İnsanın Taşrası-V

Abdulkadir İLGEN[i]

O sene yaylaya çıkamadılar. Yayla Vakti köy hep ıssız olur. Yine öyleydi. Çeşmeden akan su bile isteksiz, tereddütlüydü. Çeşme dedikse, evlerinin hemen önünde, yolun kenarındaki köy çeşmesiydi bu. YSE’nin yaptırdığı standart çeşmelerden biri.
 
O çeşmeyle ilgili bir yığın hatırası var. Bir gün daha küçük, küçücük bir çocuk, bir bebekken, ablasının sırtına sıkı sıkıya sarılı olarak sokağa yollamışlar onu. Demek ki abla henüz beş veya altı, kendisi de bir, bir buçuk yaşlarında. Nihayet, sokağa yollanan çocuklar eve gelmek üzere caminin alt tarafında görünmüşler. Abla sırtındaki çocuğun ağırlığıyla ezilmiş,  bir an önce eve ulaşmak istemektedir. Karda bata çıka yürür gibi ilerlemektedirler çeşmeye doğru. Fakat bir türlü çıkamazlar çeşmenin karaltısından. Annenin gözleri köşede göründüklerinden beri üzerlerinde, tetiktedir. Hemen kendini dışarı atar. Çeşmenin yanına varınca bir de ne görsün! Çocuklar olukta bir batıp bir çıkmakta, neredeyse boğulmak üzeredirler. Meğerse ablası susayan kardeşini sulamak isterken, tıpkı yetişkinler gibi omuzunun üzerinden su içirmeye çalışmış ve her ne olmuşsa o esnada olmuş, ikisi de çeşmenin oluğuna düşmüşler.
 
Bizim ev işte bu çeşme ve caminin yanında, ana yolun kenarındaydı. Ön yüzü güneye, arka yüzü kuzeye bakar. Üstünde kurtağzı bir kuşkondusu vardır. Evin arkası -ki burası tıpkı yan tarafları gibi düzenle kesilmiş çiftlerle çevriliydi- Yayla Yoluna bakardı. Bahçenin üst kısmında –burası evin kuzeybatı kısmıdır- yola çıkan tali bir kapı vardı. Kapıdan çıkınca Yayla Yoluna çıkılır, oradan da samanlık ve harmana geçilirdi. Kış günleri oradan sırtında saman sepetleriyle ahıra gelen küçük ablamın silueti hâlâ gözlerimin önündedir. O yolla bahçe arasında uçları sivri tahta çitler olduğu için, arkası, yol tarafı gözükmezdi. Yayla vakti, o ıssızlık zamanlarında, arkadan gelen her çıtırtı, hele hele yüklü bir hayvansa bu, ayrı bir gizeme bürünür, bizi farklı bir âleme götürürdü.
 
O günlerde de öyleydi. Arkadan gelen her bir sese, o da takılıyor, o sesle birlikte en uzaklara, en eski ataların hatıralarına gidiyordu. O sessizlikte böylece yepyeni bir dünya kurmuş, o dünyanın sakinleri arasına katılmıştı. Kimler yoktu ki orada! Bütün Atalar Meclisi toplanmıştı. Orada onlarla söyleşiyor, her bir kareye yepyeni renkler ilave ediyordu.
 
Ara sıra gidip geldiği, ziyaret ettiği bu dünya; uçsuz bucaksız açık denizde sığındığı bir ada, vaha gibiydi. İhtiyaç duyduğu gıdayı hava zerrelerinden toplayan bir çöl bitkisine dönmüştü. O kadar yalnız, ama bir o kadar da varlığını sürdüren, soylu bir geleceğin umudunu taşıyan köklü bir sürgün olarak hayata tutunuyordu. Fakat hayat kendi ritminde, bütün zamanı hareketsiz tek bir renge, yokluğun rengine boyayan siyah beyaz bir ritimle devam ediyor, kendi hükmünü icra ediyordu.
 
Evin arkasındaki Yayla Yolu, onu sadece bulunduğu zamana değil, bütün bir geçmişe, bilinmeyen her şeye bağlıyordu. Oranın ötesi Ören Deresi, Başalan, Kavşannacı, Fındıklı, Çanlı, Sulu Ceviz, Dik Yol, Bakacak… ve nihayet gizemine bir türlü eremediği ufuklar ve ötesi, ötenin de ötesindeki diyarları simgeliyordu. Oralar aşılırsa, kim bilir, beki de kimsenin daha önce ayak basmadığı yerlere ulaşılabilir, oraların sakinleriyle hasbihal edilebilirdi. Belki de oralarda her şeye aşina insanlar, dostlar bulabilirdi. Bunları ve daha başka nice şeyi düşünüyor, kendi kendini teselli ediyordu. 
 
O ıssız yaz günlerinde, kaynayan güneş ve akşam serinliklerinden başka hiçbir şey kalmamıştı aklında. Harman yeri, bütün düğümün çözüldüğü nihai toplanma yeriydi. Başak yüklü buğday tutamları denk denk hayvanlara yüklenerek buraya getirilir, yığın yapılırdı. İlk yığın ekinin biçildiği tarlada yapılırdı zaten. Biz çocuklar hayvanla sapa dönerdik. O da bir eğlence sayılırdı. Sonra, Harman yerindeki saplar düvenle sürülür, akabinde tınaz savrularak “dene” (tahıl) samandan ayrılırdı. Fakat o sene bunların her biri bütün renklerden soyularak, bin bir mihnet ve sıkıntıyla yapıldı.
 
Bundan bir yıl evvel, yine bir yaz günü ablasıyla harmandaydılar. Anneleri küçük kardeşleriyle yaylada, bu ikisi, babalarına yardım etmek üzere köydeydiler. Güneş, tam tepelerinde, her şey kaynıyor; toprak bile alev alev yanıyordu. Papatyalar kurumuş, çiçekleri toz olmuştu. Terleyen çocuklar, akan teri temizlemek için yüzlerini siliyor, tabii bu arada elle temas eden çiçek tozları yüze bulaşıyordu. Bir anda yüzünün yandığını hissetti. Sanki yüzü alev almış, tutuşmuştu. Doğruca abla kardeş koşarak çeşmeye koştular. Yanan alevi söndürmek, kurtulmak istiyordu. O gün öğrenmişti, kuru papatya çiçek tozlarının yüzü yaktığını, alerji yaptığını.
 
Eskiden olsa, akşam saat dokuzda radyoda yayınlanan arkası yarın dinleyen iki ablasının heyecanına ortak olur veya başka meşgalelere dalardı. Şimdi öyle değildi. Köyde tek başlarına kalmışlar da, yapayalnız bir kenara itilmiş gibiydiler. Zaten ablası da gelin olmuş, evden çıkmıştı. O rengârenk ortam boşalmış, her yer ıssızlaşmıştı. O yılların Anadolu’su da tıpkı evleri gibiydi; ıssız, yeknesak bir Anadolu! Yokluk ve çaresizliğin kanıksandığı, içselleştirildiği bir dünya idi bu dünya! Bir de bunun üstüne ölüm binmişti.
 
Aklında kalan en acımasız hatıra, Tepe Yakasında, o çölün ortasında annesiyle beraber geçirdiği bitmek tükenmek bilmeyen saatler, günlerdi. Ekin biçiyorlardı orada. Koskoca tarlada ana oğul iki kişi. İki tane de koyunları vardı. Annesi her seferinde, “Oğlum” diyor, “Hele bir bak şu koyunlara, yerlerinde duruyorlar mı?”. O da her seferinde “Evet, anne yerlerindeler” diyordu. Annesi daha fazla dayanamadı. “Hadi oğlum” dedi, “Getir şu koyunları”. Bir de ne görsünler! Koyunlar yerlerinde değil. Kaybolmuş hayvanlar ve bir daha asla bulamadılar.
 
Aranmadık hiçbir yer bırakılmadı. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmişlerdi. Hiç bir ize rastlanmadı. Aranmadık ne yayla yolları, ne de sair köy bayırları kaldı. Kundaktaki bebek, babasını hiç hatırlamayacak o çocuk süt bekliyor, anne çaresizce derdine deva arıyordu. O yılın yazı, kendisi için köyde son yaz oldu. Bir daha o ortamı asla yaşamadı. Her zerresine bir marka gibi işlenen o memleket toprağı, bu sefer de ilaç yerine bile olsa, bulunmaz, ulaşılmaz bir yer olmuştu.

———————————

[i]Prof.Dr., Bilecik Şeyh Edebali Ünv. (E) Öğretim Üyesi

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen