Bilim ve İlim

“Bilim, her günkü düşünmelerimizin saflaşmasından başka bir şey değildir.”
Albert Einstein

Daha önceki yazımda “bilgi” yi varlık ile insan arasındaki etkileşimde, insanda oluşan kanaât olarak tanımlamıştım. Bilgi, eğer kendinden bilgi üretebiliyorsa bu tür bilgiyi de “bilimsel bilgi” olarak değerlendirebiliriz diye belirtmiştim. “Bilgi”, “bilim” başlıklarının tartışıldığı zeminde, kafa karışıklığının olduğu bir alan da “bilim” ile “ilim” kavramlarının neyi anlattığı, bunların aynı şeyler mi olduğu, yoksa farklı tanım ve işlevlere mi sahip olduğu konusudur.

Bir gün, çok çok okumasıyla tanınan ve bu nedenle entelektüel düzeyi yüksek olarak kabul edilen bir arkadaş, yaklaşık 2,000 üyesi olan bir haberleşme ortamına mesaj atarak, Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl-ü kâl imiş ancak” beyitindeki kıyl-ü kal ifadesini edebiyatçı Prof. İskender Pala’nın “kuru dedikodu” olarak yorumladığını, bir edebiyat profesörünün “bilim” i “kuru dedikodu” olarak tanımlamasının ne kadar dramatik olduğunu alaycı bir tarzla yazdığını okuduğumda şaşırıp öylece kalmıştım. 

Bu konuda her hangi bir yorum yapmak istemiyorum. Ancak, olan şuydu; bilim insanı olarak düşündüğümüz insanlar bile “bilim” ile “ilim” kavramlarını ayırt etmekte her halde zorlanıyordu. Bu, bir ülke aydınlanması için ne acı bir vurgudur !

Bilimsel bilgi, yani “bilim”, bilgi türlerinden birisidir. Bilimsel bilgi, bir zaman diliminde, bir konuda mevcut halin nasıl olduğunu en iyi açıklayan bilgidir. Bu haliyle bilim, insan hayatı için çok önemli bir yer ve işleve sahiptir, doğası ve vazgeçilmezliği nedeniyle sürekli gelişecektir. Bilimsel bilgi’nin “sözde bilim” den ayırt edilmesini sağlayacak olan vasıfları, bilim felsefesinin önde gelen düşünürlerine göre şunlardır: Eleştirilebilir olma, sınanabilir olma, yanlışlanabilir olma ve değişebilir olma.

Bilimsel bilgiyi edinmede kullanılan yöntemlerin işleyiş sürecini, yine önemli bilim felsefecilerinin görüşlerini bir araya getirmeye çalışırsak, şöyle ifade edebiliriz:

Kuram oluşturma: İnsan zihninde, o zamanlar için var olan anlayışa göre (paradigma) bir kuram-hayal oluştururuz. Kuram, neyi araştırmak, neyi yapmak, neyi çözmek için uğraşacaksak veya uğraşmayı merak etmişsek o konuda oluşturulur. Böylece o konuda neler yapmamız gerekir, onların da planlamasını yapmış oluruz. Tanınmış bilim felsefecisi Thomas Kuhn’a göre, kuram oluşturmada aktif olan insan zihni olduğu için, o zihnin ön kabulleri-çevre anlayışı, yani mevcut paradigma, kuramın oluşturulmasında kuramın çerçevesini belirler.  Yani bilimsel bilgi oluşturma süreci, bilimcinin bir kuram oluşturması ile başlar. Böylece daha başlangıçta bilimci içinde bulunduğu çevrenin varlık, insan, hayat anlayışından etkilenmiş haldedir. Böylece kuram bilgiyi üreten bilim insanının varlık anlayışından, zihni kabullerinden, dünya görüşünden, amaçlarından, hatta ön yargılarından etkilenmiş halde şekillenir.

Gözlem ve deney: O kuramın beklentisini karşılamak, açıklamak üzere gözlem ve deney yapmaya girişir, ölçümler yapar, denklemler oluşturur, matematik diliyle de kuramımızın geçerliliğini ifade etmeye çalışırız.

Akıl yürütme ve zihni değerlendirme: Akıl yürütme işi, bilimsel bilgi üretiminde zaten işin en başından beri çalışır haldedir. Aslında her şeyi akılla yaparız, sonuçta da elde ettiğimiz verileri ve ölçümlerin sonuçlarını yine akılla değerlendirir, yorumlar ve zihnimizde hükümlere varırız.

Bütün bu sürecin sonunda ortaya, bir konuda ya da bir alanda bir “bilgi” çıkar. İşte bu bilgi, ilgilendiği konuda kendisinden önceki açıklamaları da kapsayarak mevcut halde en uygun açıklamaları yapıyorsa, eleştirilebilir ve sınanabilir haldeyse, gelişmelere tabi olarak yanlışlanabilir olmaya da açıksa, o bilgi bir “bilimsel bilgi”dir.  

Bilimsel bilgi edinme işi yöntemsel olarak hem sübjektif hem de objektif nitelikler taşır. Gözlem ve deney işinin objektif olduğu, ama kuram oluşturmanın, akıl yürütme ve zihni değerlendirme işlerinin ise sübjektif nitelikte olduğu açıktır. Ayrıca kuram oluşturma sırasında, kullanılacak deney ve gözlemler, ilgiye alınan eşyanın-varlığın-konunun dış niteliklerine ait özellikleri, yani görüneni, duyulanı tespit ve test etme yeteneğine sahiptir. Deney ve gözlem, görünenin arkasındaki, dış yapının örttüğü içyapıyı, özdeki gerçeği söyleyemezler. İçe ait bilgi ancak “sezgi” ile insanın zihninde şekillenebilir. O zaman, bilimci, kuram oluştururken sezgi işini de kullanmaktadır; sezgi, bilimsel bilgi oluşturma işinde yöntemsel sürecin bir parçası halindedir.

Bilimin öğeleri

Hipotez – Faraziye / Varsayım

Belli bir konuda, o konunun değişik yönlerini bir uyumluluk içinde izah edebilecek güçte geliştirilmiş görüşe (fikir) hipotez (faraziye) ya da varsayım diyoruz. Hipotezler bilim insanı tarafından, bilimsel metodoloji ile geliştirilmiş kanaatlerdir. Bunlar henüz o konuda genel geçerliliği olan mutlak değerlendirmeler değildir. Değişik bilim insanları, aynı konuda değişik hipotezler öne sürebilir.

Teori – Nazariye / Kuram

Hipotez, deney ve gözlemlerle test edilir, açıklamaları defalarca denemeler ile sınanır, iç tutarlılığı oluşturulur. Hipotezi sınayan ve eleştiren birçok bilim insanı tarafından, hipotezin geçerliliği  benimsenirse, hipotez artık o konuda genel bir geçerlilik kazanır. Bu durumda artık o hipoteze teori – nazariye ya da kuram adını veririz. Elbette teoriler mutlak doğrular değildir ama hipotezlere göre daha genel geçerliliği olan açıklamalardır. Örneğin “izafiyet/görelilik teorisi”… 

Üretilen bir bilimsel teori ile, o teorinin ilgi alanındaki olayın nasıl gerçekleştiğini açıklamaya çalışırız. 

Teori, yani kuram üzerinde biraz daha duralım. Teori ne yapar diye sorarsak, şu tarifi yapabiliriz: Teori, pratikte, eşyalar ve olaylar arasındaki geçerliliği tanımlanmış ilişkilerin açıklayıcı ve kullanılabilir modellere dönüştürülmesi işidir. Örneğin, tıpta hastalık modelleri vardır. Bu modeller ile hastalık halini, patolojik durumları bir hastalık modeli ile tanıyabilir, kabullenebilir ve tedavi edebiliriz. Örneğin bir “zatürre modeli”miz vardır. Başvuran hastanın şikayet ve bulgularından o hastanın halini şimdiki kuramınız olan “zatürre modeli” içine oturtabilirsek, hastaya zatürre tanısı koyar, bu model içinde tedavi edip, iyileştirebiliriz. İşte bu model çok kullanışlı ve geçerliliği olan bir kuramdır; bu haliyle “zatürre kuramımız” başarılıdır ve çoğunlukla da sonuç almaktadır. Ama sonuç alınamadığı, yani hastanın bir türlü modele oturtulamadığı ya da model içinde çözümlenemediği durumlar vardır, sonuçta hastada başarısız olunur ve hasta kaybedilir. İşte bu eksikler, zaman içinde çözülecek, böylece yeni kuramsal gelişmeler, değişimler olacaktır. Bir yüz sene sonra bu modellerimizin yerine çok daha çözümcü modeller gelecek, hastalık hali, hem daha detay tanı hem daha başarılı tedavi yapılabilecek başka modeller içinde değerlendirilebilecektir.

Zamanla bilimdeki gelişmeler sonucu mevcut kuramlar geçerliliğini kaybeder, bir “hikaye” halinde dönerler. Bunun için bir kurama hep geçici açıklama gözüyle bakılır. Hiçbir kuram kesin açıklama değildir, bir kuram asla “bilimsel yasa” da değildir.

Yasa

Teori, eşya ve olayların nasılını açıklama işi idi, yasalar ise olayların genel tanımlarını yapma işidir. Yasalar, belli, kısıtlı alandaki teorilerin, sınanarak, eleştirilerek, yanlışları ayıklanıp, geçmiş açıklamaları da içererek yaptığı açıklamalardan genel tanımlar yapmayla oluşturulur. Örneğin “termodinamiğin birinci yasası; enerjinin sakımı”… Enerji ile madde arasındaki ilişkinin ne olduğu bir teori konusudur, buradan edinilen bilgilerle enerjinin sakımı hakkındaki tanımlama da bir yasadır.  Bu noktada, defalarca geçerliliği test edilerek doğrulanmış şu teori ya da şu teoriler yasalara dönüşür beklentisi yanlış bir değerlendirme olur. Yasalarla teoriler arasında doğrudan veya tamamlayıcı ilişkiler de yoktu. Teoriler, zamanla bilimsel yasalardan güçler alırlar. Tabii yasalar da, yasa olmakla mutlak hale gelmezler, teorilere koşut olarak yeni açıklamalarla değişime ve gelişime çok açıktılar ve yeni yasalara yol da verirler. Örneğin termodinamiğin 2.yasas olan entropi; enerjide düzensizliğin artması.

Çok önemli bir husus, sosyal hayatta hipotez, teori, yasa gibi kavramların tanım ve işlevlerinin farklılıklar gösterebilme durumudur. Örneğin “materyalist teori”, “bilimsel sosyalizm” gibi. İşte bu durum da, aslında, bilimsel önermelerden başlayarak, hem bilimcinin bakış açısının, kabullerinin, beklentilerinin bilim üretimini nasıl da sübjektif olarak kurgulayıp, yönetilebileceğini gösteren en önemli delillerden birisidir. Aslında bu husus tam bir postmodern eleştiri konusudur.

Bilimsel bilgi, ürettiği teknoloji sayesinde, insan refahı ve yararlılığına olan büyük katkısı ve insan geleceğine açtığı eşsiz ufuklardan aldığı gücüyle, insanlığın en önemli değerlerinden birisi olarak gördüğü güven ve saygıyı hak etmektedir. Ancak bilimsel bilgi, yukarıda da değinildiği gibi hem sübjektifliği hem de lokal olması itibariyle yalın gerçeği – mutlak hakikâti değerlendirmede tek başına yeterli değildir, aslında konusu da bu değildir. İşte tam da bu noktada ortaya “ilim” kavramı çıkmaktadır.

İlim  

Bilim ve ilim, bunlar aynı şeyin biri Türkçe, biri Arapça ifadesi değildir. İki tanım, hem yapısal hem işlevsel olarak oldukça farklıdır. Bu fark esasta da şudur: Bilim’de, insan, bilim yapma işinin öznesidir. İlim’de ise insan, hem ilim yapmanın öznesi hem de ilmin nesnesi durumundadır. Yani ilim yaparken, ilim yapan insan için bir oluş hali de vardır. Konuyu biraz açalım.

Bilimsel bilgi edinmenin amacı; esasta eşyayı bilmek, tanımak, kontrol etmek ve kullanmak, yani teknoloji üretmek, insan refahı ve gücü için çalışmaktır. Halbuki ilmi bilgi edinmenin amacı hakikâti öğrenmektir. İlim, sadece öğrenmek ya da bilmek için yapılır. Bilimsel bilgi, kendisi de bir yöntem bilim olan bilimsel metodoloji ile edinilirken, ilim değişik bilgi türlerinden genel mânalar çıkarmak işidir. Bunun için ilim değişik alanların bilgilerinden faydalanıp, değişik bilgi edinme yöntemlerini kullanarak genel geçerliliği olan bilgiler üretir. İlim, bu haliyle eşyanın ve çevresinin arkasındaki nedensel bilgiyi, mânayı arar; yani hakikâti öğrenmeye çalışır. Bu çabada fiziksel, kimyasal, biyolojik, psikolojik, sosyolojik öğeler ve olaylar yoktur, o öğelerin ve olayların çıktığı mâna arayışı vardır. Bu mâna “hikmet” olarak ta adlandırılır; bazıları hikmet’i bilginin mânası/ruhu olarak tanımlar.

İlim işi yapılırken, bu işin en belirleyici yönü yukarıda da belirtildiği gibi ilmi gelişme sürecinde insanın da ilmin nesnesi olmasıdır. İlim yapan insan bilgi edinirken, bilimsel bilgi metodolojisini, gündelik bilgi edinme yollarını, sanatla bilgi edinmeyi, örneğin müzikle bilgi aramayı, vahyi bilgi edinmeyi dilediği gibi kullanırken ve bir süre sonra ilmin nesnesi haline dönüşür. Yu’nus bu durumu şöyle açıklar:

“İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.”

İlim ile olan, ilim hali olan, bu hale erişince kendine, kendi gerçeğine döner, daha doğru bir ifadeyle ilim insanla bir olup, o insanı nesnesi haline alır. Bu noktadan sonra artık ilim de yoktur insan da yoktur. O nokta “aşk” halidir. Bu dönüşe “hakikâte erişme”, “hakikâte olma” da diyebiliriz. Onun için ilim sahiplerinin metafizik yüzlerinin daima ve çoğunlukla ön planda olduğu söylenir; ilim aslında bir tasavvufi bilme halidir.

İşte şimdi “kıyl-ü kâl” e buradan bakınız. Aşk’a ulaşan kişi, ilim yaparken bin bir emekle edindiği mânaya yönelik bilgilerin sadece birer varsayım olabileceğini, üstelik sınırlı ve geçici bilgiler olduğunu fark eder ve o bilgilerini “dedikodu” olarak yorumlayabilir. Bu durumların bilimsel bilgi ve bilimsel bilgi edinme metodolojisi ile hiç ilgisi yoktur. Bilim yapan bilim insanı, eğer özel merakı yok ise, sondaki ya da esastaki hakikât üzerinde durmaz. Ama ilim yapanın varacağı son nokta şudur:

Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam,
Bende görüp, işiteni bildim ki ol cânân imiş”
Niyazi Mısrî

İşte bilim ile ilim arasında amaç, işlev ve sonuçlandırma açılarından bu kadar fark vardır. İkisinin amacı da, konusu da, yöntemi de, yönü de farklıdır. Bırakalım her kes kendi yolunda yürüsün, isteyen de istediği yolda yürüsün, yeter ki iyilik ve güzellik üzerinde yürüsün.

Bir daha ki yazıda “bilim ve felsefe” yi konu edineceğim.

 

Yazar
Muzaffer METİNTAŞ

Muzaffer Metintaş, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde göğüs hastalıkları profesörüdür. Akademik çalışma alanı akciğer kanseri, mezotelyoma ve plevra hastalıklarıdır. Bilim felsefesi, medeniyet araştırmaları ve ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen