorduklarında: “Çünkü onlar şimdi ibâdetdedirler” cevabını verir.

Uhud Gazası’nda, Hz.Muhammed, yanında ok atmakta olanSa’d ibn ebû Vakkas‘a ok verirken, başarısı karşısında heyecanlanıp: “At yâ Sa’d, anam babam sana feda olsun!” demişti. O gün 1000’den fazla isabetli ok atan Sa’d ibn ebu Vakkas devrinin en usta okçusu idi. Bu yüzden kemankeşlerin pîri sayılmış, pîrlik kuşağını kendisine bizzat Peygamberin kuşattığına inanılmıştır[116].

Bu hadîs ve rivâyetlere dayanılarak, ok atmak “sünnet” sayılmıştır. Hz. Muhammed’in yukarıda anılan âyet tefsirine bakılarak “farz-ı kifaye” sayıldığı olmuştur[117].

Harp okçuluğu yanında, bir savaş hazırlığı sayılarak spor okçuluğuna da aynı kutsal önemin tanındığını görürüz. Nitekim gerek menzil gerek koşu atışlarında oklar hep “Yâ Hak!” ünlemi ile “gaza niyyetine” atılırdı. Savaş okçuluğu terk edildikten sonra, spor okçuluğunun öncelikle manevî bir disiplin sayılıp, Yüzyıllar boyu sürdürülmesinde bu dinî inanç önemli rol oynar. Yine bu inanca dayanılarak okmeydanlarına, cennetden bir köşe diye bakılmış, sınırına tecavüz edilmesine, sarhoş, abdestsiz ve pabuçla girilmesine izin verilmemiş, vetkili kişisine Şeyh denilmiş, cihat, yağmur ve âfet dualarında hep bu meydanlarda toplanılmıştır.”

Okçulukla ilgili hadisleri veya “ma remeyte..” ayetini her okuduğumda onların o fiil ve o çağla sınırlı kalmayıp daha derin bilgilere ilham kaynağı olduğunu düşünmüşümdür. Ahmet Yüksel ÖZEMRE “Kur’ân-ı Kerîm ve tabiat İlimleri (Tenkidî Bir yaklaşım)[118]” isimli eserinde dini beyanlarla tabiat ilimlerini açıklayanların yanlışlığını haklı bir tesbitle üzerine basarak vurgular. Eserlerini okuduğum ve katılmadığım yerleri olan, bununla beraber Kur’an’dan ve hadislerden aldığı ilginç ilhamlarının hepsinin reddedilmesi ise mümkün olmayan müstear isimli müellif “Hans von Ajberg” i eleştirir. Halbuki Hans von Ajberg “okçuluk ve atıcılık” arasındaki ilişkiyi tarihsel konumundan günümüze taşır ve çok anlamlı hikmetli çıkarsamalar da bulunur:

Ok, Yaydan Çıkıyor!.”[119]

İnsanoğlunun bulduğu İLKideal aerodinamik âlet, kargıdır (Mızrak, zıpkın, bıçak Vb.)Bukargı zamanla OK biçiminialarak “YAY” denan ilk rampasına oturtulduğunda. bu modelin daha hızlı, daha ivmeli, hava direncine daha girgin olduğu anlaşıldı. Ok, spora, avlanmaya, savunmaya-savaşmaya en elverişli tek silâhtı. İslâm’ın yayılması “OK” doğrultusunda olmuştur. Resulullah’ın mübarek ellerinde.Ok, yaydan çıkmış,batıda Puvatye’ye doğuda Hindistan’a ulaşmıştır. Ok, İslâmın (uzak savaş taktiğinde) ilk cihad aracıdır. Geleceği tam olarak bilen Resulullah, diğer ümmetlerin kullandığı Mancınık’ı Taif savaşında, ilk kez bizzat kullanarak, İslâmın gücünün ve kuvvetinin Atıcılık’ta olduğunu göstermiştir : “İyi bilin ki güç ve kuvvet Atmaktadır, İyi bilin ki güç ve kuvvet Atmaktadır, İyi bilin ki güç ve kuvvet Atmaktadır!..”Resulullah, buöngörmesini üç kez tekrarlayarak, ümmetinin üç dönemi olan üç zaman dilimini, atıcılığınüç etaplı aşamasınıanlatmıştır. Bu evrelerden ilki, dönemindeki klâsik atıcılık (Ok-yay, Mancınık) evresidir. Bilindiği gibi, mancılık da dev bir ok ve yaydan başka bir şey değildir. Ok yerine dev bir zıpkın (ya da gülle, taş vb.) yay yerine de bir rampa içermektedir. Resulullah, atıcılıktaki ikinci dönemi hem bu hadisle hem de aşağıdaki hadisle yinelemiştir :[120]

“Çocuklarınıza Atıcılığı öğretiniz, çünkü atıcılık düşmanı kırıp geçirir.»  Hadis’e dikkat edilirse, atıcılık üzerine kurulmuştur. Çala-kılıç, gürz (Topuz) balta gibi vuruculuk yerine atıcılık (fırlatıcılık)tan söz edilmektedir. Öte yandan insanoğlu havai fişeği de bulmuştu ama, bununla ilk roketi ve/veya ilk mermiyi bulduğunun farkında değildi. Barut tepkimeli bu donanma fişekleri, sadece barış (Şenlik, eğlence, tören) niyetiyle fırlatılıyordu. Daha sonra savaş niyetiyle mermi diye kullanılabileceği akıl edilince, «Silâh icad olmuş, mertlik bozulmuş” gibiydi. Çakmaklı tabanca ve tüfekleri barutla doldurup, harbiyle sıkıştırır sonra atacağınız çekirdeği (Kurşun, saçma vb.) yerleştirip, barutu ateşlerseniz, İkincî Aşamada Atıcılığı Gerçekleştirmiş Olursunuz. Daha sonra, barut, “Kovan” içine konarak mermi yapıldı ve silahlar da müzelik olmaktan kurtularak, silah tüccarlarının kanlı kazancına peşkeş oldular. Ok ve yay nasıl ki ağır silah olarak Mancınığa esin kaynağı olmuşsa, mûcit ve askeri deha Fatih Sultan Mehmed’in de böylesi bir ağır silah ilhamı vardı: Dev namlular, dev saçmalar yapmak!..[121]

Dev toplar ve dev gülleler döktürüp, icadını İstanbul’un surlarında başarıyla denedi. İlk astronot Lagerli Hasan Çelebi’nin bizzat binip uçtuğu dev havai fişek, aslında ilk jet füzesi ya da ilk balistik insanlı rokettir. Bir anlamda da “Namlusuz, rampasız roket dönemini başlatmıştı: Topçuluk yannda roket mermiciliği de konveksiyonel silahlar safına katılıyordu: Havan mermileri, bazuka mermileri, işaret fişekleri, sis bombaları, roket atar mermileri, tanksavar-füzesavar (ve daha bir çok şey savar) mermiler, hem vuruculuk hem de deposunda infilak maddesi taşıyıcılığı yapıyorlardı. Lagerî roketinde “Kalem” biçimini seçmişi O Kalem ki Allah’ın “yaz” dediği kalemdir.O kalem ki. minarelere de roketlere de Maket Olmuştur… Kalem ya da minare biçimli bu ilk füzeye sahip çıkamamamızı fırsat bilen Almanlar, genel iki savaş boyunca Oberth, Goddard, von Braun gibi «Rakete»ciler eliyle bu teknolojiye kafa yordular ve Jet’i bulmuş oldular. Von Braun’un “V serisi” roketleri savaşta Londra’yı; savaş sonrası barışta da “Uzay ve Ay’ı” hedef aldı. Londra’yi vuran güdümlü V roketleri sadece (TNT denen bildiğimiz klasik ve konvansiyonel) tahrip maddesi ile doluydu. Fakat günün birinde Einstein’ın emriyle Hiroşima ve Nagazaki üzerindeMANTARgibi atom bombası bitiverdi. Daha sonra yapılan hidrojen bombalarıyla “Yüklenmiş binekler” yani roketler üniformalı insanoğlunun eline geçti. İnsanın insanı yok etme yarışı (kısa-orta-uzun-kıtalararası çok başlıklı diye tasnif edilen seri nükleer kapsül üretimi olan) silahlanma yarışını doğurdu. Dünya dolusu, denizaltı ve üsler yetmiyormuş gibi, bu kez “Yıldız savaşları=Starwars”filminin uzayda çekimi yapıldı. Üstelik bu filmin senaryosunda “Nükleer bir savaşın galibi olmayacağı” yazılıdır.[122]

İşte bütün bunlar Resulullah’ın bildirdiği “îyi bilîn ki güç ve kuvvet atmaktadır” hadisinin sonuncu tecellisidir. Geleceğe dönüktür. “gelecek” daha başka hâdislerde de iyice vurgulanmıştır ki, bunlardan birini örnek verelim: “(Gelecekte, kıyamete çeyrek kala dönemi olan) son zaman yakın olunca, gökten kâzif (Fırlatmak atmak-ve yerden çöküntü yıkıntı olan) Hasif ve Mesih (Yaratılış normlarının değişmesi. hilkat başkalaşması olan mutasyonlar. yeni türler) vak’i olacaktır.” Bu hâdiste Kâzif, uzun menzilli balistik füzelerin fırlatılmasıdır. Bu füzelerin havalanması neden ve etki’dir. Füzeler yüklü yani “güçlüdür” daha sonra hedefini bularak vurur ve orada Hasif yani yıkıntı, çöküntü, krater, çukur, yıkım enkaz oluşturmaktadır. Etkiye tepki; nedene sonuç olarak bu tahrip ortaya çıkmaktadır. Füze patlayana kadar “güçlü” dür, çünkü bu güç potansiyeli içinde mevcuttur. Patladıktan ve hâsif oluşturduktan sonra da “kuvveti” ortaya çıkmaktadır. İşte güç ve kuvvet terimlerinin farkları budur. Güç, nedendir, etkidir, potansiyel birikimdir. Kuvvet ise sonuçtur, tepkidir, kinetik bir deşarjdır. Güç “Yüklenir, biner” kuvvet ise “Yükünü boşaltır, iner”[123]

Kâzife (Atmaya) karşı hasif (yıkıntı) her mermi için geçerlidir. Ama burada Mesih yani yaratılış değişmesi de sözkonusu olunca, klâsik bir yıkıntıdan ötede, nükleer bir felâketin sonuçlarından söz edilmektedir. Kalıtım birimi olan Genlerin nükleer radyasyon etkisi ile mutasyona uğraması (Radyoaktif ışınların Çernobil paniğinde olduğu gibi doğacak zürriyetin genetiğini etkilemesi) kaygısı vardır. Mesih, fırlatmak olan neden-etki ve yıkılmak olan sonuç ve tepki dışında kalmaktadır. Mesih’de ne doğal sağlık, ne mutlak yıkım yani ölüm yoktur. Bu radyoaktif yanık, ilik erimesi gibi yavaş bir ölüm ya da yaratılış garibesi kalmak biçimindedir. Yani Kâzifin vurduğuna Hasif olarak kurban gitmeyip de kurtulanlar için “Bir başka yavaş ölüm, biçim değiştirme, hilkat garibesi olma” uyarısı verilmiştir. Maalesef, Hâdisler “Nükleer savaşların, nükleer kazaların kaçınılmazlığını haber vermektedir ki, buraya o hadislerden birini örnek alarak konuyu açalım: “Batıdan bir fitne (Batı bloku) gelir. Dokudan bir fitne gelir. (Dogu çarları) her ikisi de Şam’ın iyinde (Arap yarımadasının ve kuzey bölgesi, ortadoğu-önasya İsrail, yakın doğu) karşılaşırlarsa, o zaman yerin altı yerin üzerinden daha hayırlıdır.”[124]

Bu hadis bize nükleer fitneyi anlatırken klasik anlamda, sığınakları; şimdiki anlamda “Nükleer sığınaklan” (yer altı Undergroud system) tavsiye ederek zararlı radyasyondan korunmamızı salık vermektedir. “Güç ve Kuvvet her ikisi de atmaktadır.” ibaresi daha başka yorumlara da açılır. Güç ile süper güçler (Süper Devletler) bildirilerek, ümmetinin de bu yarışta geri kalmaması için nükleer üretim yapacak güce ulaşması istenmektedir. Kuvvet ile de bunun «Caydırıcı bir kuvvet» yani savunma aracı olduğu bildirilmektedir. “Düşmanla çarpışmayı dilemeyin ama, karşılaştığınızda çarpışın ve kaçmayın”, emri uyarınca) Barış (Bilim) sözkonusu olduğunda Güç ve Kuvvet, yine bize fizik yasalarını haber verir: Güç=itici güç ve Kuvvet=Kurtulma kuvveti (Eylemsizlik, gravitasyon ivme ve kaçış hızlan) yasalarını dile getirmektedir. Uzayın fethinde “Atmak=Fırlatmak” için “Güç ve (Ayrıca) kuvvet” gerekmektedir: İlk roketler “Güçlü” değillerdi, dünyanın Çekim kuvveti’ne yenilerek Geri düşüyorlardı. Eğer bu bize yetiyorsa adı jet teknolojisidir. Ama hedefimiz Uzay ise atmosfer dışına çıkabileceğimiz Roket teknolojisi gereklidir. O halde “GÜÇLÜ” roketler yapılması istenmiştir.[125]

Atmosfer-içi jet uçuşlan ile atmosfer-dışı uzay uçuşlan arasında Sultan bir güç kuvvet Farkı vardır. Sadece yüklenmiş bineklerin biçimleri birbirine benzemektedir: Örneğin jet pervanenin yerini alır. Atmosfer-içi uçuşlar “Rüzgârın kaldırma Kuvveti” ile araçlarımızın “Yakıt gücü” nün bir arada oksidasyonu ile mümkün olur. Oksijensiz ortamda motorlar çalışamaz, hava boşluğunda düşerler. îster pilotlu (jet uçakları) ister pilotsuz (Güdümlü savaş roketleri) olsun, her iki “Yüklenmiş bineğimiz” de güdük güçtedir. Modern havayollarının dev jetleri de buna güç getiremez. Çünkü Sultan güç denen “çekimden kurtulma kuvveti” gerekmektedir. Dolayısıyla burada problem, “çok güçlü” dev kuvvetlerin oluşturulmasıdır. Kurtulma hızı yasağını ilk olarak 1949 uçuşu ile von Braun’ın roketi delmiştir, ilk roket üç-ana problemin de üstesinden gelmiş, sonra fırlamıştır. Bunlardan biri, oksidasyon (Atmosfer oksijeni) yapamayan uzaya “Sıvılaştırılmış oksijen” tankı eklenmesidir. İkinci yasak ise “Kurtulma ya da kaçış hızının” sağlanması için çok dev bir “YÜKLENMİŞ BİNEK” imâlatının çözümlenmesi-dir: Çünkü bu dev apartman boyu ağırlığı yerden kaldırmak için büyük yakıt depolan gerekiyordu. Depolar kalkıştan az sonra tükeniyordu ve gereksiz bir ağırlık olduğu için, bu boş tank ya da birinci kademe boşluğa bırakılıyordu. Böylece daha hafiflemiş ve daha hızlanmış olan roket, hızlanmasını daha da tırmandırıyordu. Sonra bu yakıt tankı tükenince (Boşalmış kademe) uzaya terk ediliyor, İkincisi devreye giriyordu. Böylece giderek,’ hem hızlanmış, hem safra bırakıldığı için ha fiflemiş, hem de yukarıda çekim kuvveti iyice azaldığı için daha da ivmelenmiş olarak uzay aracı atmosfer dışına çıkabiliyordu.[126]

Güç Ve Kuvvet Atmaktadır

Bir merminin çekirdek ve kovanı neyse, bir uzay aracının da kademeleri ile ana kabini de odur. Ok ucundan mermi yapan insan. bu kez aynı mermisini Dev Boyutlarda bir roket yapmıştır. Bütün kademeli balistik birbirinin aynıdır: Atmaktadır.! Resulullah döneminde güç ve kuvvet “OK” atmakta idi. Sonra mermilerin bulunmasıyla, güç ve kuvvet batı âlemine geçtiğinden bütün dünyayı sömürgeleştirdi. Koca Afrika, Amerika kıtasının yağma edilmesinin nedeni, mermi atıcılığının ok-mızrak atıcılığından üstün olmasıdır. Ama mermi de miyadını doldurmuştur. Gelecekte ise Laser-Taser-Faser serisi ışık toplarının atıcılığı beklenmektedir. Bütün konveksiyonel silahlar, klâsik mermiler, demode olmuştur ve asıl güç ile kuvvet «Nükleer başlık atmakta» olanın eline geçmiştir. Üstelik bu çok iyi bir şantajdır. Çünkü askeri devletler dönemi bitmiş, yerine ekonomik devletler modeli gelmiştir. Bunlar da “Nükleer yük bindirilmiş, roket denen binekler ile tehdit edilmektedir. Üniformalıların çok sevdiği savaş oyunları, şimdi “yıldız-savaşoyunları” adıyla uzayda sürmektedir. Bütün bunlar “Yüklenmiş binekler” konulu âyetin tecellisidir.[127]

Resulullah’ın “Üç kademeli hadisinde” de bu roketlerin Tastamam Üç Kademe olmasının kehâneti vardı: “Güç ve Kuvvet ATMAKTAdır!” Gerçekten kademeli roketler ile “KURTULMA HIZI” barajını aşan KAÇIŞ KUVVETİ sayesinde bir SULTAN güç bulmuş, çekim kuvvetini aşmış, insanoğluna uzay yolunu açmış, tarihi boyunca ilk kez insanoğlu 1949’da koca dünyanın çekimini alt ederek uzaya açılmayı başarmıştır. Şimdiye kadar yine üç astronasyon yapılmıştır: Önce yapay uydular-bitkiler ile test edilmiştir uzay… Sonra sıra hayvanat bahçesi kurmaya gelmiştir. 1969’da ise insana “Ay keşfolunmuş”tur. Elbette bu keşfe kadar, insan, yolu üzerindeki fizik yasalarını da keşfetmiştir. Daha yüzyılımızın başında bile atoma inanılmıyordu. Bilimin sonuna gelindigi sanılıyor, saatte 35 km. hız yapan bir trenin parçalanacağı ileri sürülüyordu. Aynı “Resmi Bilim erbabı”. “Sudan ağır hir sevin yüzemeyeceğini, batacağını söylerken daha cümleleleri bitmeden, yüzbinlerre tonluk çelik transatlantikler yüzmeye başlamıştı bile”… Aynı mantıkla, havadan ağır bir şeyin uçamayacağı söylendiğinde, bu resmi bilim yobazlanna inat, Eyfel kulesinden, en ünlü gökdelenlerden daha uzun ve daha ağır Kademeli Roketler uçmaya koyulmuştu bile…[128]

Bu devasa roketleri uçuran sultan güç ve kuvvet bulunmuştu çünkü… Güçlü tepkimeler, kuvvetli motorlar yerçekimi ve göklerin “güçlü kuvvet çizgilerinden.” dışarı çıkabilen Sultanlardı sanki… Dünya “merkez” olduğunda bizi kuşatan atmosfer katmanları tek tek aşılmaya başlanmış, “Bir tabakadan bir tabakaya bindireleceksiniz” ayeti ile “Felekler” sırrıda tecelli etmişti artık. Dünya merkez olduğunda, gidilerek “Bir tabakadan diğerine büyüyen küreler yani Felekler bizi kuşatmaktadır. Dünya çekimine bağlı bu iç-içe eş merkezli felekler (Çemberler, daireler) hem atmosfer katları olan “Yakın 7 Gök” yorumunu hem de Çekim (Gra-vitasyon) yasasına göre, uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalan (fakat hacımca büyüyen) Yerçekimi Feleklerini anlatıyordu. Gerçekten de insan “Bir tabakadan diğerine bindirilerek” bu felekleri aşmıştı. Gerçekten de kurtulma hızıyla dünya çekiminden kurtulana kadar giderek hafiflediğimiz çemberler vardır. Bu da dünyanın merkezinden kabuğa şiddetleniyor, sonra yerden göğe doğru giderek azalan çekim daireleri oluyordu. Örneğin 600 km. yukarıda 80 kiloluk bir insan 20 kilo çeker… Buna rağmen, hâlen dünyanın çekim etkisindedir. Çünkü dünyamız. bir cismi saniyede 9,81 metre ivmeyle kendine düşürmeye çalışmaktadır. Dünyanın çekim eşdeğeri bu hızdan aşağı olan her cisim kurtulamaz geri düşer. Ama bu hız aşılırsa, dünyadan kurtulunur. (Sultan kuvvet = Kurtulma hızı)[129]

Sultan Güçler

Dünyanın birçekimioldufrnnıı hizeTarık-11, 12.ayetler de bildirmektedir. Burâda “rec eden dünya” çekimi olan ve yukarıda bulutlara daha azçekim uyguladığı için, bulutların ve görmediğimiz bulutlar olan havanın ne yere kapaklanmasını ne de kurtulup kaçarak bizi havasız bırakmasını engellemektedir. Arapçada ayak basılan her yer taban =Arz’dır. Bunun dışındaki her şey de tavan=Gök’tür. Ayet, bize Tavanın, tabana bağımlı olduğunu,dünyanın “Çektiğini”bildirmektedir. Dünyanınçekim merkeziolduğunuda Mürselât-25._26. ayetler açıkça bildirir. (Kifat: Toplama merkezi olan dünyamızda canlı, cansız bütün varlıkların “Toplandığını” bildirir.)Bu terimlerin arapça karşılığı,eğilim, yöneliş, odaklanıp toplanmak demektir ki Gravitasyon dediğimizÇekimin ta kendisidir.Çekimin bir gel-git dalgası olduğunu, (össilasyonu olduğunu) da Naziat 6. ayet en yalın biçimde anlatır.[130]

Titreyen Titreyince

BuradaRâcife=Titremek, ossilasyon yaparak sarsılmak anlamındadır. Ayette’zâ’hir-de “Dünvanın titremesi” ile batında “Gravi-tasyonun titreşmesi” anlatılmıştır. Râcife, denizdekiyüzeydalgalan olan “Mevce” değildir, sarsılmak da değildir, zelzele hiç değildir. Arapçada Mevce boyuna (küresel) dalgalardır kises dalgaları, havuza atılan taşın oluşturduğu (aslında küresel) dalgalar gibi, kasılıp-gevşeme değil salınım olayıdır Bu enine dalgaların, yani ışıkvediğer bütün elektromagnetik dalgaların yaptığı gibi, kasılıp gevşemek yerine“Karın düğüm”oluşturmak olan Râcife’dir. Mevce, “Boyuna” dalgaları; Râcife iseenine (Transversal)dalgaları anlatmaktadır.[131]

Gravitasyon denen çekim (Câzibe de enine ve assilasyonik bir dalgadır. (Işık ailesindendir.) Çekimci dalgalar, özellikle karadeliklerde iyice belirlenen “Gel-git” biçiminde tensor gösterirler ki bu da Racife’nin tam karşılığıdır. Çekimci dalgalar, bir cismin diğerine hızlanması sırasındave cisimlerden kaçarak “Çekimci özellik”gösterirler, çekim ortaya çıkar. Bütün evren bu çekim altında “Boyun eğmiştir” dolayısıyla dünya da kendi çekimine boyun eğmiş, yenilmiş “YER” olmuştur. Dünyadan yükseldikçe, çekim ivmeli olarak azaldığından, uygun hıza ulaşılınca roketlerimiz, dünyanın çekiminden artık GÖK’E çıkabilirler. Yani “GÜÇ” dünyadan, roketimize devir olmuştur. Bunu da başaran roketimizin kurtulma kuvveti olan “Sultan kuvvet” tir. Daha dev, daha güçlü, çok daha büyük bir kuvvet ile nihayet uzaya açılmış oluyoruz. Bu kuvvet Sultan güç ya da Sultan Kuvvet’tir. Rahman suresinin “BEYNİ” olan 33-36 ayetler bu Sultan Kuvveti birçift olarak sunmaktadır. Birincisi “Kurtulma hızını aşmak” ikincisi de “Göğü korunmuş bir tavan yaptık” (Enbiya-32) sırrının bildirdiği SULTAN gücüdür. Rahman suresinin BEYNİ şöyledir[132]:

“Ey cin ve insan toplulukları! aktaris semavat (göğün türlü çaplarından) ve yerden (birinden diğerine) nüfûz edin, biliniz ki sultansız çıkamazsınız. öyleyse rabbinizin hangi kudretini yalanlayabilirsiniz? sultansız nüfuz ederseniz üzerinize şuvvaz (Dumansız alevli ateş olan kozmik ışınlar ve zararlı elektromagnetik radyasyon) ile nuhas(İyonize kozmik atom çekirdekleri, baryonlar) sağanağı boşanır (ki) bunu (Şultansız) başaramazsınız öyleyse Rabbinizin hangi kudretini yalanlayabilirsiniz?”

Ayette, Allah’ınkudret venimeti ikilisi bildirilmektedir :

  1. Çekim dolayısıyla kurtulma hızınınbir Sultan Kuvvet olduğu…
  2. Atmosferin katmanları olduğu ve koruyucu tavanın ötesinde de korunmuş bir binek ile Sultan Gücün sağlandığı!

Rahman suresi baştan sona her “Kur’an Çiftlerinin” yani “İkililerin” sırrını taşır. Cin-insan ikilisi. Gök-Yer kuturları (Çapları) Nuhas-Suvas,  bir cift sultan güc, güç ve kuvvet ikilileri gibi…[133]

Kur’an, Ahmet Yüksel Özemre’nin dediği gibi müsbet ilim kitabı değildir. Bu düşünceye tamamen katılıyorum. İlham almaya gelince, ilim adamı, mimar, mühendis, ticaret, sanayi, siyasetçi, çiftçi, işçi, öğrenci kısaca herkes onunla hayatını şekillendirmelidir. İstanbul’dan ayrılırken gördüğüm korkunç görüntüleri tekrar hatırlatmak isterim. Mimari yapıların yüzlerce kat haliyle, minarelerimizi ve camilerimizi nasıl boğduğunu görmüştük. Minarelerden roketlere geçemediğimiz bir yana mimari ve tabii güzelliklerimizide rant uğruna heba edilmesine seyirci kaldık. Kur’an’dan ilham almadık, çalışmadık, çağı yakalamadık o halde kendimizi hâlâ aldatıyoruz. Oklarımız yaylarımız, kültürel zenginliğimiz olarak bulunsun. Minarelerimiz göğe uzanan parmaklarımız gibi “Allah” desin. İstanbul’un mimari katliamları minarelerimize de nefes aldırsın. Üstelik Sanayi çağını kaçırmış, bilgiçağı deyince “cep telefonu” markasını değiştirmek anlayan nesiller yetiştirmişiz. Turan romantik düzeyde kalırsa hiçbir anlamı yoktur. Turan algısı ve faaliyetleri gecikmiş tarihimiz ve gelecek gerçeğimiz ile buluşturulmalıdır. Mimari zenginliği ile tarihî millî hafızasını her gün bugünkü nesillerle buluşturmayan milletler asla gelecekte büyük Medeniyetler inşa edemezler. İster Avrupa, İster doğu veya uzak doğuya yolumuz düşsün, şehir ve medeniyet ahengine şahit olursunuz. Her Macaristan gezimiz boyunca bunu da görüyoruz.

Tekrar Turan Kurultay alanına bakalım; 

Gösteriler kesintisiz devam ediyordu, bazen alış veriş çadırlarını dolaşıyoruz. Eve sadece namaz seccadesi olarak tabaklanmış bir kuzu postu aldım. Ahmet KARTAL Hocam, Hun kıyafetlerinden bir takım oluşturdu. Fuar alanına Macarlar, oklar, yaylar, kürkler, takılar neler neler getirmişler. Hun kıyafetli körükçüler demirleri tavında dövüyor. İnsan Ergenekon demircisi düşünmeden edemiyor. 

KÖRÜK

Körük yapma gelenek ve kabiliyetinin başlaması, her kavmin tarihinde mühim bir kültür gelişmesidir. Eski Türk mitolojisinde“ateşin keşfi” belirli büyük Türk atalarına mal edilmiştir. Bu konu üzerinde yukarıda geniş olarak durmuştuk. Fakat körük yapma geleneğinin, Türklerde ne zaman başladığı hakkında, kesin olarak bir şey söyleyemeyiz. Belki de hiç söyleyemeyeceğiz. Yalnız, Göktürk ve Ergenekon destanlarında demirdağı eriten körüklerden söz açılmıştı. Bizce mevzuu biraz daha basit olarak düşünmek gereklidir.“Ev ve ocak kültürü gelişmiş körükler yapmağı gerektirmiyordu. Zaten insanlarda “üfleme k” gibi, Tanrının verdiği bir körük vardı. Bir evin ocağını yakmak için de, sadece üflemek yeterli idi. Bu sebeple mevzulunuza, Türklerde“üflemek”ile gireceğiz.

“Demir ve demircilik kültürü”,körük kullanma ihtiyacının, bir başlangıcı olmalı idi. Çünkü, demir gibi diğer madenleri eritmek isteyen herkesin, bir körüğe sahip olması gerekli idi. Tabiî olarak “Demirci körüğüdaha basitleştirilmiş olarak, evlerde de kullanılabilirdi. Fakat bu, bir kültür gelişmesinin ikinci bir çağını belirleyen, yeni bir devre dir.

  1. “Üfürmek” ve körüğün başlangıçtan :

Anadolu ‘dan halk ağzından yapılan derlemelerin toplandığı Derleme Sözlüğü’nde, “Mangal körüğü” için söylenen çok güzel bir halk sözü vardır:Üfürgeç.Gerçekten de körük, bir üfürgeçtir. Ama Anadolu Türkleri bunu, en küçük körükler için söylemiştir. Yoksa diğer körüklere ise, eski Türk kültür geleneklerine uyarak yine, körük demiştir. Çünkü körük, çok eski bir Türk kültür sözüdür. Üfürmek,Anadolu’da kuvvetli bir yeli liflemektir.Üflemekise, eski mânasını kaybetmiştir. Üflemek, artık hem hafif yellemek ve hem de, büyülemek, efsunlamak mânasına kullanılmaktadır.

Örmek,yani köpeğin ürmesi ile liflemeği eski Türkler aynı mânada görmüş ve böyle demişlerdir. Ol ot ürdi,yani “oateşi üfledi”ile,it ürdi,yani“köpek havladı, ürdü”sözlerini, eski Türk kaynaklan içinde, yanyana görüyoruz 1). Bu söz yalnızca köpek için değil; tilki için de söz konusu idi:“Tilki kendi öz inini hor, kötü görürse, uyuz olur’*,yani,“Tilki öz yiniye ürse, udhuz bolur2). Güzel bir eski Türk atasözü. Eski Uygur yazılarından, yine köpeğin ürmesi için, güzel bir atasözü verelim:ît kan bolsar, yatıp ürür”,yani,“köpek yaşlanırsa, (yalnızca) yatıp ürer.\

“Ateşe üflemek”de, aşağı yukan aynı anlayış ile söylenirdi. En iyisi bunu anlatmak için de, derin ve mânalı bir eski Türk atasözü verelim:“Kül ür-künse, köz ürse yeg”,yani“Külü üfleyeceğine, köz halindeki ateşi üflesen daha iyidir”.Eski Türkler demek istiyorlardı ki,“küçük ve kirli işler ile uğraşma. Kendine, köze üfleme gibi yararlı ve önemli bir iş seç”.

2.“Körük”,kuyumcu ve dericicikörüğü:

Eevdeki ocak için, üflemek de yetiyordu. Körüğün icâdı veya başlangıcı, kavimlerde“Madencilik kültürü”ile başlıyordu. Bu da mühim bir kültür gelişmesi idi. Nitekim Türk kültürünün en mühim kaynaklan da, bunun üzerinde duruyorlardı. Kaşgarlı Mamhud da körüklerden söz açarken,“Körük, kuyumcu, ya da demirci körüğü”,diye söz başlıyordu 5). Ama bunun yanında,öl otug körükledi,yani “o, ateşi körükledi” örneğini de vermeden geçemiyordu 6). Yalnız eski Türk kaynaklarında değil; bugünkü birçok Or-taasya Türklerinde dekörüksözü, geniş olarak “demirci körüğü”karşılığı olarak söylenmektedir, örnek olarak Yudahin’in Kırgız Sözlüğünde, “kööriik: demirci körüğü”, “koş köörük: çift körük”, “Köörük basmak: körüğü basmak”, köörükçü: ocakçı, körükçü”karşılıkları olarak yazılmakta idiler. 

  1. yüzyılda, yani Kaşgarlı Mahmud çağında, körükşeklinde yazılıp ve söylenen bu söz, Batı Türkleri arasında, pek fazla bir değişikliğe uğramamıştı. Avrupa’daki Kuman Türkleri bile buna halâ,“körük, kürük,,diyorlardı.[134]

Alanda, Sekeller ve diğer Turanlılar var selamlaşıyoruz. Bazen Macarca “teşekkür ederim” anlamında “kösenem” diyoruz. Erol CİHANGİR Bey bizi Sekelistanlı bir ressam hanımefendiyle tanıştırdı. Çocuklarını Türkiye’de okutmuş. Türklük bilinci yüksek: İsmi Julia David olan hanımdan daha sonra haberleşmek üzere billur Türkçesi ile yaptığımız güzel sohbetten sonra ayrıldık. Tören alanına döndüğümüzde Atilla kapısında önce yaya Macarlar girdiler, yerlerini aldılar. Sonra Hun atlıları sahaya geldiler. Alanda üç tur attıktan sonra müziğin eşliğinde hızlanarak alanı tekrar tekrar dolaştılar. Dörtnala yapılan bu dolaşmalarda savaş naraları atılıyordu. Onların ardından yerel Macar kıyafetli atlı süvariler geldi ve sıralarını aldılar.

Kurultay Konuşmacısı şunları söyledi “ Keşkemit müzesinden arkadaşların çalışması ile Kurultay kalıcı olmaktadır. Kurultayın amacı, tarihin ışığında atalarımızın ortaklığını aydınlatmaktır. Tüm dünyaya tarihimizin tanıtılması ve yayılmasıdır. Kurultay’ın şimdi ve gelecekte politik çıkarlar için kullanılmasına izin verilmeyecektir. Bu iletişimi tüm dünyaya yaymak için çalışılmaktadır. Biz Macarlar da doğunun mirascılarıyız. Atalarımızdan bize kalan bu bilinç, şarkılar, çelikle, deriler, danslar, melodiler kıyafetlerdir. Akrabalarımızla you tube, face book, internet ile iletişim sağlamakta global sistemle kontakt kurmaktayız”. Sonra konuşmacı Atilla üzerine yazılmış Macarca bir şiir okudu.

Büyük çadırlarda öğle yemeği verildi, balıklar, koyun veya sığırda yapılmış et yemekleri, salatalar vd. Yemek sonrası Belçika’dan gelmiş Türklerle konuştuk. Çaya davet ettiler. Emirdağ’dan oraya çalışmaya gitmişler. Gösteri alanında ise “oğlak kapmaca” oynanıyordu. İki takımla oynanan bu oyunda takımın biri üstüne bir şey giymemişti. Oğlak kapmaca oyunundan sonra kazanan takımın kaptanı eli ile Bozkurt işareti yaparak protokolü selamladı. 

 

Bizim kuşakta (70 Kuşağı) “Bozkurt işareti” yoktu. Daha sonra Azerbaycan halk hareketi ile gündeme geldi. Macarlarında ilk kez bu işareti yaptıklarını Eskişehirde Mayıs ayında “Yunus Emre” Günlerinde gördüm. UKİD aracılığı ile Türk Dünyasının dört bir tarafından davet edilen misafirler arasında ikisi millî kıyafetleri içinde 5 Macar konuk vardı. Sarıköy’de Yunus Emre Hazretlerinin kabri şerifi başında Macarlar kendi hallerince dualarını yaptıktan sonra “Bozkurt işareti” ile de Yunus’u selamladılar. Bingöllü yiğit kardeşim “Macar Ahmet”, Macarlarının İslamlaşması ve Türklüğe yeniden avdetleri hususunda büyük emekler veren atsız kahramanlardan biridir. Atsızlara ihtiyacımız her zamankinden daha da fazla. Tören alanında at üzerinde güreşler, atıcılık her şey tarih yolculuğunda devam ediyor.

Şimdi “Türk Destanlarındaki At”lara ve diğer destan unsurlarına “Hamide Demirel”’in çalışmasından okuyarak bir yolculuk yapalım: Türk destanlarında alpın kendisinden sonra destanı unsur alarak atını ve silahını görüyoruz. Bir alpın hayatında atın yeri başka hiç bir varlıkla ölçülemiyecek derecede büyük ve önemli olmuştur. Birçok destanlarda at, bu dünyada onun silah arkadaşı olduğu için değil, öldükten sonra da öteki dünyada her yönden kendisinden yararlanacağına inandığı için ayrı ve eşsiz bir değer taşımaktadır. Bu nedenle atın alpın hayatının her döneminde karşımıza çıkması doğaldır. Prof. Dr. Faruk Sümer atın Türkler in hayatındaki önemi konusunda der ki[135]:

“Devenin Arap için ehemmiyeti ne ise atın da Türk için önemi, hemen hemen aynı idi. Engin bozkırları onunla aşar, etinden yer, sütünden içkisini (kımız) yapar, derisinden ve kılından da faydalanırdı. Onlar, ‘yayan erin umudu olmaz; at işler er öğünür’ gibi sözleri sık sık söylüyorlardı. Türkler, atların, denizden çıkan, dağdan inen veya gökten, rüzgardan, mağaradan gelen kutsal aygırlardan türediğine de inanırlardı.Çin kaynaklarında, Hunların Asya’nın en cins ve en uzun koşan atlarını yetiştirdikleri kaydedilmiştir. Cins atına binen Mete’ye kimse yetişemezdi. Mete’nin babası Tuman öldükten sonra Tung-hu’lar Mete’ye bir elçi göndererek, babasının yorulmadan 1.000 mil koşan ünlü atını kendilerine vermesini istemişlerdi.[136]

Manas’ın atına kimse yetişemezdi;

Manas Manas olanda,

At üstüne konanda,

Onun ak-kula renkli, soylu güzel atına, hiç kimse yetişemezdi. Onun ak zırhlarına hiç bir ok batmaz idi…” Oğuz Kağan’ın çocukluğu da; “At sürüleri güder, ata binerdi. Av avlardı” sözleri ile övülüyordu. İlk kahramanlığını da at sürülerini ve halkı yiyen canavarı öldürerek göstermişti. Yine buz dağına kaçan atını bulup getiren bir bey’e Karluk adını vermiş, onu beylere baş yapmıştı. Böylece Karluk Türklerinin ad alışında dahi bir at rol oynamış oluyordu.[137]

Savaşta At

Savaşlarda atlar binicisine göre giydirilir ve zırh-landınlırdı. Atların savaşta alplar gibi görev aldığını bildiren ilk yazılı vesika Gök-Türk yazıtlarıdır. Bu kitabelerde destan ruhu ve destan üslûbu vardır. Burada Kül Tigin ve Bilge Kağan adlı yiğitlerin yurt ve milletin birliğini sağlamak için durmadan, dinlenmeden savaştıkları anlatılır. Bu arada savaşan alpın hangi atla savaştığı özellikle belirtilir. “İlkin Tadıkın Çor’un boz atına binip hücum etti. O at oraca öldü. İkinci olarak Işbara Yamtar’ın boz atına binip hiicûm etti. O at orada öldü.” Yine bu kitabelerde yararlıklarından dolayı olsa gerek, bir ata “Alp Salçı” adının verildiğini de görüyoruz.[138]

Savaş başlamadan evvel at yarışları tertiplendiğini önceden söz konusu ettik. Yine savaş sonrası atın ganimet olarak elde edilmesi de önemli bir konudur. Oğuz Kağan güney akınları sırasında sayısız atlar ganimet olarak alır. Semetey de babası Manas ölünce onun atını ve eşyasını alır.

Barışta At

Barış zamanında avlardan başka, at birçok tören ve şölenlerde eğlence ve övünme konusu idi:

At Yarışı

“Atın kazanması, boyun şerefi meselesi idi. Onun içindir ki at yarışına her boy ve millet önem verirdi. Ödül kazanmak ikinci plânda idi. At yarışlarının sonunda çok zaman kavga, hatta savaş çıktığı olurdu.” Bu yarışlardan birine, Manas’ın eşi Kanikey Hatun, Kulası, Manas da Ak-Kulası, karşı taraftan Yolay, Açbudanı ile katılır. Fakat Manas atını yarışa hazırlarken onu fazla semiz bulur, yiğitlerinden Almam Bet, Yada taşı kullanarak yağmur yağdırır, hava soğuyunca, zayıf olan atlar ölür, semiz olanlar da zayıflar. Zayıflayıp kararını bulan Manas’ın Ak-Kulası yarışa katılmak için can atar. Yarışı kontrol için altmış süvari hazırlanır. Bunların ellerinde süngü bulunur, “Allahü Ekber” deyip koşu atlarının binicilerine hareket emri verirler. Atlar sekiz gün sonra döneceklerinden, bu arada halkın sıkılmaması için çeşitli eğlenceler tertiplenir, Cambı-atış denilen nişancılık yarışı, güreş ve mızrakla karşılaşma yarışları yapılır, ziyafetler verilir. Atlar döneceği sırada, davul zurna eşliğinde karşılayıcılar atları karşılamaya çıkarlar; en önde gelen Manas’ın Ak-Kulasıdır; o “Atlar birbiriyle çarpıştı, ili ırmağı toz ile kaplanıp karardı. Manas’ın Ak-Kulası fırtına gibi koşuyordu. Havada yıldız akar gibi bir süratle ilerliyordu.” sözleri ile övülür.[139]

Ad Vermede At

Önceden alplara ad verilirken bir de bedevî Arap atı verildiğini gördük. Altay masallarında ad verme töreninde çocuğa verilen at, Ak-Kır attır. Bu da kutsallığı göstermek için gök rengindedir ve Tanrı tarafından gönderildiğine inanılır.[140]

Ölüm Anında At

Alpların ölümünde at onların vefalı bir arkadaşıdır. Manas’ın ilk ölümünde atının nasıl yas tuttuğunu ve yemeden içmeden kesildiğini gördük. Yine Manas destanında Kâşgar Hanı Kökötöy-Han’ın ölümünde verilen yemekte at yarışı düzenlenir. İli nehri boyundaki kabilelerin Er-Töştük destanında. Er-Töştük un eşinin Çal-Kuyruk adlı atı kutsal bir attır. Allah tarafından bin at gücü verilmiştir. Er-Töştük’le konuşur, ona akıl verir. Şeytan Er-Töştük’ü öldürünce, o diriltir. Birçok serüvenlerden sonra karı, koca ve atları üç kişi olarak mutlu günler yaşarlar. Manas destanında, Almam Bet Kalmuklar tarafından öldürülünce atı Sarıala, savaş alanında yelesinden ve kuyruğundan ayrıldığı, zayıfladığı hâlde, perişan hâline bakmadan, sevgili sahibinin ölüsünü düşmana bırakmayıp Talas’a geri getirir.[141]

Atın kişilik Kazanması

Prof. Ögel’in yazdığına göre, Kırgızlar cesur, güzel cins atlara gök kurt anlamında “Gök Börü” derler. Bu söz eskiden hükümdarların kudretlerini göstermek için kullanılırdı. Konuşma sırasında “Sultanım” anlamına gelirdi. Köroğlu’nun ünlü kır atı, bir insan gibi dokuz ay dokuz günde doğmuştur. Bir insan gibi zeki ve anlayışlıdır. Bağdat’ta, Köroğlu’nun yiğitleri ile birlikte esir edilince, kimse almasın diye kör ve topal taklidi yapar. Dede Korkut destanlarımda, Bamsı Beyrek zindandan çıkıncaya kadar kendisini on altı yıl bekleyen atına:

“At demezem sana

Kardeş direm

Kardaşımkın ileri”der.[142]

At’ın Gücü

Atın kutsal olduğuna, gücünün de Tanrı tarafından verildiğine inanılırdı. Yakut Türklerinin Er-Sogotoh destanında, sarı at kutsal ve güçlüdür. Er-Sogotoh güney seferine giderken, yedi inekle yedi öküzü kesip etlerini pişirip, derilerini de tulum yapar ve azığını içine koyarak, atının kulağına asar ve yola koyulur. Kan ırmağına gelince Er-Sogotoh ırmağı geçemez, atı uçarak sahibini ırmağın ötesine geçirir.[143]

Yüzen ve Uçan At

Er-Sogotoh’un atı gibi Köroğlu’nun atı da yüzer. Bir keresinde düşmanları Köroğlu’nıı takıp ederken o atını derin bir suya salar, düşmanları boğulur, atı onu yüzerek kurtarır. Köroğlu’nun atı koşarken ayakları yere değmez, babası atın ahırda beslenirken biraz ışık gördüğünü, ışık görmemiş olsaymış kanatlı olacağını söyler. Kır atın çamurda koşarken ayağına çamur bulaşmaz. O yelden tez gider, kuş gibi uçar, yüksek kale duvarını aşar. gökte uçan kuşu kovalar. Manas destanında, Almam Bet de atla, uçan serçeyi yakalar.[144]

Atın Ölümü

Köroğlu atını kaybettiği zaman, yiğitleri ona kızar, terketmeğe kalkışırlar. Çünkü o en değerli varlığını kaybetmiştir. Yine destanın sonunda, kır at ölünce Köroğlu kendini savunmaya kalkışmaz, çünkü kır attan sonra ona hayatı gerekli değildir; başını katillere uzatır.[145]

Silah

Türklerin kullandığı silahlar çoğunlukla demirden yapılmıştır. Demircilik Türkler için kutsal bir işti. Bumin ve İstemi Kağanların kendi kabilelerinin sanatları demircilikti. Aşağı yukarı bütün Orta Asya’yı ellerinde tutan Avar İmparatorluğunun, silahlarını bunlar yapıyordu. Demircilik eski Yunanistan’da kutsal bir sanat olarak kabul edilmiştir. Demirciliğe verilen bu kutsallık insanoğlunun parlak zekası ve yaratıcılığının bir sembolü olduğu için verilmiştir. Jüpiter ve Hera’nın oğlu Vulkan sanatkarların yaratıcılıkları için yardım istedikleri bir tanrıdır. İnsanoğlu hayatın her basamağında demirle beraberdir, demirle yaşar. Göktürklerde de durum aynı idi. Demircilik onların günlük hayatlarının içinde idi. Sanatları demircilikti ve demiri kendilerine verene ve bu madeni işletmek için kendilerini üstün yeteneklerle donatan tanrılarına minnettar idiler. Demire, kutsallığını belirtmek için “Gökdemir” denir ve kılıca yemin edilirdi. Eski şamanlarda yeni Kanı (Şaman) şamanlık yemini ederken “Demirci hastalanırsa kızıl inek kesip kurban sunacağım; kurbanın ciğerlerini ve böbreklerini demircinin ocağına gömeceğim.” derdi. Demircinin aletleri, şamanın davulu gibi kutlu sayılır, her aletin bir koruyucu ruhu bulunduğuna inanılırdı.[146]

Türk destanlarının madenle en ilgili parçası Ergenekon’dur. Ergenekon Türklerin yüz yıllarca mâden işliyerek yaşadıkları kapalı yurdun adıdır. Ergenekon Türkleri, bu kutsal ülkede barınıp çoğaldıktan sonra, daha eski, daha büyük yurtlarına döndüler. Onlara yol bulan ve yol açan adam bir demirci idi. Bu yolu açmak için demirden dağ eritmişti. Manas, demircisine çok önem verir. Her akına çıkmadan kılıçlarını biletir, silahlarını tamir ettirir ve öyle yola çıkardı. Demircisini, hükümdar tarafından verilen çok üstün bir ünvan olan Tarkan deyimi ile çağırırdı. Destanlardaki alpların daha küçükken kendi silahlarını yapmaya başladıklarını da görüyoruz. Kara Atlı Han adlı bir Altay destanında, Kara Atlı Han’ın oğlu doğduktan yedi gün sonra demir beşiğini kırıp dışarı çıkar, 8, 7 ve 6 kulplu kara kazanları döverek kendisine kargı, kılıç ve ok uçları yapar. Dağlara düşerek geyik tekesi yakalar ve bunların boynuzlarından yayını hazırlar. Manas’ın yiğitlerinden Almam Betle Acı-Bay’ın oğulları da altı günlükken kamıştan ok yapıp kuzgun avına çıkarlar. Türk destanlarında çoğunlukla aşağıdaki silah adlarına rastlamaktayız[147]:

Kılıç

Attila’nın çobanlarından biri tarafından bulunarak kendisine verilen, dünya hakimiyetinin Tanrı tarafından kendisine verildiğinin bir sembolü olan kutsal Tanrı-Kılıcı tarihe geçmiştir. Köroğlu’nun kılıcı, kimi rivayetlerde tılsımlı yıldırım taşından yapılmış, kimi rivayetlerde de elmas-kılıçtır. Dede Korkut destanlarında, alplar kılıçlarını, “kara polat öz kılıcım” diye överler. Ve bununla çelikten yapılmış sağlam kılıçlarının olduğunu söylemek isterler. Manas destanında Almam Bet’in kılıcı da kara-polad’dır. Manas’ın kendi kılıcı ise, insan kanı ile su verilmiş çelik kılıçtır. Destanın bir yerinde Manas’ın kılıcı şöyle anlatılır: “İl i için düşmanla çarpışan, alnında talih ve kudret yazılı Alp Manas, çarpıştığı düşmanı ne kadar güçlü olursa olsun yenerdi. Atlar arasında seçip bindiği at, büyük kula idi. Daima elinde taşıdığı silah süngü idi. Onun kılıcı da başka alpların kılıçlarından çok farklı idi. Bu silah yapılırken kömürü için birçok orman, körüğü için birçok öküz kesilmiş, kılıca su verilirken birçok pınar kurumuş, tepkisine dayanamadan kırk altı usta bayılmış, bunlardan topal usta Bölükbay yaz kış çalışıp kılıcın ucunu eğri yapmış ve zehirli pınarda suyunu vermiş, ejderin zehiri ile üç ay beslemiş, bu kılıç dağa bırakılırsa taş kesmiş, bozkıra bırakılırsa yangın çıkarmış… Manas’ın kendisi de başka alplara benzemezdi; onun heybetinden ay, onun gür sesinden güneş korkup buluta sığınırdı.” Manas’ın düşmanı Konurbay da Manas’la savaşacağı zaman, doksan gün kullansa körleşmiyen kılıçlar hazırlatırdı.[148]

Ok ve Yay

Destanlarda altın, gümüş, demir, bakır, kamış, kayın ağacından yapılmış oklara rastlamaktayız. Yay da sığır sinirinden, kurt sinirinden ve kemikten yapılmaktadır. Tarihte Mete yalnızca bir imparator veya komutan değil, aynı zamanda silah icad eden ve yaptıran bir askerdir. Çin kaynakları Mete’nin vızlayan oku icad ettiğini yazar. Oğuz Kağan, bir canavar öldürdüğü ve onun leşini yiyen ala doğanı okla vurduğu zaman şunları düşünmüştü; “Canavarı çıda ile öldürdüm. Çünkü çıdam demirdendir, ala doğanı ok-yayla vurdum çünkü onlar bakırdandır.” Yine Oğuz Kağanın milletine söylediği nutukta “demir çıdalar orman olsun” sözleri vardır. Oğuz Kağan ın ak sakallı, akıllı veziri Uluğ Türk, rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok görmüştü. Oğuz’un sağa ve sola gönderdiği yerlerde bir altın yay ve üç gümüş ok bulan çocukları, sonradan Üç Oklar, Boz Oklar diye ün salan Türk boylarının adları oldular. Manas destanında Er-Manas’ın on yaşında yay kullandığı yazılı, ayrıca her tören ve şölende ok yarışları düzenlendiği ve Manas’ın yiğitlerinin süslü oklarını atıp durdukları belirtilir. Dede Korkut destanındaki yiğitlerin okları, ak ye-lekli kayın ağacından yapılmış oklardır. Yelek; atıldığı sırada mihverinden şaşarak hedefi aşmaması için okun arkasına takılan tüylerin adıdır. Yakut Türklerinin Er-Sogotoh destanında, Er-Sogotoh’un kemikten yapılmış yayını altı kişi çekemez, okları çekice benzer ve ağaçtan yapılmış balıkçı kulübeleri kadar büyüktür.[149]

Mızrak

Mızrak daha çok Manas destanında geçmektedir. Burada daha önce verdiğimiz örneklerde, Manas’la Nogay Han’ın çarpışmasında birbirlerine mızrak atarak yarışıp döğüştükleri, mızrakların gökte yağmur gibi uçuştuğu belirtilir. Yine Manas yapacağı akınlarda, yurtların örtüsünü mızrakla deleceğini söyler. Dede Korkut destanlarında mızrağın kısası olan cıda geçer, burada da altın veya elmas cıdalardan söz edilir. Mızrağın diğer bir çeşidi olan kargı da, demir kargı olarak Oğuz Kağan destanında geçmektedir.[150]

Aybalta

Aybalta, Manas destanında geçmektedir. Manas’ın Çinlilerle yaptığı savaşlarda, savaş alanlarındaki savaşların ölüm saçan savaşlar olduğu, havada süngülerin ve aybaltuların parladığı yazılı. Yine zaman zaman düşmanın aybaltayla saldırdığı sözü geçmektedir.[151]

Zırh

Manas’ın ak zırhına ok işlemez. Manas’ın babası Yakup Han’ın zırhı ise akdır, yakaları altındandır, kuşgözü ile süslenmiş yenleri bakırdandır, som altın ve gümüşlerle süslüdür. Altun-Han adlı Türk masalında buradaki Han’ın otuz kat zırhından da söz edilir. Dede Korkut destanlarııııdaki zırhlar demirdendir ve “demir don” adıyla geçer.[152]

Kalkan

Kalkan, bilindiği gibi, ok, kargı, mızrak, kılıç ve benzeri silahlardan vücudu korumak için kullanılır. Oğuz Kağan destanında geçer, Dede Korkut destanlarından, Kazan Han oğlu Uruz’un hikâyesinde ala-kalkan olarak geçer.[153]

Miğfer

Miğfer ise, Dede Korkut destanlarında, gün gibi ışıldayan “Işuk” şeklinde geçmektedir. Bunların dışında, savaşlarda orduya bando mahiyetinde davul, zurna, Dede Korkut’ta nakkare, yeltemeler ve sancakların da katıldığı görülmektedir. Manas destanında Manas’ın bayrağı ak-bayrak, kâfir düşmanların bayrağı kara-bayraktır. Dede Korkut destanlarında, Bayındır Han’ın bayrağı da aktır.[154]Bu bilgilerden sonra Tören alanından hatırladığım son görüntülere yeniden döneyim: İkiyüz elli metreden bir elmayı vuran okçu, etrafındakiler ise “hayra hayra” diyerek teşvik ediyor. Vurulan oku büyük bir seyirci kitlesi kontrol etmeye gidiyor. Oğlak Kapmaca (Gökbörü ) oyunu ise görülmeye değerdi: Gökbörü oyunu, Türklerin eski ve millî oyunlarından birisidir. Bugün dahi, Türkistan Türklerinin en önemli atlı sporlarından birini teşkil eden Gökbörü oyunu, Özbekler, Türkmenler Kazaklar ve Kırgızlar arasında da bilinmekte ve oynanmaktadır. Kazakistan’ın Seyhun bölgesiyle, bu bölgenin kuzey tarafındaki bozkırlarda Gökbörü oyunu çok canlı olarak yaşamaktadır. Cirit gibi atlı bir spor olan Gökbörü oyununun esası, at salıp koşarak oğlağı kapmaktır. Oyundaki oğlak, başı ve ayakları kesilerek içine saman doldurulduktan sonra karnından dikilir ve o gece su içinde bırakılır. Böylece hayvanın ağırlığı otuz kiloyu bulur[155]. Gökbörü oyunu, sırf atlı bir spordan ibaret olsa da, menşei itibariyle çok eski devirlere kadar gitmektedir. Eski çağlarda Türkler kendi sembolleri olan kutsal kurda, “Kök-Börüyani“Gök Kurt” demekteydiler. Bunun sebebi: göğün rengi olan maviliktir. Aslında gök renk, kutsal göğün olduğu kadar, Tanrının da bir sembolü idi. Bir şeyi gök rengine büründürmek veya gök sözü ile ilgili bir bağ kurmak istendiğinden ileri gelmektedir.Börükelimesi de Moğolcada bir renk adı olan“börte”den gelmektedir. Türkler, şimdi kurt dediğimiz yırtıcı ve vahşi hayvanaböriderlerdi. “Kök-Börü”yani”Gök-Kurt“, büyük hükümdarların kudretini göstermek için kullanılan bir sıfat idi. Kır-gızlarda cins, güzel ve cesur atlara da “Kök-Börü” yani “Gök Kurt” adları verilirdi.Türkistan’da, Kırgızlar ve Türkmenler arasında çok bilinen ve oynanan bu oyuna; “Gökbörü “Kök-Börü”Kökpârî “Oğlak/UlakAfganistan’da “Buz-kaşi, Kazaklarda” “Kökbar”Kökpar” gibi adlar verilmektedir. Anadolu’da “Öndül kapmaca” “Pösteki” adını taşımaktadır.[156]

Oyun genelde 20 veya 40 atlı ile oynanmaktadır. Bazen oyuna yüzlerce atlı iştirak eder. Gökbörü oyununa başlamadan önce, alanın ortasına kireçle geniş bir daire çizilir. Buna“haIharveya“adalet çemberr adı verilmektedir. Oyuna katılacaklar bu dairenin etrafına dizilirler. Hakemler oğlağı meydanın yüksekçe bir noktasına götürürler. İşaret verilir verilmez, atlılar süratle hakemlerin bulunduğu yere doğru atlarını koşturarak, oğlağı atılacağı yerden kapmaya çalışırlar. Hakemler oğlağı atlıların üzerine fırlatırlar.Oğlağı ilk anda ele geçirmek, atların güçlü olmasına bağlıdır “Gökbörü” oyunu oldukça çetin bir oyun olup, bu oyun için, geniş göğüslü yüksek atlar seçilir. Çünkü oğlak, ilk on metreye ulaşabilen atlılarca kapılmaktadır. Oğlak bir süre çekiştirildikten sonra en kuvvetlinin elinde kalır. Oğlağa sahip olan binici, oğlağı eğerin üstüne yerleştirir ve bir ayağıyla kıstırarak sıkıca tutar. Sol elinde dizgin, sağ elinde kamçı olduğu halde son süratle dörtnala işaret direğinin bulunduğu yere doğru atını koşturur. Binicinin bu şekilde eğer üzerinde durması çok güçtür. Diğer atlılar oğlağı diğer atlının elinden almak için takip ederler. Atlı, sınırlandırılmış olan meydanı (adalet çemberi)oğlağıyla beraber bir defa dönebilirse bir puan kazanmış olur. Sonra oğlağı “adalet çemberi”nin içine yere atar. O zaman başkası alır. Kim en fazla puan kazanırsa günün galibi olur. Kafile, oğlağı almış olan biniciye yetiştiği vakit her taraftan onu sararlar. Herkes oğlağı ele geçirmek için çalışır. Ellerin serbest kalabilmesi için kamçılar dişler arasına sıkıştırılır. Oğlağı ele geçirmek için herkes çeker, sıkar, iter. Binicilerin ve atların dişleri sırıtır. Çok zor bir boğuşma olur. Nihayet oğlağı birisi ele geçirir ve öne atılarak kafileden uzaklaşır. Kovalama ve çetin mücadele tekrar başlar. Oyun böyle devam eder.[157]Oyunlar, şaman gösterileri vd. ile devam ediyordu. Bizler, Kurultaydan ayrılmak zorundayız. Kurultay süresince tanıştığımız yeni arkadaşlardan birkaç unutmadığım isim vermek istiyorum: Selda SAYGIN Hanım, İsviçre’den gelmiş İzmirli bir arkadaşımız, Akdeniz Stratejik Araştırmalar Merkezinden Mehmet ALDEMİR Bey ve Gökhan GÜLER Beyler, Avrasya stratejik araştırmalar Merkezinden Şaban GÜLBAHAR Bey, TDAV’da Rahmetli Turan YAZGAN Bey’in oğlu Közhan YAZGAN Bey, TRT AVAZ’dan Vedat AKCAN Bey, TİKA’dan Dr. Mahmut ÇEVİK Bey ve H.Pınar ÖZCAN KÜÇÜKÇAVUŞ Hanım, UKİD’den İsmail Hakkı KUMBASAR Bey, Selahattin SAYGIN Bey, Dr. Ömer TURAN Bey, İstanbul Türk Ocağı başkanı Prof Dr. Cezmi BAYRAM Hocamız, Recep Tuncer SARI Bey, Prof Dr. Musa TAŞDELEN Bey ve evladı ile daha birçok değerli arkadaşımız. Mutlaka gezi boyunca konuştuğum tanıştığım dostlarımızı unutmuş olabilirim. Onlar bizi hoş göreceklerdir. Çünkü Ziya Paşa’nın söylediği gibi “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür” buna Fransız atasözünü de eklemem gerekiyor “söz uçar yazı kalır” gezi boyu isimleri de not etmem gerekirdi. Son sözü, Osmanlı son döneminde yazılmış ve bir “Macar Kızına” ithaf edilmiş şiirle noktalayalım:

“MACAR KIZINA”

Ey güzel kız, sen benim hemşireme benziyorsun;

Onun gibi bülbül seslerde şakıyor, ormanın.

Burda bir ak güvercin edasıyla geziyorsun;

Onun gibi vuruyor Tunalara gümüş aksin.

Size iki Türk kızı bir armağan yolladılar;

Onlar bunu işlemiş, saçlarının sırmasıyla.

Bak, iki dağ ardında iki Altay geyiği var;

Bunlar hasret çekiyor, iki kardaş sevdasıyla.

Gidiyorum, dönmezsem sorun Karpat rüzgârına;

Sorun beni, göklerde uçan kartal kuşlarına;

Haber alın süngümle yatacağım ünlü yeri;

Mezarımda söyledin, yurt ve hicran türküleri.

Zîrâ ben de sevgilin gibi asîl Turanlıyım;

İstanbul’da bir güzel, yosma kıza nişanlıyım!..[158]

Otele geliyoruz ve Türkiye’ye dönüş hazırlığımız başlıyor. Kurultay devam edecek. Fakat biz Cumhurbaşkanlığı seçimine yetişmek için gösterilerin kalan kısımlarını izleyemiyoruz. 

*TURAN ilim Fikir ve Medeniyet Dergisi, Sayı 24, 2014.

[1]Bu gördüklerimiz hakkında 2013 Turan Kurultayı notlarımızda bilgi verilmiştir. (Hilmi Özden, Osmanlı-Macar Münasebetleri ve Turan Coğrafyasında Macaristan İntibaları, Turan Dergisi, Sayı 21, 2013,s. 101-146.)

[2]Cemal Kutay, Avrupa’da Sultan Aziz, Geçmişten Günümüze Türk Kitaplığı, 1970, İstanbul.

[3]Cemal Kutay, a. g. e., s.48.

[4]Cemal Kutay, a. g. e., s.86.

[5]Cemal Kutay, a. g. e., s.87.

[6]Cemal Kutay, a. g. e., s.88-89.

[7]Cemal Kutay, a. g. e., s.89-90.

[8]Cemal Kutay, a. g. e., s.91.

[9]Cemal Kutay, a. g. e., s.91-92.

[10]Cemal Kutay, a. g. e., s.92-93.

[11]Cemal Kutay, a. g. e., s.94.

[12]Cemal Kutay, a. g. e., s.95-96.

[13]Cemal Kutay, a. g. e., s.96-97.

[14]Cemal Kutay, a. g. e., s.97-98.

[15]Cemal Kutay, a. g. e., s. 99-100.

[16]Cezmi Eraslan, I Dünya Savaşı ve Türkiye, Türkler, Cilt 13, Editörler, Hasan Celal Güzel ve ark. Ankara, 2002, Yeni Türkiye yayınları.,s. 356.

[17]Cezmi Eraslan, a. g. e., s.356.

[18]Cezmi Eraslan, a. g. e., s.356.

[19]Cenab Şehabettin, Harb Mecmuası, Yıl 1, sayı 13, Muharrem 1335, Teşrin-i Evvel 1332, İstanbul, (Yeni Bakı: Faruk Önal ve ark., TTK, Ankara, 2013, s.200-202.

[20]Cenab Şehabettin, a. g. e., s.202.

[21]Samiha Ayverdi, Ezeli Dostlar, 2009, İstanbul, s.,226.

[22]Samiha Ayverdi, a. g. e., s.227.

[23]Samiha Ayverdi, a. g. e., s. 227-228.

[24]Samiha Ayverdi, a. g. e., s. 228.

[25]Samiha Ayverdi, a. g. e., s. 229.

[26]Dr. Muhsin Kadıoğlu, Turan Yolunda, TDAV, İstanbul, 2004, s.95.

[27]Dr. Muhsin Kadıoğlu, a. g. e., s.95.

[28]Dr. Muhsin Kadıoğlu, a. g. e., s.95-96.

[29]Dr. Muhsin Kadıoğlu, a. g. e., s.96-97. İbrahim Peçevi (Haz: Murat Uraz); “Peçevi Tarihi”,Neşriyat Yurdu,s. 143. İstanbul, 1968. 

[30]Dr. Muhsin Kadıoğlu, a. g. e., s.97. ,İbrahim Peçevi (Haz. Murat Uraz);A.g.e.,s. 84.

[31]Tarık Demirkan, Turan vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, (Ek4. Arpad Zempleny, Turan Yıllığı, 1917, s. 417.)

[32]Tarık Demirkan, a. g. e., s.87.

[33]Tarık Demirkan, a. g. e., s.88.

[34]Tarık Demirkan, a. g. e., s.88.

[35]Tarık Demirkan, a. g. e., s.89.

[36]Tarık Demirkan, a. g. e., s.89-90.

[37]Tarık Demirkan, a. g. e., s.90.

[38]Tarık Demirkan, a. g. e., s.91.

[39]Tarık Demirkan, a. g. e., s.91.

[40]Tarık Demirkan, a. g. e., s.92.

[41]Tarık Demirkan, a. g. e., s.92-93.

[42]Tarık Demirkan, a. g. e., s.93.

[43]Tarık Demirkan, a. g. e., s.93-94.

[44]Tarık Demirkan, a. g. e., s. 5.

[45]Tarık Demirkan, a. g. e., s.5. (Macarca’daki Türkçe kelimelerde temel alınan eser: Armin Vâmbery,A Magyarsag Keletkezese es gyarapodasa,Budapeşte, 1895 VII. bölüm.)

[46]Tarık Demirkan, a. g. e., s. 5-6.

[47]Tarık Demirkan, a. g. e., s. 6.

[48]Tarık Demirkan, a. g. e., s. 7.

[49]Tarık Demirkan, a. g. e., s. 8.

[50]Mithat Sertoğlu, Mufassal Osmanlı Tarihi, VI. Cilt, TTK, Ankara, 2011, s.3006-3008.

[51]Ayten Çetin, Ayten Usta Gurme Mutfağı, Basılmamış Mutfak Notları, 2014, Eskişehir.

[52]Ayten Çetin, a. g. e.,Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, cilt 4, T. C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 2000, s. 397, 399.

[53]Ayten Çetin, a. g. e., Burhan Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, Cilt 1, Anadolu aydınlanma Vakfı Yayınları, 2. Baskı, 1976, İstanbul. s. 686-687.

[54]Ayten Çetin, a. g. e., Burhan Oğuz, a. g. e.,s. 687-688.

[55]Ayten Çetin, a. g. e.,Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, cilt 4, T. C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 2000, s. 237.

[56]Ayten Çetin, a. g. e.,Önder Şenyapılı, Damakta Kalan Tatların Akılda Kalan Adları, ODTÜ Yayıncılık, 2. baskı, Ankara, 2010,s. 328.

[57]Ayten Çetin, a. g. e., Önder Şenyapılı, a. g. e., s. 329., Füsun Tarcan, Mantı,goldnews,mayıs 2005 sayı: 150.

[58]Ayten Çetin, a. g. e.,Önder Şenyapılı, a. g. e., s. 329.,Bert Fragner, “Kafkaslardan Dünyanın Damına: Bir Mutfak Serüveni “,Ortadoğu Mutfak Kültürleri,(Editörler: Samı Zubaida-Richard Tapper/ Çev. Ülkün Tansel) , Tarih Vakfı, 2000, s. 49-62.

[59]Ayten Çetin, a. g. e.,Önder Şenyapılı, Damakta Kalan Tatların Akılda Kalan Adları, ODTÜ Yayıncılık, 2. baskı, Ankara, 2010, s.513. Prof. Dr. Houchong Es-fandiar Chehabi: “İran’da Yeme İçme Kültürünün Batılılaşması”, Çev.: Nazlı Pişkin,Yemek ve Kültür,sayı: 3, s. 85-104. 

[60]Ayten Çetin, a. g. e., Önder Şenyapılı, a. g. e., s.513.

[61]Ayten Çetin, a. g. e., Gül Fatma Koz, Osman Mutfak Kültürünün Saray Müzelerde Sergilenmesi, (Danışman: Zehra Erkün Oruçoğlu), T.C. Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2009.

S.48.

[62]Ayten Çetin, a. g. e., Gül Fatma Koz, a. g. e., S. 47. Arif Bilgin,  “Klasik Dönem Osmanlı Saray Mutfağı”, Türk Mutfağı,  (Ankara: Kültür Bakanlığı 

Yayınları, 2008), 80.

[63]Ayten Çetin, a. g. e.,Önder Şenyapılı, a. g. e., s.513.,Hülya Ekşigil,”Turşu kurmak riskli iştir”,MilliyetSanat,Mart 2005, s. 116-117.

[64]Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1999, Ankara, s.9. G. Clark – S. Piggott,PrehistoricSocietes,London 1965, s. 84-85.

[65]Ünsal Yücel, a. g. e., s.9. G. Childe,The Davvn ofEuropean Civilisation,6th. cdition, London 1957, s. 271, fıg. 129/1.

[66]Ünsal Yücel, a. g. e., s.9. G. Clark – S. Piggott,Aynı Eser,s. 146, fıg. 43.

[67]Ünsal Yücel, a. g. e., s.10.

[68]Ünsal Yücel, a. g. e., s.10.

[69]Ünsal Yücel, a. g. e., s.10.

[70]Ünsal Yücel, a. g. e., s.11. W. Eberhard, “Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor”,Ülkü.Mayıs 1940, s. 209-215; W. Eberhard,Çin ‘in Şimâl Komşuları.Ankara 1942, s. 22, 35-39, 60-62, 95.

[71]Ünsal Yücel, a. g. e., s.11. B. Ögel,İslâmiyetten Önceki Türk Tarihi.Ankara 1962, s. 49, 103-105, 115, 154, 184.

[72]Ünsal Yücel, a. g. e., s.11. T. T. Rice,The Scythians.2nd. edition, London 1958, s. 66-67, 75).

[73]Ünsal Yücel, a. g. e., s.11. E. S. G. Robinson, “The Archer of Soli in Cilicia”,Anatolian Studies,Menchester 1923, s. 355-357.

[74]Ünsal Yücel, a. g. e., s.11. G. Rausing.The Bow – Some Noles on ils üriğin and Development,Lund 1967, fıg. 54.

[75]Ünsal Yücel, a. g. e., s.12. H. Balfour, “The Archer’s Bow in the I lomeric Poems”,Royal Anlhropological Institule of Great Britain,London 1921, s. 300, fıg. 8; G. Rausing,Aynı Eser.s. 70-71, fig. 33.

[76]Ünsal Yücel, a. g. e., s.12. A. B. Hoffmeyer, “Military Equipment in the Byzantine Manuscript of Scylitzes” Cladius, C. V, Granada 1966, s. 68.

[77]Ünsal Yücel, a. g. e., s.12. A. von le Coq,Die Buddhistische Spalentike in Mitlelasien (V. Neue Bildwerke)Berlin 1926, Taf. 9; )V. Neue Bildwerkc 11.) Berlin 1928, s. 86.; A. Grünwedel,Alıbuddhislische Kullslutten in Chinesisch-Turkistan,Berlin 1912, Tat. 237,238.

[78]Ünsal Yücel, a. g. e., s.13. J. Werrner,Lux w Rozwoju Historycznym,Krakow. 1969, s. 25, tab. 1.

[79]Ünsal Yücel, a. g. e., s.13. Taber”,Milletler ve Hükümdarlar Tarihi,Cilt II, Kısım II, (çev., Z. K. Ugan – A.Temir) Ankara 1955, s. 903-904.

[80]Ünsal Yücel, a. g. e., s.13.  O. Turan, “Türklerde Hukukî Sembol Olarak Ok”,Belleten,Sayı 35, s.306-308.

[81]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14. O. Turan,Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,Ankara 1965, s. 62, 78.

[82]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14. O. Turan,Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,Ankara 1965, s. 62, 78.

[83]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14.  İ. Artuk, “Abbasîler Devrinde Sikke”,Belleten.Sayı 43, s. 36 vd.

[84]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14.  Kitâbü ‘l-Agânî(Musul 1218/19), Fatih Millet Ktb. Fcyzullah Efendi Kısmı, No. 1566, v.la.;HünernâmeI. TSM. Ktb. Hazine 1523, v. 72a.

[85]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14.  Tayboga,Bugyetü ‘l-Merâm,v. 3b.

[86]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14. Kur’an.VIII. 17.

[87]Ünsal Yücel, a. g. e., s.14. El-Cahiz,Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,(Çev. R. Şeşen), Ankara 1967, s. 67, 49.

[88]Ünsal Yücel, a. g. e., s.15.  El-Cahiz,Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,(Çev. R. Şeşen), Ankara 1967, s. 67, 49.

[89]Ünsal Yücel, a. g. e., s.16.  Methieu d’Edesse,Chronique.(Fr. çcv. E. Dulaurier), Paris 1858. s. 41; O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,s. 48.

[90]Ünsal Yücel, a. g. e., s.16.  O. Turan,Aynı Eser,s. 55-56.

[91]Ünsal Yücel, a. g. e., s.16.   M. H. Yınanç,Türkiye Tarihi-SelçuklularDevri, I. (Anadolu’nun Fethi),İstanbul 1944, s. 75-76.

[92]Ünsal Yücel, a. g. e., s.17.  A. B. Hoffmeyer,Aynı Eser,s. 67-70; Anne Comndne,Alexiade,(Fr. Çev. B. Licb), Paris 1943, C. II, s. 121; J. Cinnamus,Epitome rerum ab loanne et Alexio Comnenis gestarum(cd. A. Meineke), Bonn 1836, s. 125.

[93]Ünsal Yücel, a. g. e., s.17.  Varka ve Gülşah.TSM Ktb. Hazine 841, v. 15a, 38b,

[94]Ünsal Yücel, a. g. e., s.18.  B. Y. Viladimirtsov,Moğolların İçtimâi Teşkilâtı,(Çev. A. İnan), Ankara 1944, s. 71.

[95]Ünsal Yücel, a. g. e., s.18.  Moğolların Gizli Tarihi,(Çcv. A. Temir), Ankara 1948, s. 30. 52.

[96]Ünsal Yücel, a. g. e., s.18.  Aynı eser.

[97]Ünsal Yücel, a. g. e., s.18.   Şahnâme,TSM Ktb. hazine 1479, v. 255b.

[98]Ünsal Yücel, a. g. e., s.18.  B. Y. Viladimirtsov.Aynı Eser,(dip notu, s. 223)

[99]Ünsal Yücel, a. g. e., s.19. S. Jagchid – C. R. Badwen, “Notes on Hunting of Some Nomadic Peoplcs of Central Asia”,Asiatische Forschunger,Bd. 26, Wiesbaden 1968, s. 95.

[100]Ünsal Yücel, a. g. e., s.19.  F. Köprülü,Osmanlı Devletinin Kuruluşu.Ankara 1959, s. 88.

[101]Ünsal Yücel, a. g. e., s.19.  Ferudun Bey,Münşeâtü ‘s-Selâtîn,İstanbul 1274, C. I, s. 59.

[102]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20. Dedem Korkudun Kitabı(Haz., O. Ş. Gökyay), İstanbul 1973, s. 36-37, 40, 50-51 vd.

[103]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20. Ş. Tekindağ, “Süleyman Paşa” maddesi,İslâm Ansiklopedisi.MEB yayını.

[104]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20.  İ. H. Uzunçarşılı, “Murat I” maddesi,İslâm Ansiklopedisi,MEB yayını. 

[105]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20. Aynı Eser,s. 285, 295, 299; İ. H. Uzunçarşılı,Osmanlı Devlet Teşkilâtında Kapıkulu Ocakları,Ankara 1944, C. II, s. 260.

[106]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20. Neşrî Tarihi,s. 269; Chalcondylc,Histoier des Turcs(çev. B. de V. Bourbonnois), Paris 1632, s. 30.

[107]Ünsal Yücel, a. g. e., s.20. Hünernâme,C. I, v.83b.

[108]Ünsal Yücel, a. g. e., s.21. Hammer Tarihi,(Çcv.. M. Ata), C. I, s. 288; C. II, s. 62.

[109]Ünsal Yücel, a. g. e., s.21. F. Köprülü, “Türk Edebiyatının Menşei”,Milli Tetebbular Mecmuası,C. 2, Sayı 4, s. 36-37 (Cüveytıî ve ibn-i Arabşah’dan naklen).

[110]Ünsal Yücel, a. g. e., s.21. Emir Hüsrev Dıhlevî,Heşt Behişi,TSM Ktb. Hazine 676, v. lb-2a.

[111]Ünsal Yücel, a. g. e., s.21.  Neşri Tarihi.C. I, s.385.

[112]Ünsal Yücel, a. g. e., s.21.  Hünernâme,C. 1, v. 116a.

[113]Ünsal Yücel, a. g. e., s.28. Kuran,VIII, 60.

[114]Ünsal Yücel, a. g. e., s.28. Tayboğa,Bugyetü ‘l-Meram,v. 3a.

[115]Ünsal Yücel, a. g. e., s.28.  Abdullah b. Mehmed,Fezâil-i Tîr ü Keman (Hadîs-i Erbain),TSM Ktb. E. H. 1418; Okçuzâde Mehmed Efendi,Ayât-ı Erbain ve Hadis-i Erbain,İstanbul 1311.

[116]Ünsal Yücel, a. g. e., s.29. Evliya Çelebi,Seyahatname.C. I, s. 581.

[117]Ünsal Yücel, a. g. e., s.29. Tayboga,Aynı Eser.v. 3a; Fethizâdc,Tuhfetü ‘l-Hasib Zeyli, TSM Ktb. Hazine 627, v. 39b.

[118]Ahmet Yüksel Özemre, Kur’ân-ı Kerîm ve Tabiat İlimleri, Furkan yayınları, 1999, İstanbul, s. 31.

[119]Prof. DR. Hans von Aiberg, Arzdan Arşa Mirac, Kitsan, 1988, İstanbul, s.125.

[120]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 125-126.

[121]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 126.

[122]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 127-128.

[123]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 128.

[124]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 129.

[125]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 130.

[126]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 131.

[127]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 132.

[128]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 133.

[129]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 134.

[130]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 135.

[131]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 135-136.

[132]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 136.

[133]Prof. DR. Hans von Aiberg, a. g. e., s. 137.

[134]Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür tarihine Giriş, Kültür ve Turizm bakanlığı yayınları, 1985, Ankara, s.277-279.

[135]Hamide Demirel, “Türk Destanlarında”, Ötüken yayınevi, 1995, İstanbul, s.76.

[136]Hamide Demirel, a. g. e., s. 77.

[137]Hamide Demirel, a. g. e., s. 77.

[138]Hamide Demirel, a. g. e., s. 77-78.

[139]Hamide Demirel, a. g. e., s. 78-79.

[140]Hamide Demirel, a. g. e., s. 79.

[141]Hamide Demirel, a. g. e., s. 79.

[142]Hamide Demirel, a. g. e., s. 80.

[143]Hamide Demirel, a. g. e., s. 80.

[144]Hamide Demirel, a. g. e., s. 80-81.

[145]Hamide Demirel, a. g. e., s. 81.

[146]Hamide Demirel, a. g. e., s. 81-82.

[147]Hamide Demirel, a. g. e., s. 82.

[148]Hamide Demirel, a. g. e., s. 83.

[149]Hamide Demirel, a. g. e., s. 84.

[150]Hamide Demirel, a. g. e., s. 84-85.

[151]Hamide Demirel, a. g. e., s. 85.

[152]Hamide Demirel, a. g. e., s. 85. 

[153]Hamide Demirel, a. g. e., s. 85.

[154]Hamide Demirel, a. g. e., s. 85.

[155]Özbay Güven, Türklerde Spor Kültürü, AKMBY, 1999, Ankara, s.222.

[156]Özbay Güven, a. g. e., s. 223.

[157]Özbay Güven, a. g. e., s. 224-225.

[158]Mehmet Emin, a. g. e., s.54.

 

 

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen