Türk Dünyasının Ortak Kimliğini İnşa Etmek – 3

Metin SAVAŞ

Cemil Meriç “Bu Ülke”de sağ ve sol kavramlarını o sert tavrıyla yererken şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrittirler diyor. Toplum yapımızla hiçbir ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle sağı ve solu yabancı olarak gören Meriç “Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne?” diyerek kendi gerçeklerimizi kendi kelimelerimizle kavrayıp anlatmamız gerektiğini söylüyor. Meriç’in bakış açısı muhakkak ki doğrudur. Her ne kadar dünyanın gerisinde kalmamak, dünyayla birlikte hareket etmek ve ezilmemek emeliyle oyunu kuralına göre oynamak zarureti vardırsa da, biz Türklerin kendimizi ille sağcı veya ille solcu şeklinde tanımlaması bir kader midir? Yeni bir medeniyet tasavvuru gayretiyle kendi kavramlarımızı da üretmemiz ve hatta mümkün mertebe bu kavramları kendimizin dışındakilere (dünyaya) dayatmamız olmayacak şey değildir. Cahit Tanyol “ferdin algısına toplum şekil verir” demektedir. Türk Birliği çerçevesinde kendimize has bir dünya kurabilmek uğrunda (sağcı ve solcu olmanın cazibesinden vazgeçemesek bile) Türkçe düşünmenin bizlere neler kazandıracağını idrak edebilmeliyiz. Türk Dünyası dediğimizde Sibirya’dan Balkanlara uzanan o geniş coğrafyanın bizlere katacağı psikolojik rahatlık paha biçilemezdir. Üsküp, Manastır, Drama, Filibe, Komrat, Kırımçak, Yalta, Kazan, Ufa, Bakü, Gence, Tebriz, Urmiye, Kerkük, Halep, Yesi, Semerkant, Taşkent, Bişkek, Urumçi, Kaşgar ve daha nice illerimizle o muazzam coğrafyanın sosyolojisinde Fransız Devrimi’nin insanlığa yaydığı sağcılığa ve solculuğa birinci dereceden ihtiyacımız bulunmayacaktır.

Cahit Tanyol şöyle yazmaktadır: “Toplum, kendi ortak kurallarını koyar.”[1]

Tanyol’un bununla ne demeye çalıştığı gayet açıktır. Bizim bu sözden Türklük için ne anlamamız gerektiği de apaçık ortadadır. Türk Dünyası toplumu yeni medeniyet tasavvurunu inşa etme yolunda kendi ortak kurallarını koyacaktır. Bu kuralların bir kısmı bilim, felsefe ve sanat çalışmalarıyla belirlenecek, bir kısmıysa ortak yaşantının içerisinde kendiliğinden türeyecektir. Hiçbir gelenek, hiçbir töre anlık bir kararla ortaya çıkmıyor. Toplumların oluş süreçlerinde gelenekler ve töreler peyderpey varlık kazanıyorlar. Tabii ki masa başında düşünce adamları da birtakım kararlar vereceklerdir. Bütün bu mesailer (oluş sürecinin doğal akışıyla beraber) ortak Türk toplumunun yeni zamanlardaki kurallarını ve biçimini belirleyecektir. Toplum içindeki kişilerin ve grup asabiyetlerinin zaaflarını törpüleyecek olan da erdemlerini pekiştirecek olan da yeni medeniyet tasavvurunun prensipleridir. Çünkü Tanyol’un da belirttiği üzere kişi ile toplum arasında birtakım çatışmalar, gerilimler ve uyuşmazlıklar bulunabiliyor. Şu halde Ortak Türk Kimliği bizim uzlaştırıcı yasamız ve hakemimiz olarak işlev görecektir: “Elbette, insan kendisini topluma karşı sorumlu hissettiği zaman, toplum, ona dışarıdan baskı yapıyor demektir ve ferd toplumun sorumluluğunu kendi içinde duyunca, toplum baskı ve otoritesini yitirir, daha doğrusu, ferde devreder. Böylece otorite, toplum otoritesi olmaktan çıkarak, vicdan otoritesi haline gelir.”[2]

Demek ki bireyler önce toplumla uyumlu hale getirileceklerdir; akabinde toplumun kuralları özümseneceği için toplumsal baskının yerini gönüllülük alacaktır. Kişilerin toplumla uyumlu hale getirilmeleri ilk bakışta despotça bir toplum mühendisliği çalışması gibi görülebilir. Şüphesiz ki, gerçekçi konuşursak, kişilerin toplumla uyumlu hale getirilmeleri bir dayatmadır. Yine gerçekçi konuşursak, bireylerin alabildiğine serbest bırakılmaları “özgürlük” değil “başıbozukluk”tur. Aşırı serbestlik de diyebileceğimiz başıbozukluk durumunda toplumsal birlik sağlanamaz ve haliyle de anarşi (kaos) baskın çıkar. Buna sıradan bir örnek verelim: Futbol maçlarında tribünler kimi tedbirler alınmaksızın futbolseverlere açılırsa maç sırasında kargaşa kaçınılmaz olacaktır. Doksan dakikalık bir futbol maçında bile tribünlerdeki birkaç bin taraftar tastamam serbest bırakılamıyorsa, koskoca bir toplumu oluşturan milyonlarca bireylerin pervasızca özgür bırakılmaları akla ve mantığa aykırıdır. Hiçbir toplumsal sözleşme, hiçbir insanlık hakkı kargaşaya göz yumamaz. Makul dayatmalar toplum içindeki bütün bireylerin çıkarlarını gözetir, ırz ve mal güvencesi verir. Suç işlendiğinde o makul dayatmalar suçluyu yakalar ve yargılar.

Hüseyin Nihal Atsız; Türk milleti üç bin yıldan beri vardır, onun var oluşu, büyüklüğü, gücü, tarihe damgasını vuruşu millî karakteriyle mümkün olabilmiştir, demektedir. Sibirya’dan Balkanlara yeni Türk toplumunu hazırlarken çimento maksatlı dayanaklarımız Türklüğün binlerce yıllık varoluş gerçeği üzerine çatılacaktır. Millî karakter elimizin altında zaten hazırdır. Bizler elimizin altındaki bütün değerlerimizi çağın şartlarına göre yeniden işleyeceğiz, güncelleyeceğiz ve nelerin ayıklanıp nelerin saklı tutulacağına karar vereceğiz. Bilhassa vurgulamalıyız ki, yeni bir millet inşa etmiyoruz; tam tersine, binlerce yıllık mazisi bulunan bir millete yeni bir hayat hazırlıyoruz. Mesaimiz budur.

Hilmi Ziya Ülken “Türk Milletinin Teşekkülü” bahsinde (bizim özetlememizle) şunları söylüyor: “Dünya yüzünde kültürler yaratarak meydana çıkan millet dediğimiz cemiyet çok yeni bir teşekküldür. Eski çağlarda millet yoktur, ancak onu hazırlayan başka içtimaî şekiller ve başka medeniyetler vardır. Aşiret imparatorlukları, siteler ve siteler imparatorluklarında görülen teknik ve manevi vasıflarla modern millî cemiyet arasında çok büyük farklar vardır. İmparatorluklarda hâkim birkaç aşiret veya birkaç site idaresi bulunurken milletlerde ise, milleti meydana getiren bütün kavmî unsurlar kaynaşır. Bundan dolayı milletlerin şuur kazanması birkaç asırlık bir hâdise ise de, bu şuurun uzandığı tarih oldukça derindir. Milletler eski kavimlerin bölünmesinden veya birkaç kavmin birleşmesinden doğar. Fakat onları ayırt eden en esaslı vasıf bütün bu ethnique, philologique, techniqueve dinî âmillerin belirli bir tarih zarfında çizilmiş, katî ve sarih bir vatana dayanmasıdır.”[3]

Her ne kadar Anadolucu tavrından ötürü Ülken’in bu sözlerinin Turancılarca tepki çekmesi muhtemelse de Atsız’ın yukarıda verdiğimiz sözleriyle uyuşan tarafları bulunduğu hemen fark ediliyor. Katî ve sarih vatan bizim buradaki hedefimiz olarak Turan’dır. Biz buna Türk Dünyası da diyoruz. Söz konusu büyük vatanın sarihliği Balkanlardan Sibirya’ya uzanmışlığıdır. Bu hedefe yek hamlede mi ulaşılır, peyderpey mi ulaşılır bunu zaman gösterecektir. Yine de görüyoruz ki hedeflediğimiz Büyük Türk Birliği adım adım gerçekleşebilecektir. Çünkü bütün Türk yurtları serbest değildirler. Kazakistan’dan Türkiye’ye bağımsız Türk cumhuriyetleri anlık bir kararla bütünleşseler bile Tuva, Hakas, Altay, Tataristan, Yakutistan gibi diğer Türk ülkeleri henüz müstakil olamadıkları için büyük hedefe peyderpey ulaşabileceğimiz gerçeğini su götürmüyor. Eski çağlarda modern anlamdaki milletlerin olmayışı fakat şimdiki modern milletleri hazırlayan içtimaî unsurların mevcudiyeti Atsız’ın “tarihe damgasını vuran millî karakter” söylemiyle epeyce bağdaşıyor. Ülken’in “milleti meydana getiren bütün kavmî unsurlar kaynaşır” söylemi ise bizim çağdaş Türk Birliği’ni kurmak yolundaki gayretlerimizin dayanaklarından biridir. Yakut (Saha/Saka) Türklerinden Rumeli Türklerine, Kaşgar’dan Üsküp’e bütün o Türk kavimlerini ve Türk yurtlarını Ortak Türk Kimliği ilkesiyle kaynaştırmamız tek çıkış yoludur. Söz konusu kaynaştırma tabii ki kadim zamanlara dek inen millî karakterimizi bütün boyutlarıyla beslemekle mümkün olabilecektir. Ülken’in “Türk milletinin teşekkülü” dediğinden bizler artık ve öteden beri “Büyük Türk milletinin teşekkülü”nü anlıyoruz. Malumdur ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ileriyi düşünerek “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adını ortaya attığında hemfikiriz. Tabii bu adı farklı yorumlayanlar da çıkabilecektir.

Her halükârda “toplum” bir otoritedir. Toplumu yöneten Devlet’in yasalarından ayrı olarak Toplum’un da kendine özgü kuralları vardır. Her yasa ve her kural, doğası gereği dayatır. Bundan ötürü de özgürlüklerin kısıtlanması olağandır. Cahit Tanyol insanlığın soyut bir kavram olduğunu belirtiyor. Toplum ise insanlığa kıyasla çok daha somut bir kavramdır. Bizler de Türk Birliği’ni ülkü olmaktan gerçek olmaya dönüştürdüğümüzde Büyük Türk Toplumu’nu somutlaştırmış (kuvveden fiile çekmiş) olacağız. Toplum otoritesi “Türk Ülküsü” kapsamında despotluğu değil (maddî ve manevî yönleriyle) uzlaşıyı, menfaat birliğini, güvenliği ve refahı temsil ediyor. Bu bağlamda toplum baskısı tümüyle insan haklarına aykırı sayılamaz. Galip Erdem “demokrasi” örneğinden yola çıkarak millî çıkarların her şeyin üzerinde durduğunu bakınız nasıl izah ediyor: “Atatürk çağında demokrasi ilkeleri uygulanmamıştır. Başlıca hedefleri Türk milletinin Muasır Medeniyet seviyesine ulaştırılması ve inkılâpların yerleşmesidir. Atatürk, demokrasi diye bir ülkü tanımamış ve onu bir vasıtadan ibaret görmüştür. Şartları uygun bulsaydı, demokratik bir düzen kurmayı elbette deneyecekti, olmadı. Serbest Fırka’nın kapatılması demokrasi ilkelerine hiç şüphesiz aykırıdır. Bin bir misalle ispatlanır ki Atatürk, Türk milletinin yaşaması ve yükselmesini demokrasi ilkelerine bağlılıktan üstün tutmuştur.”[4]Açıkça anlaşılıyor ki, mevcut şartlar nedeniyle, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde, varlığımızı demokrasiyle tehlikeye atmaktansa Türklüğün derlenip toparlanması akılcı (ve hatta hayatî) bir tercih olmuştur. Bu demektir ki, çağımızın şartları uyarınca, Türk Birliği kurulurken demokrasi esas alınacaktır fakat Büyük Türk Toplumu’nun sağlıklı bir zemine kavuşması uğrunda toplum otoritesi de göz ardı edilmeyecektir.

Hilmi Ziya Ülken’i Hüseyin Nihal Atsız’dan kesinkes ayıran bir husus ise “bin yıllık vatan” söylemidir. Ülken, Türk milletinin teşekkülünü Turanî Oğuz kavmine, Anadolu ve Rumeli toprağına, İslam dinine ve modern milletler medeniyetine bağlıyor. Kuşkusuz ki onun bu ölçüleri Türk Dünyasını birleştirme ülküsüyle çelişiyor. Ülken, Turanî kavimlere mensup olanların imkânsız hayaller teklif ettiklerini söylüyor. Ülken’e göre Türk milleti bin yıllık süreçte bir vatan üzerinde kültür birliğinin kurulmasından doğmuştur.[5]Biz buradaki tezlerimizde Turan ile Türk Dünyası kavramlarını birbirine yakın bulmaktayız. Türk Birliği kurulduğunda –bu birlik yeni bir hayat anlamına geleceği için– cazibe merkezi haline de gelecektir. Böylesi bir durumda ise Macaristan ile Moğolistan’ın Türk Birliği şemsiyesi altına girmek istemesi muhtemeldir. Mağrib’deki Fas bile coğrafi yakınlığını öne sürerek Avrupa Birliği’ne göz kırpmıştır. Türkçe konuşan ülkelerin beraberliği Türk Birliği’dir ama Macaristan ile Moğolistan’ın katılması durumunda adı ne olursa olsun o birlik artık doğrudan doğruya Turan’dır diyebiliriz. Tabii ki Oğuz Birliği bir diğer seçenek veya ihtimaldir. Fakat biz burada Türk Birliği’ni değerlendirmeye çalışıyoruz.

Türk Birliği’nin yapısı gevşek mi olacaktır yoksa sıkı mı olacaktır? Avrupa Birliği dağılsa bile Fransa, Almanya, Polonya gibi ülkelerin tek başlarına ayakta kalmaları, varlıklarını sürdürmeleri mümkün görünüyor. Buradan yola çıkarak Türk Birliği’nin şart olmadığını, Özbekistan’ın kendi başına, Kazakistan’ın kendi başına yaşayarak kendi hikâyesini sürdürmeye hakkı bulunduğunu düşünebiliriz. Oysaki bu düşünce yanıltıcıdır. Yanıltıcıdır çünkü Türk Dünyası’nın şartlarıyla Avrupa kıtasının şartları aynı değildir. Doğu Türkistan bugün Çin tarafından yutulmaktadır. Uygur Türkçesini konuşan koskoca bir millet yok edilmeye çalışılmaktadır. Geçmiş zamanda da bütün kültürel unsurlarıyla Kırım Türk Tatar halkı dağıtılmıştır. Bizler yirmi birinci yüzyılın şu ilk çeyreğinde Türkiye’nin beka sorunundan söz edebiliyoruz. Dolayısıyla Özbekistan’ın veya Kazakistan’ın durumunu Almanya ve Fransa gibi ülkelerle eş tutamayız. Her Türk yurdu tek başınayken yutulma tehlikesi altındadır. Rusya topraklarıyla kuşatılmış Tataristan’ın, Başkurdistan’ın ve Çuvaşistan’ın hürriyet güvencesi bulunmamaktadır. Türk Birliği bu nedenlerle elzemdir.

Nihal Atsız “dünya bir devler memleketi olmaya doğru gidiyor” demektedir. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Kanada, AB ve ABD birer devdir. Dünyanın devler memleketi olmaya doğru gitmesi bizlere George Orwell’ın 1984 romanındaki karanlık kurguyu hatırlatıyor. Orwell’ın 1984 kurgusunda dünya üç devasa devlete taksim edilmiştir: Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya… Çin, Rusya, Hindistan, AB ve ABD ülkelerinin daha da devleşme niyetinde bulundukları sır değildir. Onlar, teolojik, ekonomik, psikolojik ve başka başka sebeplerle daha da büyümeyi saplantı derecesinde arzu etmektedirler. Onların bu niyetleri hepimizin az çok anlayabileceği niyetlerdir. Şimdi burada Atsız’a (yine bizim özetlememizle) kulak verelim: “Her milletin, yaşamak için, bir ülküye ihtiyacı vardır. Bu ülkü, milletlere göre ayrıntılarında değişse bile, ana çizgilerinde hemen hemen bir gibidir. Millî birlik ve millî birlikten sonra cihan hâkimiyeti, milletin şuuraltında yaşayan bir ülküdür. Şuuraltındaki bu istek zaman zaman şuura çıkar. Zaman iyi seçilmişse muzaffer olur. İyi seçilmemişse milletin başını derde sokabilir. Fakat bu ülkü, milletin hız ve ahlâk kaynağıdır. Ülkü yolunda yürüyen millet, kendisinde başka milletlere karşı mevcut aşağılık duygusunu atmıştır. Böylelikle millî ülkü bir gün gerçekleşiverir. Türkler vaktiyle birkaç kere birleşmişler ve mutlu olmuşlardır. Yeniden birleşeceklerdir. Millî ülkümüzün ilk maddesini ‘Bütün Türkler Birleşeceklerdir’ diye ifade edebiliriz.”[6]

Friedrich Nietzsche’nin meşhur söylemini hatırlayalım: “Über-mensch…”

Bunun anlamı “İnsanüstü” demektir. Üst-insan veya üstün insan dememiz gerekiyor. “Maymuna göre insan neyse, insana göre de insanüstü odur,” diyor Nietzsche… “Doktor Faust”un tasarımcısı Goethe ise şöyle söylüyor: “Büyük gerçeğe varabilmek uğrunda kötülüğü yardıma çağırmak gücünü gösterebilen insan, iyilik düşmanı değil, iyilik arayıcısıdır.” Bunun mantığı, hedefe ulaşmak için her yol mubahtır düşüncesine varıyor. Çin olsun, Rusya ya da Amerika olsun, kendilerindeki büyük hedeflerine ulaşma yolunda her kötülüğü meşru görmektedirler ve göreceklerdir. Şu halde “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” bizim meşru ülkümüzdür. Her milletin yaşamak için bir ülküye ihtiyacı vardır.

DİPNOTLAR

[1]Cahit Tanyol, Din Ahlâk Lâiklik ve Politika, sayfa 126, Okat Yayınevi, İstanbul 1970

[2]Cahit Tanyol, sayfa 238

[3]Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, sayfa 347, Dergâh Yayınları, İstanbul 1976

[4]Galip Erdem, Suçlamalar 1. Cilt, sayfa 118, Töre-Devlet Yayınevi, Ankara 1974

[5]Hilmi Ziya Ülken, sayfa 349

[6]Atsız, Türk Ülküsü, sayfa 41-46, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2011

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen