Kimlik Tahakkümünün Meşruiyetinden Kamusallığın İnşasına Milliyetçilik

Abdulkadir İLGEN*

Bütün her şeyin kimlik tahakkümünün el değiştirmesi üzerine yapıldığı bir ikilemde yaşıyor, onun tarafından koşullandırılıyoruz. Oysa kimlik tahakkümünün el değiştirmesi üzerine değil sıfırlanması üzerine odaklanabilsek, meselelerimize çok daha kalıcı çözümler üretebiliriz. Olmadı, yapamadık. Daha doğrusu şimdiye kadar hep birincisini yaptık ve yanıldık. Şimdi taassup ve kendimize tapınmayı değil de, ikincisini; aslî meseleleri gündeme getirmeyi deneyeceğiz. Aslında adını tam olarak koyamasalar bile Cumhuriyeti kuran kurucu neslin yapmaya çalıştığı şey de, bir farkla bu ikinci yoldu: aslî meselelerde yoğunlaşmak. 

Pekâlâ, bu ikinci yol neydi ya da nedir? Bu yol, zümre ve sınıf menfaatlerini değil de, amme menfaatini her şeyin üzerinde tutma olarak özetlenebilir. Bunun adı milliyetçiliktir. Millet kavramı örfte herkes anlamına gelir, herkesin şartsız-şurtsuz menfaatlerini savunmak da milliyetçilik. İyi de kurucu neslin merkeze aldığı bu milletideal olarak bir kurgu(mefkûre) mu, yoksa realite olarak bir olgu(mevcûde) muydu? İşin aslı, millet realitesi kültürel ve sosyolojik olarak pek tabii ki olguydu. Bu anlamda yaşayan, cari bir millet zaten vardı. Hatta siyasî olarak da vardı. Vardı, çünkü bir Türk Devleti vardı. Gökalp buna “vaki millet” diyor. 

Cumhuriyeti kuranlar bir ulus icat etmedi. Bunda tartışılacak bir şey yok. Öyleyse ne diye bu kavram ortaya atıldı. Gerek var mıydı buna? Millet zaten vardı. Yapılan, vaki olanı tanımlamak ve hatta bir adım daha ileri gidersek, yeniden modifiye etmekti. Aslında tartışma daha önce başlamış, çare daha önce aranmaya başlanmıştı. Fitil Osmanlıcılık ve İslamcılık başlıklarıyla ateşlenmişti. Haddizatında her iki kavram da “vaki milliyetçilik” anlamında kullanılmıştı. İlkinde (Osmanlıcılık) millet, hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün Osmanlı tebaası idi ve buna gayrimüslimler de dâhildi. O dönemde milliyetçilik bu kavramı savunmaktı. Olmadı, çünkü bu birlik sağlanamadı. Sonra ikincisi denendi. Orada da millet bir farkla aynıydı. Fakat bu sefer milletle kastedilen sadece İslam ahaliydi. Büyük Harpten sonra anayurttan bilhassa Arap dilli İslam ahali koparılınca, millet patenti yeniden tanımlandı. Bu kez çoğunluğu temsil eden İslam ahali Türk, gayrimüslim ahali de azınlık olarak tesmiye olundu. Ve bu hüküm, hukukî bir statü olarak sadece dâhilî bir metinle değil, uluslararası bir metinle Lozan’da tescillendi.

Lozan’da yapılan bir bakıma ve kısmen Fransız millet sisteminin tatbikiydi. Kısmen diyorum çünkü Fransız modeline göre Fransız milletini Fransız toprağı yaratmıştır. Bu yüzden de bu tür milliyetçilik modellerine “ülke-devlet” de denilir. Karşıtı “ulus-devlet”tir. Bizimkisi Fransız millet sistemine yakın bir model olsa da, içinde Alman sisteminden alınan unsurlar da vardır. Bu modellerden birinde (Fransız) meşruiyetin kaynağı olarak yurttaşlık görülürken [aynı yurtta/ülkede yaşamış olmak], diğerinde (Alman) meşruiyetin kaynağı doğal bir halkın politika öncesi yapılandırılmasına dayandırılır. Bu ikinci tanım daha çok Carl Schmitt gibilerin çizgisidir. Buna göre meşruiyet ve eşitliğin temeli yurttaşların çizdiği anayasal temele değil, aynı millî kökten gelme olgusuna dayandırılır. Demokratik eşitliğin dayanağı yurttaşlık bağı değil, tözsel (cevher, kök, asıl) birliktir. Birinde meşruiyetin kaynağı anayasal değerler, diğerinde ise kutsal bir etnos veya atalar kültüdür.

Yurttaşlık bağını esas alan siyasal aidiyet modeline göre devlete yurttaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür. Türk, yani aslî unsur. Buradaki tanımlama kökene ilişkin ırkçı bir tanımlama değil, haklara ilişkin hukukî ve anayasal bir tanımlamadır. Devlet bütün yurttaşlarını Türk saymakla, aslında, kendisiyle millet efradı arasındaki mesafeyi eşitlemiş ve bunu hukuken güvenceye kavuşturmuştur. Ve bu, sadece ulusal bir metinle değil, uluslararası bir metinle kayda geçirilmiş, konu hiçbir tartışmaya mahal bırakılamayacak bir açıklıkta karara bağlanmıştır. Lozan’ın en büyük başarılarından biridir bu. Milliyetçilik kavramı burada dinî, etnik ve yerel anlamdaki bütün tortuları temizlemek ve kültürel, siyasî bir birliği savunmak olarak tanımlanmıştır. Bu, kelimenin hakiki anlamında kayıtsız şartsız amme menfaatini savunmak anlamına gelir. Daha da ileri gidilerek, aksi durum anayasal bir suç hâline getirilmiştir.[1]

Ne ki, bu tanımlamada bile, gevşek de olsa bir öze bağlanma ve katılma söz konusudur. Bu öz, tarihi binlerce yıl öncesine giden bir varlıktır. Aslında bu türden “temellendirme” alışkanlıklarının kökenleri Platon’a kadar dayandırılsa da, yeniçağda bunun temsilcileri daha çok “bilimci pozitivistler”dir.[2]“Bilginin ancak soyağacıyla meşrulaştırılabileceği inancına” sahip düşüncenin sahipleri ise bilginin ilk çıkış noktasını bilmek ister. “Bunun altında yatan” diye yazar K. Popper, “metafizik düşünce, ırkçı arı bir bilgi, tahrif edilmemiş bir bilgi, en yüce yetke, belki de tanrı tarafından türetilmiş ve bu nedenle de soylu bir bilgi düşüncesidir.”[3]Ulusu katıksız ve kusursuz bir cevhere dayandırma isteğinin arkasında da bu türden bir inanç ve kendine güvensizlik patolojisi vardır. Buna göre meşruiyetin kaynağı iradî katılım değil, ne olduğunu asla kesin olarak bilemeyeceğimiz “kurucu cevher” veya “kurucu atalar” neslinden inme, ona nispet edilmedir.

Türkiye örneğindeki Türk tanımı, olası itirazları da dikkate alırcasına yurttaşlık temeline oturtulmaya çalışılmıştır. Burada aslî yurt Anadolu, onun ilk sakinleri de dâhil olmak üzere üzerinde yaşayan bütün halk Türk’tür. Lozan’la sair yerlerden gelenler de bu gruba dâhildir. 

Burada şöyle bir soru sorulabilir. Pekâlâ, yeniden tanımlanan millet efradı bir ulus bilincine sahip miydi, ya da ulusal bir kimlik var mıydı? Tam olmasa bile, bir dereceye kadar bunun da olduğu söylenebilir. Aksi halde cephelerde dövüşen memleket çocuklarının heyecanını neyle açıklayabiliriz? Vardı da, yerelve gelenekselkimliklere giydirilmiş, onlarla iç içe bir kimlikti bu. Oysa ulusal bilinç ve ulus olma, tek kelimeyle yurttaşolma; tâbi tebaadanulusun özerk bireyi olma konumuna yükselme anlamına gelen bambaşka bir kategoriydi. Birinde mülkün sahibi sultan, diğerinde ulusun kendisiydi. Millet efradının tam olarak bilincinde olmadığı ya da her ikisini bugün bile yeterince birbirinden ayıramadığı temel kategori belki de buydu. 

Sultanın yerine ulus geçirilmiş, halk mülkün hakiki sahibi yapılmıştı. Fakat bu süreçte bile aslî aktör bizatihi halkın kendisi değil, sultanın kulları olan bürokrasiydi. Değişen patronajdı. Bu, tebaa durumu ve psikolojisini kısmen de olsa devam ettiren bir etki yapmıştır. Tâbi rolü bu sefer de devletveya onun resmî ideolojisine bağlılıkşeklinde devam ettirilmiştir. Bizde demokrasi bilincinin kritik süreçlerdeki zayıf görüntüsü de bununla, ulus bilincindeki bu zafiyetle açıklanabilir. Geçelim.

Bu süreçte yaşanan ve halen de yaşanmakta olan bir diğer olgu, kimlik kodlarımızın gözenekli yapısıdır. Yerellik ve gelenekle içiçe geçmiş gözenekli bir kimlik hep oldu, olmaya da devam ediyor. Bu, sadece bizde değil, Fransa gibi yurttaşlık kavramının ilk defa ortaya atıldığı ülkelerde de yaşanmış, orada da her şeyin yerli yerine oturması zaman almıştır. Bir yanda ulusun kendi iradesi anlamında Fransa, diğer yanda Kilise ve Kralın şahsında temsil edilen geleneksel Fransa. İkisi de Fransa, ama yeni bir çağın dayattığı ile yüzyılların biriktirdiği Fransa arasında sıkışan, gelgitler yaşayan bir Fransa’dır bu. Aynısı bizde yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Balzac’ın “Köylü İsyanı” romanında bu gerilim çok iyi anlatılır. Taraflardan ikisi de canları pahasına Fransa’yı sevmektedir. Fakat farklı gerekçelerle severler ülkelerini.

Yerellik ve gelenekle içiçe geçmiş bu yapı, bu kültürel öz; kurucu elitlerin tasarladığı ulus çatısının hem öznesi, hem de nesnesini oluşturur. Fakat yanı sıra “vaki millet” diyeceğimiz aynı yapı, anlam kaymalarının beraberinde getirdiği belirsizlik yüzünden yurttaşlık ve tebaa; ulus, yerellik ve ümmet arasında gelgitlere sebep olmaz sadece, aynı zamanda ulus bilincini zayıflattığı gibi belirsizliği de arttırır, arttırmaktadır. Bu biraz da “ümmet içinde millet olmamızın” getirdiği bir durumdur. Çok güçlü bir gelenek üzerine kurulu ulus çatısı, “gelenek ve modernite” arasındaki gerilimi doğal mecrasına bir türlü oturtamamıştır. 

Bu meseleyi açmak lazım. “Vaki millet” denilen olgu, diyalektik bir süreçtir, sabit bir öz değil. Ve bu süreçler kendi doğal mecrasında kendiliğinden oluşmuş, o mecrada gelişmiştir. Bu doğrudur. Fakat medeniyet değiştirmesi gibi kültürel ve politik kırılmaların yaşandığı kritik dönemlerde işin seyri değişmiştir. İslam medeniyet dairesine girdiğimiz Türkistan sahasındaki tecrübemizle Batı medeniyet sahasında girdiğimiz zorlu deneyim süreçleri böyledir. Her ikisinde de referans seti değişmiş, toplum kendisini yeniden tanımlamıştır. Olan budur.

Bu zaten biliniyor. Pekâlâ, hal böyleyse sorunlu alan nedir? Mavraünnehir havzasında yaşanmayan ya da bize intikal etmeyen sorun, şu kadar yıllık tecrübeye rağmen ikincisinde neden giderilememiştir? Bunun sorunun cevabı; girilme biçimi ve hatta bizatihi kendisi de sorunlu olan sürecin içinde aranabilir. Esas problem burada, sürecin kendisindedir. Parçalı, eklektik bir referans seti üzerine kurulu bir süreçtir bu. Mavraünnehir havzasında da topyekûn bir değişme yaşandı. Yaşandı ama yaşanan devam ederek değişmekti. İkinci büyük tecrübede yapılamayan budur. Tereddüt sürecin kendisindedir. Cumhuriyetin radikal reformları bu “ikiliği” bir biçimde çözmeye çalışmışsa da, çözememiş ve kriz derinleşmiştir. Meselenin bir tarafı budur.

Meselenin diğer tarafında girilen sürece uygun taşıyıcı kurumsal mekanizmaların inşa edilemeyişi vardır. Dahası, ulusal kurumlar temelinde yapılandırılmış, ona uyumlandırılmış bir ulusal kimlik de oluşturulamamıştır. Dikkat edilirse burada altı çizilen husus, hem ulusun kendisi, hem de bu kimliği taşıyacak “ulusal”[4]kurumların inşa edilememesidir. Oysa Tanzimat’tan bugüne bir yığın reform yapılmış, ulusal kurumlar oluşturulmuştur. Sadece Tanzimat değil, Tanzimat’tan cumhuriyete kadar bütün yenileşme hareketleri büyük bir tecrübe biriktirmiş, yol açmıştır. Bütün bunlar doğrudur. Fakat tesis edilen bu yapıların tamamı; devam eden, oturmuş, geleneği olan, kararlı bir değişim iradesini değil, yarım yamalak ve “yapay” müdahalelerle sürekli değiştirilen bir tereddüdün tezahürü gibi görünmektedir. 

İyi de, çok büyük maliyetlerle oluşturduğumuz bu büyük birikimin tereddüdü nereden beslenmekte, hangi kaynaktan güç almaktadır? Yenilenmesi veya topyekûn değiştirilmesi düşünülen kural ve kurumların bu ikircikli ve tereddütlü hali neyin nesidir? Ya da bu değişim iradesinin bir iman haline getirilemeyişinin sebebi nedir? Bana göre, bunun temel sebeplerinden biri ve belki de en önemlisi; bu girişimlerin, tabandan gelen ve süreklilik taşıyan girişimler yerine, keyfî {bunu siz siyasî gerekler olarak anlayın] ve tepeden inme müdahalelerle sürekli kesintiye uğrayan bir özelliğe sahip olmasıdır. Bu tespitin dış yüzeyine bakıldığında, sorumluluk sadece iktidar sahiplerinin şahsî kaprislerine yüklenebilir. Oysa iş o kadar basit değildir. Bir de siyasî elitler ve toplumun zihniyet dünyasını belirleyen çok daha köklü dinamikler vardır. 

Zihniyet kavramını, Nevzat Kösoğlu’nun kullandığı manasındaki imankavramının karşılığı olarak kullanıyorum. “Bu anlamda”[5]bir iman buhranından geçildiği kesin. Bilmem kaç nesildir her şeyden, hatta kendisinden bile şüphe duyan bir süreçten bahsediyoruz. Ve bu, hala devam eden bir süreçtir. İçinde bulunduğumuz süreç yarım iman halinden de öte bir durumu ifade ediyor. Bu parçalanmışlığa toz hali demek bile iyimserliktir. Yaşanan, tek kelimeyle bir “çamur” halidir. Kantonlara ayrılmış, parçalanmış kişiliklerden, şizofrenik bir davranış tipinden söz ediyoruz. Buna siz isterseniz ontolojik, isterseniz kültürel, isterseniz sosyolojik, isterseniz de psikoloji şizofreni deyin; ne derseniz deyin, ama karşı karşıya kalınan süreç böyle bir süreçtir.

Böyle bir zihniyetten şu ya da bu yapıyı (kural-kurumlar anlamında), bir “iman” haline getirmesi beklenemediği gibi davranışlarıyla savundukları arasında bir uyum göstermesi de beklenemez. Keşmekeşliğimizin temel nedenlerinden biri budur. Ve bu kesintili, kırılgan süreç, bu bir türlü ikmal edilemeyen “kural ve kurumlar” [bu iki kavramı devletanlamında kullanıyorum]; bunlara olan inancı da sarsmış ve ikili bir yapı oluşturmuştur. Biri kâğıt üzerindeki resmî gerçeklik, diğeri de gerçek hayatta yaşayan cari gerçeklik olmak üzere iki ayrı realite hayatımızı kıskaca almıştır. ‘Formalite icabı’ deyiminin dilimizdeki kullanılış biçimi bu durumu özetleyen en açık görüntüdür. Bununla kural ve kurumlara uygun davranışın, uyulması gerekli sahici bir ihtiyaç değil, bir şekil şartı olarak gündeme getirildiği kolaylıkla anlaşılabilir. 

Bu duruma kısaca tamamlanmamış devlet diyoruz. Bizim geleneksel devletten modern devlete geçiş sürecinin başlangıcı sayabileceğimiz ilk reform ve yenileşme dönemlerinden günümüze kadar adı konmamış temel meselemiz, devletin yeniden tanımlanması meselesidir. Cumhuriyetin “amme menfaati” temeline oturtmaya çalıştığı milliyetçilik ideali de, yine bu meseleyi, devlet-millet uyumsuzluğuna son verme ve devleti yeniden tanımlama meselesinin bir başka görünümüydü. Bugün o ideal (milliyetçilik ideali), çoğunun gözünde bir cumhuriyet ideali olmak yerine, günlük siyasetin malzemesi olarak görülmektedir. Amme menfaatinin tesisi “dışlayıcı değil, kapsayıcı kural ve kurumlar” oluşturabilmektir. Milliyetçilik ideali de esasta budur: devletle yurttaşlar arasındaki mesafeyi eşitlemek. Bizde bir türlü yapılamayan budur. Milliyetçilik ideali de farklı yerel, kültürel, etnik ve dinî kimliklerin tahakkümünden çıkarak, ‘kamu âlemi bir gören’ anlayışa yükselme, kanatlanma idealidir. 

 

*Prof. Dr.

[1]MADDE 10- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

[2]Bilimci Pozitivizm bilimin ulaştığı sonuçları doğruluğu kesin olarak kanıtlanmış olgular olarak gördüğü için reddedilmektedir. Bunun anlamı, varlık sahasının bütün köşelerinin yoklanması ve bilme imkânlarının tümüyle tüketilme iddiasında başka bir şey değildir ve o yüzden reddedilir. Bilimcilik metafiziği de kesinkes reddeder. Ve bilimciliğin bilimsel bilgi derken kastettiği şey bilişsel gerçeklik değil, bizatihi ontik gerçekliğin ta kendisidir. İddia budur. Bunlara göre bilimsel bilgi varlığı okuma biçimimiz değil, varlığın idrakimize yansımasıdır.   

[3]Popper, Karl, (2018), Daha İyi Bir Dünya Arayışı: Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, (çev) İlknur Ata, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 60-61.

[4]Metindeki “ulusal” kavramını “millî” kavramının karşılığında değil, “yerel” kavramının zıddı anlamda kullanıyorum.

[5]Buradaki “bu anlamda”  şartını “Bir dünya görüşüne bağlanmak, daima bir inanç hareketi olarak tezahür eder; ama ilme, ama bir ideolojiye veya Allah’a inanmak. Bu üstün gücün tayin ettiği ölçülerle hayat kavranır, değerlendirilir, sıraya, nizama sokulmaya çalışılır” manasında kullanıyorum. Bkz. Kösoğlu, Nevzat (1998), Kitap Şuuru, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 107. 

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen