İnsanın Taşrası-III

Abdulkadir İLGEN[i]
 
O ilk gençlik yıllarına ait o dönemler olduça muhataralı geçti. Fakat bütün o çalkantı ve gerilimlerine rağmen, içinde umut taşıyan nüveler vardı. İdeallerin hiçbiri kirlenmemiş, tüketilmemişti. Henüz iktidar ve servetle imtihan edilmemişti hiç biri. O yıllar ve devamına ilişkin tek hayal kırıklığı, Mustafa Kutlu’nun “Ya Tahammül Ya sefer” kitabında dile getirilen peyzajlardı. Dava delisi Kerim, Murat ve Asım Hoca; aynı kaynaktan gelen nesiller arasındadır. Bunlardan ikisi davayı taşıyan, diğeri tüketen tarafta yer almıştır. İkincisi, davayı kirleten; daha doğrusu murdar eden adam! Fakat hikâyede bir çıkış göstermekten çok, bir durum tespiti yapılmıştır sadece. Ahlâklı davranan ilk ikisi hayatın dışında ve tükenmişlik hissi içinde bir melankolik olurken, hayatın içindeki ikincisi ise, içi boşaltılmış bir rakam, bir istatistik değerinin nesnesi haline gelmiştir.
 
Görülüyor ki, her iki tarafta da bütün nesillerin varlıkla kurduğu ilişki, arınık bir bakış açısı üzerinden kurulmuş, hayalî bir sarsıntı, bir tür yanılsama haliydi. Nesillerin karşı karşıya kaldığı yanılsama; dünya ile ilişkiyi, gerçekte var olmayan, ama varmış da sanki bilerek göz ardı ediliyormuş gibi yapılan, “yitik bir değer” üzerinden kurma tarzı hayali bir girişimdi. Romantik, biraz da dogmatik bir deneyimdi bu. Muhakkak ki, bu gençlerin çoğu ahlaken lekesiz ve idealistti.
Hatta bazıları bir aziz, bir evliya kadar temizdi.
 
Dur bakalım hoca, yine coştun; başladın anlatmaya. O yitik nesli masaya yatıracak yer mi burası. Onlar hata ve sevaplarıyla bir nesildi, geldi geçti. Kendini amfide zannettin herhalde. Şunun şurasında ders vermiyorsun, anlatacağın kendi hikâyen. Sen ona gel. Yine içindeki o meslek hastalığı, o hocalık damarı kabardı. Oysa sen kendini, kırık dökük yanlarıyla geçmişini aramıyor musun? Evet, onu arıyorsun. Öyleyse gevşet dizginleri, sür atını.
 
Her neyse, size Süleyman Abimden de bahsedeyim. Süleyman Nuri Özer, büyük dayımın oğludur. Alabildiğine hareketli, insan canlısı, yürekli, duygusal, içli, dürüst, mert, diğerkâm, yardımsever, atak, cesur ve açık sözlü biriydi kendisi. Yerin üstünde iki gün fare gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak yeğdir derdi. Öyle de oldu zaten. Aslan gibi yaşadı, aslan gibi öldü. 12 Temmuz 1980’de Küçükyalı’da güpegündüz sokak ortasında vuruldu. Failler hiçbir zaman bulunamadı. Kendisi Göztepe Kampusu Atatürk Eğitim Enstitüsü Müdür yardımcısıydı. Onun da çocukluğu elinde orak, ekin ve ot biçmekle geçmiş, çilenin her çeşidini tatmıştı. Otuz beş yaşında hayata veda etti. O da memleket yolunda kurban edilen değerlerden biriydi. Kendisi, sosyalistti; devrimciydi. Öyle tanımlıyordu kendini. Aynı aileden İki farklı damar, iki farklı çizgi! Biri, benim gibi milliyetçi gelenekte, diğeri, sosyalist bir gelenekte yürüyen iki ayrı adam.
 
Burada sırası gelmişken onunla ilgili bir anıyı da aktarmak isterim. Annemden dinlemiştim. Annemin düğünü olmuş. Düğün sonrası elinde bir miktar el öpme parası var. Süleyman abim de sekiz on yaşlarında küçük bir çocuk. Zaten aynı evde büyümüşler. Aralarında fazla da yaş farkı yok. Tabii, paraları görmüş, tamah etmiş onlara. Sonra da çalmış ve evin hemen yanındaki çakıla gömmüş. Sonra, sonrası uzun hikâye, ama yıllar sonra anneme, “Yahu hala, gözüm hala o çakılda…” diye anlatırmış. Zavallı bulamamış o paraları bir daha. Yokluğun taştan bile katı olduğu yılların insan manzaraları işte böyleydi. Evden didilmiş yünleri çalıp çerçiden sarma almak da bana düşmüştü.
 
Bir şehirde yaşamakla o şehri yaşamak farklı şeylerdir. Bizimkisi de öyle; ben köyümü yaşadım, hem de doya doya. Benim çocukluk yıllarım hâlâ kendimi aradığım ve çoğu kez de insan yanımla temasa geçtiğim yıllar olarak kaldı içimde. Şimdi düşünün bir kere. Köyün ortasında, Öz’ün yanına doğru gidiyorsunuz. Gözleriniz Öte Yaka ve Yazıca tarafında. Uzaklardan bölük bölük sürüler geliyor. Bilirsiniz ki, Haymana’ya kışlamaya giden çobanlar dönüyor. Zaten bahar sökün etmiş, her taraf yeşile çalmıştır. Dağ-bayır, her taraf lerzeye gelmiş, bir kıyamettir gidiyor. Dalgalar halinde gelen koyun-kuzu mengir mengir meleşiyor ki, değme gitsin.
 
Vakit, vakt-i bahardır, vakt-i hazan değil. Ve vakit, “herkesin ununu elediği, kilini dövdüğü, tuzunu çektiği, bulgurunu kaynattığı” yaz ucu, güz mevsimi hiç değildir. Çiftler sürülmüş, ekinler gövermeye başlamıştır. Ala kışta ilk sökün eden çiğdemlerdir. Çocuklar için çiğdem toplamaya gitmek, çok mühim iştir ve mutlaka yapılmalıdır. Büyükler korkutur çocukları. “Aman ha! Fazla uzağa gitmeyin, yoksa kurt kapar!” Kim dinler ki onları. Dinlemezdik zaten. Beni arayanlar ya bir diş başı, ya bir ağaç dalı ya da kanlı büvette bulurlardı.
 
Çiğdem toplamak da o kadar önemliydi işte. Bir tür mesafeleri fetih; korkuları, fetih; gücümüzü ve kapasitemizi fetih demekti bizim için. Daha uzağa giderek cesaretimizi test ederdik. Türk dehası, o çiçeğe ayrı bir değer verirken hiç de haksız değildir. “Çiğdem der ki ben elâyım/Yiğit başına belâyım/Hepsinden ben âlâyım/Benden âlâ çiçek var mı/Al baharlı mavi dağlar/Yârim gurbet elde ağlar/ Nevruz der ki ben nazlıyım/Sarp kayalarda gizliyim/Mavi donlu gök gözlüyüm/Benden âlâ çiçek var mı/Al baharlı mavi dağlar/Yârim gurbet elde ağlar.”
 
Gurbetten sılaya döner gibi geri gelen çiğdem ve nevruz neyse, çobanlar da öyleydi. Onlar da sılaya döner, sevdiklerine kavuşurlardı. Benim çocuk dünyam, bunların tamamını birlikte yaşadı. Her tarafta sökün eden bahar, kış gecelerinin o bitip tükenmek bilmeyen gizemli masalları, eskilere ilişkin hikâyeler; bunların hepsi o güzelim evlerde, mahalle aralarında yaşandı. Öyle bir içsel deneyimdi ki bu, bütün Oğuz nesillerinin Uzak Asya’dan, tâ buraya kadar olan o asırlık koşusu; bu deneyimlerle somut bir kimliğe bürünüyor, hepimizi o büyük geleneğe bağlıyordu.
 
Bütün bunların sonunda tekrar tabiata, dağa-taşa koşar, etrafa dağılırdık. Aslında hep beraberdik onunla. Evimiz, barkımız bile o uzamın doğal bir uzantısı, devamıydı zaten. Ondan hiç kopmadan yaşanırdı hayat. O bahar mevsimlerinde, suyun dallara yürüdüğü, bütün tabiatın uyandığı o ürperme anlarında, söğüt dallarından düdükler yapar, birbirimizle yarışırdık. Düdükler söğüt dallarından “şıklatılarak” yapılırdı. Onun da bir demi-devranı vardır. Öyle rastgele ve her zaman yapılmazdı o iş. Sadece dallara su yürüdüğü zaman yapılır. Sular kabarmış, dereler coşmuştur. Her tarafta ibik guguk kuşları, bütün tabiat esrara bürünmüş, her şey büyülenmiştir.
 
Hava bile yağmurlarla yıkanmış, pırıl pırıldır. Çocukluk yıllarının o ilkbahar günlerini hiç unutmadım. Bir yanda okul, diğer yanda köyler arası okul gezileri, oralarda kurulan arkadaşlıklar. Mesela Karacaören köy okuluyla birlikte Kapan’da yapılan ortak kır gezisi; bu hiç aklımdan çıkmaz. Baharın en neşeli günlerinden biriydi o gün. Bunların tamamı; hayatın aksesuarı, çeşnisiydi. Alemdar’a da bir gezi yapmıştık ama asıl aklımda kalan Karacaören gezisiydi. Bu biraz da bu ikincilerin tabiatından ileri geliyordu. Gerçekten de Karacaörenliler, diğerlerine göre çok daha neşeli, canlı kanlı insanlardı. Bu gezilerde erkekler kardaşlık, kızlar da adaş tutardı. Herkesin her köyde ya adaşı, ya da kardaşlığı bulunurdu. Ben daha sonra bu âdetin çok eski bir Türk-Moğol geleneği olduğunu öğrendim. Nökerlik, yoldaşlık ve kafadarlık gibi hâlâ Anadolu’nun birçok yerinde ve Eski Türk Topluluklarında devam eden bu alışkanlık, bizim oralarda da çok yaygındı.
 
Baharın girişi bettam ateşi demekti aynı zamanda. Bu, tam olarak yirmi bir Mart’a rasgelirdi. Aşağı mahalle Ayaz Tepesi, yukarı mahalle Gevenli’nin Doruğu ya da Tepecik’te yakardı ateşi. Ateş şimdi olduğu gibi gündüz yakılmaz, gece yakılırdı ve oldukça havaleli bir yığın ateşe verilirdi. Ben bunun Nevruz Ateşi olduğunu çok sonra öğrendim. Meğerse biz bilmeden bu en eski Türk âdetini devam ettiriyormuşuz. Diğer köyler de bu ateşi yakardı. Burada amaç en kuvvetli, en harlı ateşi yakabilmekti. Bu da bir güç, kuvvet ve kapasite meselesiydi. Bunu da biz çocuklar yapar, büyükler karışmazdı o işlere. O gecenin akşamında da annelerimiz soğan kabuğu ve türlü renkler katarak yumurtaları kaynatır, okula o şekilde giderdik.
 
Bahar köyde böyledir böyle olmasına da, iş orada kalmaz. Onun süreği yaylaya uzanırdı. Yaylanın baharı, gecikmiş bir bahardı. Yaylaya ilk önce çobanlar çıkardı. Sonra sıra köy ahalisine gelir, onlar da topluca, aynı gün yaylaya çıkarlardı. Köyden yaylaya, göç çok ciddi bir işti ve herkes çıkamazdı. Ancak hali vakti yerinde olanlar yaylaya çıkardı. Benim neslim ve öncekilerin tamamında bu göçler derin izler bırakmıştır. Her bir aşamasında sanki yolları değil de, kendi içindeki gizemleri açığa çıkarır gibi bir koşu, bir yarıştı bu. Büyükler ve bilhassa kadınlar, göç zamanı en gösterişli giysilerini giyer, her taraf bir al-yeşil tufanına boğulurdu. Renklerin en canlısı, en gösterişlisi tercih edilirdi. Başlarında tepelikler, bellerinde kuşaklarla arzı endam eden bu kafile, hayvan sırtındaki heybeler ve dokuma çuvallarla yola koyulurdu. Eskiden bu göçler hep yürüyerek yapılırmış. Bizim zamanımızda hem kamyonlarla hem de yürüyerek yapılırdı.
 
Her köyün göçü bir diğerinden farklı zamanlarda olurdu. Benim çocukluk yıllarımda Yazıcalıların göç kafileleri perakende olarak bizim köyden geçerdi. Yolda kendilerini seyreden çocuklara varlıklı aileler heybelerin içinden kürüller atar, cömertliklerini gösterirlerdi. Bu biraz da bizim verene bey, vurana yiğit derler sözünün de bir devamı gibiydi. Benzer şeyleri biz Dede Korkut gibi en eski metinlerimizde de görürüz. Orada da dağ gibi et yığdım, deniz gibi kımız sağdım tabirleri, beyliğin vermekle olduğunu gösteren adetlerdir. Bu bizim oralarda da aynen devam etmiştir. Hakiki kültür böyledir, kendini devam ettirir. Bizim için de tam bir heyecan fırtınası, atılan kürülü herkesten önce kapma ve kendini gösterme fırsatıydı bunlar. Eski kültürümüz de böyledir. Çocuklara ad verme bile hemen değil, çocuğun belli bir hüner göstermesinden sonra yapılırdı. Gerçi bizde ad çocuk doğunca verilir, sonra göbek kesilirdi. O da ayrı bir hikâye. Elinde göbek parçasıyla caminin etrafında çocuk koşturulurdu. Bu adetleri bugün gibi hatırlarım. Böylece çocuk camili olsun, camiyle hemhal olsun istenirdi. Memleket bu, kültür buydu.
[i]Prof.Dr., (E) Öğretim Üyesi
Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen