İnsanın Taşrası-IV

Abdulkadir İLGEN
Elias Canetti, Kurtarılmış Dil adlı yapıtında, “Hiç kimsenin ardında bir şey bulunduğunu aklına getirmediği bir kapı ansızın ardına dek açılıverir ve insan kendini her şeyin yeni bir ad taşıdığı, uzaklara, daha uzaklara, ta sonsuza kadar uzanan bir manzaranın ortasında, o manzaranın ışığı altında buluverir” derken, varlığın Heideggervari bir tasvirini yapmıştı. Oysa hayat hiçbir zaman bütün öykülerini yitirmiş, bütün kapılarını kapatmış bir oyun değildir. Buna rağmen bazıları erken büyüyor. Ne ki, her şeyi bilmek ve her şeyin serhaddine vardığını sanmaktır asıl yanılgı.
 
Mesela ben, ben, hiç büyüyemedim. Hiç bir şeyin serhaddine varamadım. Hep bir taraflarım eksik, bir taraflarım çocuk kaldı, çocuk özlemlerimi aradı. Çocukken de öyleydim. Hep bir tepenin arkası, onun da arkası, arkanın da arkası diyebileceğim bir doyumsuzluğum vardı. Her bir çalı dibinin, her bir kayabaşının kendine özgü bir hikâyesi vardı benim için. Ben hep bunu aradım: Daha doğrusu aradığım kendimdi. Kendi içimdeki iniş yokuşları yokladım, onları yakalamaya çalıştım. Zaten tabiat da bütün bunların yansıması değil miydi? Köy de onun ilk örneği, çocukluk numunesiydi. Hep de öyle kaldı. Orada yaşamakla orayı yaşamanın farkını bilmeyenler anlayamazdı bunu.
 
O yılların izleri, bir kök halinde hâlâ içimde yaşıyor. Bir gün, sanırım damdaki hayvanlardan biri eve gelmemiş, sığır aramaya gidiyoruz. Babam ve ben! Hava kararmış, herkes evine çekilmiş. Henüz alaca karanlık ve biz Kuz Ören tarafına gidiyoruz. O zamanlar, oraya açılan şose henüz yok. Hayvanların yaptığı izleri takip ederek gidiyoruz. Yol o. O yüzden biz de o yola, kendimizi en ilkel itkilerin inşa ettiği o yola bırakıyoruz. Aklın değil, insiyakların inşa ettiği bir yol bu. Doğal yol. İkimiz de hayvanın sırtındayız. At zorlanıyor. Babam semerde, ben arkadayım. Yukarıda Kurt Kayası bize bakıyor.
 
Hayvan yukarı doğru tırmanmak için arka ayaklarından destek alırken, geriye doğru akan çakıl taşları, gecenin sessizliğini yırtıyor, hafif bir uğultu duyuluyor. Aşağılara doğru akıp giden çakıl taşları sarp yamaçta eriyip giderken, biz karanlıkta başka bir meçhule gidiyoruz. Arada esen rüzgâr dallarda hafif hışırtılar yapıyor. Bütün bunlara çok uzaklardan gelen boğuk kuş sesleri eşlik ediyor. Gök Kubbenin altından babam ve ben, tek güvencemiz olan hayvanın sırtında ilerliyoruz. Ben bir elimle semerin arkasından, bir elimle de babamın belinden tutunuyor, attan düşmemeye çalışıyorum. İnsan böyledir. Bir anda yeni itildiği ortama uyum sağlar; orasını, yuvası bellemeye başlar. Yeter ki bir şeylere tutunabilsin. İşte ben de, babama ve atın terkisinde semere tutunmuş, kendime yeni bir habitat, yaşam alanı yaratmıştım. O gün ne oldu, eve ne zaman döndük, hiç birini hatırlamıyorum. Aklımda kalan tek şey, o karanlıkta babamla beraber ormanın derinliklerine dalmamız oldu.
 
Korkuyor muyduk? Belli ki hem babam, hem de ben korkuyorduk. Çok sonra anlıyordum ki, babam bana, çocuk yaştaki bana, ben de babama dayanıyor, yaşama böyle tutunuyorduk. O bana yolda bir şeyler anlatıyor, böylece hem sessizliği bozuyor, hem de beni eğliyordu. Hayvan; o da, kendi yolunda yürüyerek gücünün bütün sınırlarını zorluyor, mesafeleri tüketiyordu. O gece hiç tükenmeyecek gibi geldi. Oysa bizim için bunlar hayatın rutiniydi. Çocuk demek aynı zamanda güç demekti, nüfuz demekti. Hele erkek çocuk her şeydi. Evin direği, ocağın tütmesiydi. Ben henüz kendime böyle bir anlam yüklendiğinden habersizdim. Düşler kuruyor ve en eski masalların ritmine bırakıyordum kendimi.
 
Aradan yıllar geçti. Beş kardeştik. Babam ölmüştü. Oysa o gün, o dağ başında babamın yanında ne kadar da güvendeydim. O her şeyi bilir, her şeyin bir yolunu bulurdu. Öyle olmasaydı baba olabilir miydi? Öyleydi zaten. İnsanın en temel duygularından biri de güvenlik duygusuydu. Bunun tabiattaki en somut hali de babaydı. Emniyet, ete kemiğe bürünmüş baba olarak görünmüştü. Baba sığınak; baba evin çatısıydı. Ben de atın terkisinde, o karanlık gecede babama sığınmış, ona tutunmuş ilerliyordum. Nereden bilebilirdim onun da bana tutunduğunu, benden destek aldığını. Bunu çok sonra anlayacaktım. O gün, o gece atın terkisinde bulduğum o güven duygusunu ömür boyu aradım. Baba, dağ gibi bir dayanaktı. O çöktü ve her şey çöktü.
 
Aradığımız şey hep o çatıydı. O sıcak yuvayı kaybetmiş, ortalıkta kalakalmıştık. O sırça saray yıkıldıktan sonra hep onu aradım. Meğer sırça sarayın sırrı oymuş, onun şahsında bütün o eski dünya yıkılmıştı. Daha sonra göç ettiğimiz yerde bir türlü bulamadığım şey, o gizemli çerçevenin kırılması; her şeyin tuz-buz olmasıydı. Babam bütün o dünyanın sembolü olmuştu. Onun için çok değerliydi. Nihayet o boşluğu zamanla annem doldurdu. Oysa her insan, dünyadaki her şey ve herkesten daha fazladır. Her hangi bir aileden de çok daha fazla bir şey! Fakat böyle bile olsa, köksüz hiçbir şey yaşamaz, yaşayamaz. O, herkesten farklı, “uniqe” olan ben de, köklerle bir şeydim. Yahya Kemal boşuna; “Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük/Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük” dememiş miydi?
 
Yahu Hoca! Bir Kuz Ören’e gittin, oradan nerelere vardın. Bir senin mi Kuz Ören’in var? Bir sende mi köy? Bir bak etrafına, ıstırabını içine gömmüş kimler var? Neler yaşanmış, neler hissetmişlerdir kim bilir? Ve unutma! Herkesin kendine göre bir cenneti, bir de mihneti vardır. Allah dağına göre kar verir. Ne ki, sana ağır geliyor, onu yap. Kaldırdığın ağırlık kadar feraha erersin! Ve hiçbir şey sabit ve süresiz değildir. Her şey, ufuk gibi kaçak ve kurnazdır. Ele avuca sığmaz. Bir türlü teslim olmaz, teslim etmez kendini. İnsan nasıl karanlık bir gecede bir atın terkisinde kendine bir yuva kurabiliyorsa, azgın bir denizde bir tahta parçası üzerinde de bir necat kapısı bulabilir. Taşa can veren Allah, ölüden diriyi halkeder. Hayat orada da yeniden yeşerir, meyveye durur.
Doğrudur. Hepsi doğrudur, ilmik henüz atılmamış, kapılar henüz mühürlenmemiştir.
 
O kara gecede, Kurt Kayasının dibinde yalnız değildin. Baban vardı. Sonra, sonra içindeki parçalar ufalandı. Dağıldın ya da öyle sandın. Bir ömür o parçaları topladın! Toplayabildin mi sanıyorsun? Süreç bitti mi? Bir peyzaj halinde o gecenin panoramik görüntüsünü düşün. Bir bütün olarak o görüntü, insanın varlık karşısındaki yalnızlığını anlatıyordu. Yalnızlık ve sığınma duygusu! Ernest Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” romanında yarattığı tipleme de öyle değil miydi? Başka bir Nobel ödüllü yazar William Faulkner bu kitap için, “Hemingway, bu kitapta ilk kez Tanrıyı keşfetti” deme gereği duyar. Ben de, o gece karanlığında, Kurt Kayasının dibinde, çam ağaçlarının bütün ufku kaplayan o ürkütücü manzarası ve sonrasında, o zaman olmasa bile çok sonra, insanın en temel ihtiyacı olan Tanrı’nın azametini hissettiğimi anlıyorum.
 
Hoca, beni de etkiledin. Evet öyledir. Sen zannediyor musun ki, o gece olanlar birer rastlantıydı? O kara gece sembol, baban semboldü. Üzerine bindiğiniz at da semboldü. Hepsi birer sembol, hepsi apaçık işaretlerdi. O kara gecede yaşadığın her şey şu hayat denilen sınavdı. Güvendiğin, sırtını dayadığın ve aslında onun da sana güvendiği baba rolü, seni, varlığın Asıl Sahibine, Allah’a götüren bir simge, bir işaretti. Bindiğin at ve onun çabası, o da; gayret atı ve sebeplerdi.
Evet, hüner, ibret almakmış, bunu düşündü ve şükretti.
Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen