3 Haziran 2023

Turgut GÜLER

Lise ve üniversitelerimizde, nisbet ekli künyesini “Peçevî”diye yanlış söylediğimiz Peçûylu İbrâhim Efendi, adı ile anılan târîhinin birinci cildine “Süleymânnâme”demiş ve okuyanların da öyle demelerini arzû etmiştir.  İbrâhim Efendi, 1574 senesinde, şimdi Macaristan sınırları içinde kalan Peçûy (Pecs) şehrinde Dünyâ’ya gelmiş bir Oğuz eridir. Peçûy, Türkiye’ye Kaanûnî Sultan Süleyman Hân’ın saltanatında ve bizzat onun başbûğluğundaki Ordu-yı Hümâyûn tarafından dâhil edilmiştir. İbrâhim Efendi, bir Türk çocuğu olarak Peçûy’da doğmuş olmasını Sultan Süleyman Hân’a borçlu olduğunu bilmektedir ve yazdığı târîh kitabının ilk cildine, bu yüzden “Süleymânnâme”adını vermiştir. Ağırlıklı olarak Kaanûnî devri hâdiselerinin anlatıldığı o cilde başlarken, İbrâhim Efendi, Avrupalıların “Muhteşem Süleyman”dediği Kaanûnî Sultan Süleymân’ı anlatma işini havâle ettiği kalemine şöyle sesleniyor:

            “Ey kalem! Zamânımızn Süleymân’ının vasfını yaz.”[1]         

Daha sonra, hem manzûm, hem de mensûr olarak Sultan Süleymân’ın vasıflarını sıralayan Peçûylu İbrâhim Erfendi, bilhassa Cihân Pâdişâhı’nın burnu üzerinde ısrarla duruyor:

“Yaz vasfını ey hâme Süleymân-ı Zamân’ın

Şevketde aceb misli görülmüş mü ola ânın  

‘Âlem’de ne kim vardır ânın buyruğuna râm 

Mühridir olan hâl-i ruh-ı defter-i eyyâm

Zâhirde ve bâtında ânın hükmi revândır

Fermân-ber olan hükmüne san insle cândır  

Himmetle olub hatem-i kerem[2]anâ müsellem[3] 

Bir bende-i makbûlin ider Sâhib-i Hatem[4] 

Bir Şehriyâr-ı Büzürgvâr[5]idi ki sulb-i Peder-i Nâmdâr[6]ve rahm-i Mâder-i İffet-Şiâr’dan[7]mânend-i dürr-i yektâ-yı şehvâr[8]zâhir ve âşikâr olub esnâ-yı Cülûs-ı Hümâyûnları’nda tezâhüm-i verese-i câh ve celâl ihtimâlinden[9] bir bî-günâhın hûn-ı nâ-hakkına[10] girilmediği, Dünyâları gibi Âhiretleri dahî ma’mûr olmasına dâll idüğü,[11]mahâll-i iştibâh ve cidâl değildir.[12]Ammâ hilye-i şerîfeleri,[13]beşereleri[14]müdevver,[15]elâ gözlü, açık kaşlu, doğan burunlu ki, hükemâ kavlinde dûrbînî[16]ve âkıllık nişânıdır; merd sözlü, yassu bağırlu, dürr-i yektâ gibi seyrek dişlü ve âheste yürüyüşlü, kaametleri[17]bülend-i mevzûn,[18]giydüği siyâbı[19]yaraşık ve imâmesi[20]yakışık kıyâfet ve endâmı hûb[21]ve ef’âl ve akvâli mergûb[22] ve ehl-i nezâket ve ‘irfân ve suhan-şinâs ü suhendân[23]aklı kâmil, ulemâ ve fuzelâ ve hükemâ ve şu’arâya mâil ve bi’l-cümle muhsenât-ı sûrî ve ma’nevî[24]kendülerde müctemi’[25]bir Pâdişâh-ı Zî-şân[26]idi ki Felek-i kec-rev[27]nîce kırk bin sene devr iderse nazîr ü mislîn[28]getürmeye.”

Peçûylu İbrâhim Efendi, “doğan burunlu”olarak târif ettiği Kaanûnî Sultan Süleymân’ın uzak görüşlü oluşunu bu burun hasletine bağlıyor. İbrâhim Efendi, bununla da kalmayıp, kendi görüşüne hikmet ehlinin kavlini sened gösteriyor. Kaanûnî Sultan Süleymân Hân, - hiçbir değişiklik yapmadan, İbrâhim Efendi’nin kaleminden döküldüğü hâliyle - :

“Elâ gözlü, açık kaşlu, doğan burunlu, merd sözlü, yassu bağırlu, seyrek dişlü, âheste yürüyüşlü, yakışık kıyâfet, ehl-i nezâket, aklı kâmil.”

bir kişidir.

Kaanûnî Sultan Süleyman Hân’ın bu vasıfları, Oğuz Ata’nın on altıncı asırdaki pâdişâh torununa âittir. Hem fizikî, hem de mânevî sâhadaki Kaanûnî vasıfları, Türk örfünün ve dahî töresinin çizdiği numûne kişinin hâlleri, tavırlarıdır. O vasıfların yekûnuna, biz binlerce yıldır Türk töresi demişiz. Burada, teslîm edilmesi gereken bir başka husûs, İbrâhim Efendi’nin yazı dilindeki sâdeliktir. Bugün, 2020 yılı Türkiyesinde, Kaanûnî vasfındaki bir Türk oğlunu anlatırken, biz de:

“Elâ gözlü, açık kaşlu, doğan burunlu, merd sözlü, yassu bağırlu, seyrek dişlü, âheste yürüyüşlü, yakışık kıyâfet, ehl-i nezâket, aklı kâmil.”

diyoruz.

 Dipnotlar

[1]Burada kastedilen Süleyman, Hz. Süleyman’dır ve Kaanûnî Sultan Süleyman, İbrâhim Efendi’nin gözünde, o asrın, yâni 16. asrın Hz. Süleymân’ıdır.

[2]hatem-i kerem: cömertlik mührü.

[3]müsellem: verilmiş, teslîm edilmiş.

[4]Sâhib-i Hatem: Mühür Sâhibi (Sadr-ı âzam).

[5]Şehriyâr-ı Büzürgvâr: saygıdeğer, büyük pâdişâh.

[6]sulb-i Peder-i Nâmdâr: nâm salmış pederinin zürriyeti (Yavuz Sultan Selîm Hân’ın zürriyeti).

[7]rahm-i Mâder-i İffet-Şiâr: nâmusu ile şöhret yapmış annesinin rahmi (İffeti yayılmış annesi Hafsa Sultan’nın rahmi).

[8]mânend-i dürr-i yektâ-yı şehvâr: şâhlara lâyık eşi bulunmaz inci gibi.

[9]tezâhüm-i verese-i câh ve celâl ihtimâli: taht mîrâsında izdihâm ve onlardan gelecek öfke, kızgınlık ihtimâli.

[10]bir bî-günâhın hûn-ı nâ-hakkına: günâhsız birinin haksız yere (akıtılan, dökülen) kanına.

[11]dâll idüğü: delâlet ettiği, gösterdiği.

[12]mahâll-i iştibâh ve cidâl değildir: şüpheye ve tartışmaya mahâl bırakmayacak kadar açıktır.

[13]hilye-i şerîfe: ulu, yüce vücûd yapısı, fizikî görünüşü.

[14]beşereleri: derileri, vücûdları.

[15]müdevver: yuvarlak, değirmi.

[16]dûrbînî: uzağı görme hassası.

[17]kaametleri: boyları.

[18]bülend-i mevzûn: uzun boylu.

[19]siyâbı: elbîseleri.

[20]imâmesi: sarığı.

[21]hûb: güzel, hoş.

[22]ef’âl ve akvâli mergûb: hareketleri ve sözleri beğenilen, sevilen.

[23]suhân-şinâs ü suhendân: söz bilen, güzel konuşan, sözden anlayan.

[24]bi’l-cümle muhsenât-ı sûrî ve ma’nevî: görünen ve görünmeyen bütün güzellikler.

[25]müctemi’: toplanmış, bir araya gelmiş.

[26]Pâdişâh-ı Zî-şân: şânlı Pâdişâh.

[27]Felek-i kec-rev: eğri giden Felek.

[28]nazîr ü mislin: benzerini ve eşini.

Yazar Hakkında:

Turgut GÜLER

Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar Nazilli Li­sesi’ne devâm ettikten sonra, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Bu okulun ikinci sınıfını bitirdiği 1968 yılında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ne kaydoldu. 1969-1973 yılları arasında, Yüksek Öğretmen Okulu hesâbına, İstanbul Üniversite­si Edebiyât Fakültesi Târîh Bölümü’nde tahsîl gördü.

İstanbul Çapa’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Kompozis­yon ve Diksiyon Hocası olan Ahmet Kabaklı’nın başkanlığında kurulan Türkiye Edebiyât Cemiyeti’nde, bilâhare bu cemiyetin yayınladığı Türk Edebiyâtı Dergisi’nde vazîfe aldı. Bir tarafdan üniversite tahsîline devâm etti, bir yandan da bahsi geçen der­ginin “mutfak” tâbir edilen hazırlık işlerinde çalıştı. Metin Nuri Samancı’dan sonra da ikinci yazı işleri müdürü oldu (Mart 1973, 15. Sayı). Bu dergide yazı ve şiirleri yayımlandı.

1973 Haziranında üniversiteyi bitirdiğinde, Malatya Mustafa Kemâl Kız Öğretmen Lisesi târîh öğretmenliğine tâyin edildi. Ah­met Kabaklı’nın arzûsu ile bu görevine başlamadı ve İstanbul’da kaldı, Türk Edebiyâtı Dergisi’ndeki mesâîyi sürdürdü. 1975 yı­lında hem Edebiyât Cemiyeti (Bakanlar Kurulu karârıyla Türkiye kelimesi kaldırılmıştı), hem de Türk Edebiyâtı Dergisi, maddî sı­kıntılar yaşadı, dergi yayınına ara verdi. Bunun üzeri­ne, resmî vazîfe isteği ile Millî Eğitim Bakanlığı’na mürâcaat etti.

Van Alparslan Öğretmen Lisesi’nde başlayan târîh öğretmen­liği, Mardin, Kütahya ve Aydın’ın muhtelif okullarında devâm etti. 1984 yılında açılan Aydın Anadolu Lisesi’nin müdürlüğüne getirildi. 1992’de, okulun yeni binâsıyla berâber adı da değişti ve Adnan Menderes Anadolu Lisesi oldu. Bu vazîfede iken, 1999 Ağustosunda emekliye ayrıldı. 2000-2012 yılları arasında, İstan­bul’da, Altan Deliorman’a âit Bayrak Basım-Yayım-Tanıtım’da, yazı ve yayın çalışmalarına katıldı. Yine Altan Deliorman’ın çıkardığı Orkun Dergisi’nde, kendi adı ve müsteâr isimlerle (Yahyâ Bâlî, Husrev Budin, Ertuğrul Söğütlü) yazılar yazdı. İki kızı var.

Yayımlanmış Eserleri: Orhun’dan Tuna’ya Uluğ Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Takı Taluy Takı Müren (Daha Deniz Daha Irmak), Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2014; Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Ejderlerin Beklediği Hazîne, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Şehsüvâr-ı Cihângîr-Fâtihnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.

 

Yazarın diğer makalelerinden: