Dini Düşünceyi Bir Temele Yaslamak: Delil

Dini Düşünceyi Bir Temele Yaslamak: Delil[1]

 

Giriş

Son zamanlarda özellikle bazı kesimlerce dini konularda hüküm verme yarışı yapılmakta, Kur’an ayetleri ve vahyin genel ilke ve prensipleri göz ardı edilerek rivayetler üzerinden “kendi dini inanışları” insanlara “ed-din” olarak dayatılmak istenmektedir. Kişi mensup olduğu grubun, topluluğun, cemaatin savunularını din olarak kabul etmekte, din adına takip ettiği kişi/leri yücelterek onun her söylediğini hakikat olarak algılamaktadır. Hâlbuki İslam âlimlerince ittifakla kabul edilen üç bilgi kaynağına yani akıl, duyular ve vahye/doğru habere dayandırılmadan ya da delillendirilmeden paylaşılan her bilgi şüphe unsurunu içinde barındırır. Bu yüzden doğru olanı yanlıştan ayırmak için akla, sağlam delillerle yardımcı olmak elzem hale gelmektedir. Dayanılan delilin ne kadar sağlam olduğu önemlidir, zira bir takım çevrelerce çoğu zaman bilinçli bir şekilde delil olarak ileri sürülen dayanakların akla uymayan, vahiyle de çelişen bir takım zayıf ya da uydurma rivayetler olması işin aslını bilmeyenler tarafından fark edilmemekte ve verilen bilgi hakikat/doğru olarak algılanmaktadır. 

Bu çevreler zayıf veya uydurma rivayetler üzerinden olduğu gibi mezhepler üzerinden de din algısı oluşturmaya çalışmaktadır. Mezhepler dinin anlaşılması ve yorumlanmasında önemli bir görev üstlenmekle birlikte tarihi süreçte dine eklemlenen yorumsal bilgilerin mutlak bilgi kabul edilmesinin ve mezheplerin dinin kendisi olarak algılanmaya başlanmasının pek çok probleme yol açtığı bilinen bir gerçektir. Zira mezheplerin dinin kendisi gibi algılanması; mezhep imamlarının yorumlarını ve tarihi süreçte bu yorumlara diğerleri tarafından eklenen sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi içerikli diğer yorumları sorgulanamaz hale getirmiş, günümüzde farklı şartlarda yaşayan insanlara öncekilerin hükümleri aynen dayatılmış ve bunun yanlış olduğuna dair herhangi bir itirazın önü de kesilmiştir. 

Burada tartışılan husus rivayetleri ve mezhepleri yok saymak değil, rivayetler ve mezhepler üzerinden yapılan ve mutlak hakikatmiş gibi süslenerek insanlara sunulan bilgileri tartışmaya açmaktır. Daha doğrusu ciddi her hangi bir konuda konuşurken delile dayanmayan, temelsiz, isnatsız, vahye ters düşen konuşmalardan/konuşanlardan ve yanlış yorumlardan uzak durmaya bir çağrı görevidir. Kısaca her mümini aklını selim bir şekilde kullanmaya ve vahyi anlamak için gayrete davettir. Zira insan, gerek tenzil edilen/indirilen ayetleri (vahiy) ve gerekse tekvin edilen/yaratılan ayetleri (evren ve işleyişi) anlamada, aklı kullanmaktan birinci derecede sorumlu bir varlıktır.

I. Akıl ve Delil Üzerine

Akıl; Kur’an-ı Kerîm’e göre insanı diğer canlılardan farklı kılan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan bir güçtür. Ancak Kur’an’da akıl kelimesi isim formunda kullanılmamakta biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle akletmenin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Zira değerli olan aklın bizatihi kendisi değil, onu sağlıklı bir şekilde ve doğru kullanmak değerlidir. Kullanılmayan, başkasına emanet edilen ya da doğru kullanılmayan akıl, akıl değil sahibine yüktür.

Kur’an terminolojisinde akıl; “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler.[2]Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “… Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler”[3]diyerek yermiş ve hakikati örtülediklerini belirtmiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir”[4]ayetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakları[5]belirtilmiştir. Kur’an’ın birçok ayetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Allah ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır”[6]ayetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.[7]

Bir konu hakkında gerçeğe/hakikate ulaşabilmenin sağlıklı yolunun öncelikle akletmek olduğu yani fiili olarak sağlıklı bir akıl yürütmeye ve sağlam delillere ihtiyaç duyulduğu aşikârdır. Ayrıca İslam dininin hem Kur’an ayetlerine hem de dini literatüre bakıldığında akletme dışında delalet, delil, istidlal, hüccet, beyyine, burhan ve ayet kavramlarının da bilinmesi ve dini bir konuda konuşurken temelsiz konuşmalardan ve özellikle hüküm vermekten uzak durulması gerekmektedir. Öncelikle bu kavramların neyi ifade ettiğine kısaca bir göz atmak sağlıklı olacaktır.

1. Delalet;sözlükte “yol gösterme, kılavuzluk etme” anlamına gelmektedir. Dil ve edebiyat, mantık, cedel, fıkıh usulü gibi ilimleri yakından ilgilendirir. Söz, davranış, yazı, hareket, durum gibi herhangi bir şeyin belli bir bilgi, anlam ve hükümle bağlantısını ifade etmek üzere ortak olarak kullanılan bir kavramdır.[8]

2. Delil;Arapçada “yol göstermek, irşat etmek” anlamındaki delâlet kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olup “yol gösteren, doğru yola ve doğru sonuca götüren” manasına gelir.[9]Kur’an-ı Kerîm’de bir ayette “kılavuz” anlamında kullanılmakta,[10]ayrıca altı ayette “kılavuzluk etmek; göstermek, haber vermek” manalarında aynı kökten türeyen fiiller yer almaktadır.

3. İstidlal;sözlükte “yol gösterme, rehberlik etme” anlamındaki delalet kökünden türeyen ve “birinin rehberliğini isteme, delil arama” gibi manalara gelir. Mantık terimi olarak da “bir iddiayı ispat etmek amacıyla delil ortaya koyma” anlamında kullanılır. İstidlal, daha önce doğruluğu bilinen yahut doğru olduğu sanılan bir hüküm veya hükümlerden hareketle bilinmeyen bir hükme ulaşmaktır. Bu ise bilinmeyene ulaşabilmek için bilinen hükümleri belli bir şekilde düzenlemeyi gerektirir.[11]

4. Hüccet; Sözlükte “kastetmek, yönelmek, ziyaret etmek, üstün gelmek” anlamına gelen hacc kökünden türemiş bir isim olup “isabetli yönelişi kanıtlayan delil” demektir. Hüccet Kur’an’da yedi yerde isim olarak, on dört yerde de fiil kalıbında kullanılır. Hüccetle ilgili ayetleri inceleyen âlimler Kur’an’ın bütün iddialarını kesin hüccetlere dayandırdığına, fikri mücadelelerin hüccetlerle yapılmasını emrettiğine, bundan dolayı onun baştan sona hüccetler, beyyineler ve burhanlarla dolu olduğuna dikkat çekmişlerdir.[12]

5. Beyyine;“ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak” manasındaki beyn veya “açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek” anlamındaki beyan kökünden sıfat olup “apaçık delil, hüccet, kesin belge” demektir. Kelimenin kökünde bulunan “ayrılmak” ve “açık seçik olmak” manaları birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen meçhul veya az çok kapalı olan bir bilgi konusu önce benzerleri arasından ayrılır, sonra da rahatlıkla bilinebilecek açık ve seçik hale getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar ve bu sebeple ona “doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran belge” anlamında beyyine denir.[13]

6. Burhan;Arapçada “berraklaştırmak, açıklığa kavuşturmak; delil getirmek” anlamındaki “b-r-h” kökünden türediği kabul edilir. Kur’an-ı Kerim’de “hak ile batılı birbirinden ayıran kesin delil” karşılığında kullanılır.[14]Burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş, dolayısıyla bir iddianın kabul veya reddedilmesi bu şekilde bir ispata bağlanmıştır. Buna göre burhanda esas olan, ihtiva ettiği bilginin doğru olmasıdır. Belli mantık kalıpları uygulanarak doğruluğu ispatlanamayan bilgi burhan haline gelmez.[15]Bu nedenle olsa gerek, Müslüman filozoflar, cedel/diyalektik ve hatabi/retorik yöntemlerinden ziyade burhan yöntemini öncelerler, yakini bilgiye ulaşmanın biricik yöntemi olarak görürler. [16]

7. Ayet; sözlükteki asıl anlamı “birşeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alamet”tir. Buna bağlıolarak”açık alamet, delil, ibret, işaret” gibi anlamlarda da kullanılmıştır.[17]Kur’an- ı Kerim’de Allah’ın varlığını ispat etmeyi amaçlayan delillerden çoğunlukla ayet diye söz edilir.[18]

Bu temel kavramları verdikten sonra İslam dininin özünde yer alan ve Kur’an’da da sürekli vurgulanan akletmek ve delile sahip olmak hususlarını sürekli önemsizleştirmeye çalışan bir takım kişi ya da mecraların Hanefi-Maturidi çizgide yani rey ekolünde olduğunu iddia etmelerinin ortaya çıkardığı paradoksu da müzakere etmek gerekir.  Zira Ebu Hanife’nin dini hükümler konusunda uyguladığı metodun bile tarihi süreç içerisinde değiştirilmiş olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Ayrıca o, bir hüküm verdikten sonra; “bu benim bu husus hakkında Kur’an ve Sünnet ışığında bulduğum görüşümdür, benim görüşümden daha iyi bir görüş bulursanız benim görüşümü bırakın onu alın” diyebilecek kadar tevazuya ve engin bir görüşe sahiptir. O halde akla, duyulara ve vahye aykırı olan bir hususu bir takım söz oyunlarıyla savunmak ve çoğu zaman Kur’an’ı devre dışı bırakarak bunu gerçekleştirmek gerçekten akla ziyan bir durum oluşturmaktadır. 

II. Duyular ve Delil

Allah’ın insanlara bahşettiği aklı besleyen ve akla bilgi akışını sağlayan en önemli yeteneği duyulardır. Yüce Allah; “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz”[19]ayetiyle insanları sahip oldukları bu eşsiz nimetlerin farkında olmaları konusunda uyarmaktadır.

Ayrıca Kur’an ayetleri özellikle insanın duyularından da sorumlu olacağını ona sürekli hatırlatmaktadır. Bugün bilim insanları, insanın bilinen ve daha çok öne çıkarılan beş duyusundan daha fazla duyuya sahip olduğunu da ifade etmektedir. Kur’an ise daha çok göz, kulak ve kalp duyularına vurgu yaparak bu duyuların doğru kullanılması konusunda insanlığı uyarmaktadır. El ve ayaklar, parmak uçlarından bahseden ayetlerle birlikte Kur’an’da, göz, kulak ve kalpten bahseden çok sayıda ayet bulunmakta; ayrıca göz, kulak ve kalp ilişkisine de özellikle dikkat çekilmektedir. Yüce Allah: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur”[20]buyurarak gözün gördüklerinden, kulağın işittiklerinden ve akleden kalbin de değerlendirme ve uygulama süreçlerinden sorumlu tutulacağını beyan buyurmaktadır. Yine “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir”[21]ayeti de kalbin akletmesinden ve körelmesine sebep olacak şeylerden uzak durulmasından bahsetmektedir. 

            Kur’an ayetlerine yansıyan şekliyle; kalplerin mühürlenmesi,[22]kalplerin hastalığı,[23]katılığı,[24]günahkârlığı,[25]kalplerde kayma olması,[26]kalplerde olanı Allah’ın bilmesi,[27]kalbin kazandıklarından sorumlu olması,[28]Kalplerin tatmin olması[29]gibi hususları dile getiren Yüce Allah, iç dünyamızı ve kararlarımızı O’nun razı olacağı ve doğru bir şekilde şekillendirmenin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Yine Kur’an’da kulaklarla ilgili olarak; yalana kulak kesilmek,[30]kulak hırsızlığı,[31]kulakların mühürlenmesi,[32]şeytana kulak vermek,[33]gerçeğe kulakları tıkamak,[34]kulaklarda ağırlık olması[35]vb. gibi hususlar dile getirilmekte bu duyu organının ve işlevinin de insan için önemine dikkat çekilmektedir. Gözün dönmesi,[36]gözün mühürlenmesi,[37]gözlerde perde olması,[38]gözün hainliği[39]vb. gibi hususlarda da gözün insanın sorumluluğu açısından önemine de dikkat çekilmektedir.

            Dolayısıyla İslam âlimlerinin temel bilgi kaynağı olarak vurguladıkları vahyin algılanmasını, Hz. Peygamberin örnekliğinin görülmesini/duyulmasını/okunmasını ve aklın da bilgi ile beslenmesini sağlayan en önemli araç konumundaki “duyular” konusunda da müminlerin duyarlı olmalarına ihtiyaç vardır. Görülen ve duyulan şeylerin gerçeği ifade edip etmedikleri açısından kontrol edilerek akla ve vahye de müracaat edilmesi, sağlıklı kararlar almada ve hakikate ulaşmada önemli bir etken olduğunda şüphe bulunmamaktadır.

III. Mezhep Yorumları ve Delil

Bir müminin inandığı dini yani İslam’ı, dinin ilke ve prensipleri açısından doğru tanıması, bunun için vahyi yani Kur’an’ı da anlamaya gayret etmesi ve rivayetleri de vahyin hakemliğinde değerlendirmeye alması yanlış algılara ve iddialara panzehir görevi görecektir. Kur’an’ın da çeşitli ayetlerde vurguladığı kişinin sağlıklı bir bakış açısı ortaya koyması uyarısı günümüzde dile getirildiğinde, aynı mecraların bunu dile getirenleri hadis inkârcısı, mezhep düşmanı şeklinde etiketlemesi ve ötekileştirmesi de düşündürücüdür. Ne denmek istendiğini birkaç örnek üzerinden göstermek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. 

Örneğin İslam’ı kabul ettikten sonra vaz geçen yani inkâr eden, dinden dönen/mürted kimse/lere ölüm cezası verilmesi dört mezhep tarafından da kabul edilmektedir. Bugün mürtede ölüm cezasını savunan, gelenekte bu varsa doğrudur diye kabul eden pek çok insan bulunmaktadır. Ülkemizde bu durum fiiliyata dökülmese de başka ülke ve bölgelerde bir takım zahiri-selefi örgütlerce bu durumun uygulandığını görmek mümkündür. Dinde zorlamanın olmadığını ifade eden[40], Hz. Peygambere sadece tebliğ görevi vererek zorlama yapmaması[41]konusunda onu uyaran Kur’an ayetlerine rağmen bu hükme nasıl ulaşılmıştır? sorusunu bütün müminlerin sorması gerekmektedir.  Tam da bu duruma yani dinden dönme/mürted durumuna uyan ve net hüküm veren ayetler var mıdır? sorusu ise ikinci hayati soru olmalıdır. Öncelikle bu hususu açıkça ortaya koyan ayet var mıdır? Evet vardır. 

“İman edip (1. İman) sonra inkâr edenleri (1. İnkâr), sonra yine iman edip (2. İman) tekrar inkâr edenleri (2. İnkâr), sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir”[42]ayetini okuduğunda anlamayacak bir mümin düşünülemez. İki kez iman edip iki kez de inkâr eden yani dinden dönen ve inkârında da devam eden kimseden bahseden bu ayete göre dinden dönenin cezasını Yüce Allah ahirette vereceğini açıkça ifade etmektedir. Zaten eğer dinden dönen öldürülecek idiyse bu kimse ikinci kez iman edemeyecekti, buna fırsatı da olmayacaktı.[43]Dolayısıyla İslam dininde bir kimse sırf inancı dolayısıyla cezalandırılamaz, bu kimselerin cezası ancak Yüce Allah tarafından verilecektir. Zaten din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak mürtedi tövbeye zorlamak o kişinin münafıklığına zemin hazırlar. İman ya da inkâr kişinin kendi özgür iradesiyle yapacağı bir tercihe bağlı olmalıdır. Bir insanı ölüm veya tövbe şeklinde iki seçenekten birisini tercihe zorlamak Kur’an ve sünnetin temel ilkeleri açısından uygun bir davranış değildir.

Bir de her dönemin şartları ve ortaya çıkan sorunları bağlamında üretilen çözümlerin (fetvaların) mutlaklaştırılması tarih felsefesi açısından tipik tarihselci/totaliter, dini terminoloji açısından neo-selefi bir zihniyetin ürünüdür. Oysa her hüküm kendi dönemindeki sorunu çözmek için üretilmiştir ve mürtedin o dönemde verilen hükmünün –fitne ve kargaşa çıkarması, açıkça topluma düşmanlık etmesi kısaca terör suçu işlemesi gibi ek sebeplerle- İslam’ın siyasi gücüne yönelik olası zararları gidermek için verilmiş olabileceği de göz ardı edilmemelidir.[44]

IV. Rivayetler ve Delil

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin birisinde bir kız öğrencim; “Hocam Peygamberimiz bizden (kadınlardan) nefret mi ediyor?” diye sormuştu. “Öyle şey olur mu Hz. Peygamber (sas) kadın erkek her Müslümanı sever” dediğimde, öğrencim defterini açıp Hz. Peygambere (sas) nispet edilen ve Kütüb-i Sitte[45](altı kitap) adı verilen hadis kitaplarının bir kısmında da bulunan “Bir şeyde (uğursuzluk) olsaydı, bu atta, kadında, meskende olurdu”[46]hadisini okudu. Ardından da “Peygamberimiz biz kadınlara uğursuzluk atfediyor, kime sorduysam o kitaplarda geçiyorsa doğrudur, bir hikmeti vardır biz bilemeyiz cevaplarını aldım” dedi.  

Öğrencimize bu hadis bağlamında Hz. Aişe’nin itirazını, ilgili kaynaklardan kendisine okutunca öğrencimin tepkisi harikaydı: “Öğretmenim şimdi ben Peygamberimi (sas) daha çok seviyorum.” Hz. Peygambere (sas) atfedilen bu sözü sırf bazı kitaplarda geçiyor diye eleştiriye tabi tutmamak aklıselim sahibi bir Müslümana yakışmaz. 

Hz. Peygamberin (sas) vahye muhalif, insan onurunu kırıcı, aklın kabul etmeyeceği bu ve buna benzer sözleri söylemeyeceği aşikârdır. Zira Hz. Peygamberin (sas) bu sözünün nakleden tarafından eksik dinlendiği, bu tür inanışların Cahiliye dönemi ve tahrif edilen Yahudilik dininin inanışları olduğu, bu hususun Hz. Peygamber (sas) tarafından sözünün başında ifade edildiği, Allah’ın uğurlu uğursuz varlıklarının olmayacağı Hz. Aişe tarafından ifade edilip sözü nakledenin yanlışı düzeltilmiştir.[47]

Bu bağlamda Hz. Aişe’nin uğursuzluk meselesine yaklaşım biçimi, hadislerin metin açısından analiz edilmesinde aydınlatıcı bir örneklik teşkil etmektedir. Bu örnekliğin merkezinde hadislerin birey ve toplum yaşamındaki olası durumlara göre Kur’an merkezli bir bakış açısıyla okunması gelmektedir. İbrahim Sağlam da, uğursuzlukla ilgili hadislerle ilgili yaptığı araştırmasının sonucunda, Bu hadislerden hareketle uğursuzluk inancının kabul edilemeyeceği; ev, eş, binit gibi konularda uğur ya da uğursuzluk beklentisinin bireyin İslâm anlayışıyla uyuşmadığı; uğursuzluğun olduğu düşünülen unsurlarda görülen bereketsizlik ve şer şeklindeki bazı olumsuzlukların Allah’a nispet edilmesinin doğru olmadığı ve insanların uğursuzlukla ilgili bir kuruntuya kapıldıklarında Allah’a sığınmaları gerektiği sonuçlarına ulaşmıştır.[48]Eleştirel akıl ve okuma da bunu gerektirir. Birçok dini sorunun çözümü de bu bilinç düzeyine ulaşmakta yatmaktadır.

Sonuç yerine

İki örnek üzerinden incelemeye çalıştığımız bilgi ve delil ilişkisine daha farklı örnekler vermek de mümkündür. Yüce Allah’a mekân ve zaman atfetme garabetine ve bunun mümkün olamayacağına dair ayetler[49]olmasına rağmen Hz. Peygamber’in Allah’la görüştüğünün iddia edilmesi, tahrif edilmiş Yahudi ve Hristiyan kültürden devşirilen ve İslam’ın içine inanç olarak sokulan mehdi-mesih inancı, Kur’an ayetlerinde bulunmayan ancak Avesta ve Ardavirafnameden[50]yani Zerdüşt inancından İslam’a transfer edilen sırat köprüsü, insanın özgürlük ve sorumluluğunu yok sayan cebri yorumla yorumlanan kader inancı, hesap görecek olanın Yüce Allah olduğunu ve ahiret hayatında sorgudan sonra yine onun hüküm vereceğini yok sayan kabir hayatı/azabı inancı, Kur’an evlilik çağı konusunda “nikah çağı” ve “rüşd/olgunluk çağı”[51]demesine, ergenlik dönemine atıf yapmamasına rağmen bunu ergenliğe indirme ve küçük yaşta evliliği savunma gibi pek çok konuda bilgi ve delil ilişkisine dolayısıyla bilgide hakikate ulaşmaya ihtiyaç bulunmaktadır. 

Dolayısıyla sağlıklı/selim bir akıl ile vahyin temel ilke ve prensipleri merkeze alınarak ve sağlam deliller ışığında, salim duyularla doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olabileceğini kavramak gerekmektedir. Doğru bilgiye ve hakikate ulaşma gibi bir derdimiz varsa; kişileri kutsamaktan ya da kişi merkezli bilgilerin mutlaklaştırılmasından ve Kur’an dışındaki kitapların kutsanmasından da vaz geçilmesi yapılacak ilk iş olmalıdır. Zira “falan kişi söylüyorsa doğrudur, filan kitapta varsa mutlaka hakikati yansıtır” ön yargısından kurtulmadıkça doğruyu bulmak zorlaşacaktır. Burada yolumuzu el-Furkan/doğruyu yanlıştan ayıran ve en-Nur/karanlıkları aydınlatan Kur’an belirleyecektir.

            Hz. Peygamber dışında bir sözü kimin söylediği önemli değildir, söylenen sözün hakikati içerip içermediği önemlidir. Burada sözü söyleyenden ziyade,  söze/mesaja dikkat kesilmek kastedilmektedir. Diğer bir ifadeyle parmaktan ziyade parmağın gösterdiği yere bakmak gerekir.  Hz. Peygamber’e atfedilen bütün sözler de Kur’an merkezli anlaşılmaya muhtaçtır. Zira Hz. Peygamber’e atfedilen sözlerin eksik, hatalı hatta uydurma olma ihtimali bulunmaktadır. Kur’an ayetleri dışında diğer kitapların bağlayıcılığı da yoktur. Kur’an’ın ifadesiyle “Şeytani güçlere kulluk etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere bir müjde vardır. (Ey Resulüm!) O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarıma bu müjdeyi ver! İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır”[52]ayeti çerçevesinde bütün sözleri dinleyip en güzeline uymak ilkesi benimsenmelidir. Ayetin sonundaki ulu’l el-bab/akıl sahipleri vurgusuna da dikkat çekelim.

            Hakikat derdi olan bir müminin din ile ilgili her konuda özellikle de hüküm içeren hususlarda dikkatli olması, söyleyenin kim olduğuna bakmadan sözün içeriğine odaklanması akla ve vahye uygun olmayan sözlere kulak asmaması, sözü söyleyenin de sözünü delillendirmesi gerekmektedir. Kendisi de burhan ve delil olan Kur’an ayetlerinde de delilin önemi pek çok örnekle birlikte vurgulanmaktadır. Hesap günü delilin önemini vurgulayan “(O gün) her topluluktan bir şahit çıkarırız: “Delillerinizi getirin” deriz. O zaman, gerçeğin Allah’a ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar”[53]ayeti dünya hayatındaki uydurmaların ya da delilsiz konuşma ve yaşamanın kötü sonuçlarına dikkat çekmektedir. Ehl-i kitap üzerinden verilen “Onlar: “Yahudilerden ve Hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet’e giremeyecek” dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de ki: “İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun”[54]ayeti de delilin önemini vurgulamaktadır.  

Yüce Allah tarafından Mübin olarak isimlendirilen Kur’an’ı yani ilahi vahyi/mesajı merkeze almak, onu anlamaya ve hayatına tatbik etmeye çalışmak, bütün bunları insana nimet olarak verilen aklı sağlıklı bir şekilde kullanarak gerçekleştirmek, sorgulayarak ve araştırarak hakikatin peşinde koşmak bir mümine düşen görevler arasındadır. Ve tabii ki her müminin olmazsa olmazı; “…Ta ki helak olan; apaçık bir delilden dolayı helak olsun, yaşayan da apaçık bir delilden dolayı yaşasın. Hiç kuşkusuz Allah (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir”[55]ayeti gereğince delil üzere kurulu onurlu bir şekilde yaşamayı ilke haline getirmek olmalıdır.

            

Dipnotlar

[1]Prof.Dr. Mevlüt UYANIK Hocama tashih ve katkılarından dolayı şükranlarımı sunuyorum.

[2]Ankebut 29/43

[3]Bakara 2/171

[4]Yunus 10/100

[5]Mülk 67/10

[6]Bakara 2/242

[7]Süleyman Hayri Bolay, “Akıl” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.2, 1989, s.238-242

[8]Naci Bolay, “Delalet” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.9, 1994, s.119

[9]Yusuf Şevki Yavuz, “Delil” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.9, 1994, s.136-138

[10]Furkan 25/45

[11]Abdülkuddüs Bingöl, “İstidlal” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.23, 2001, s.323

[12]Yusuf Şevki Yavuz, “Hüccet” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.18, 1998, s.445-446

[13]Bekir Topaloğlu, “Beyyine” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.6, 1992, s.96-97

[14]Bkz; Bakara 2/111; Enbiya 21/2; Müminun 23/117

[15]Yusuf Şevki Yavuz, “Burhan” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.6, 1992, s.429-430

[16]Ebu Nasr el-Farabi, İlimlerin Sayımı, çev.M.Uyanık, Aygün Akyol, Elis Yay, Ankara 2019, s.110

[17]Yusuf Şevki Yavuz ve Abdurrahman Çetin; “Ayet” maddesi, c.4, 1991, s.242-244

[18]Delil anlamındaki Kur’an ayetleri için bkz: Bakara 2/164; Rüm 30/20-25; Enbiya 21/31-32; Nahl 16 /66-69; Casiye 45/3-5; Ra’d 13/2-4; Yunus 10/5, 67; En’am 6/95-99

[19]Müminun 23/78; ayrıca bkz: Secde 32/9; Mülk 67/23

[20]İsra 17/36

[21]Hac 22/46

[22]Bakara 2/7

[23]Bakara 2/10

[24]Bakara 2/74

[25]Bakara 2/283

[26]Al-i İmran 3/7-8

[27]Nisa 4/63

[28]Bakara 2/225

[29]Al-i İmran 3/126

[30]Maide 5/41

[31]Hicr 15/18

[32]Nahl 16/108

[33]Şuara 26/223

[34]Nuh 71/7

[35]En’am 8/25; İsra 17/46

[36]Hicr 15/15

[37]Nahl 16/108

[38]Kehf 18/101

[39]Mümin 40/19

[40]Bakara 2/256

[41]Gaşiye 88/21-26

[42]Nisa 4/137

[43]Diğer ayetler için bkz: Bakara 2/217, Al-i İmran 3/86-89; Al-i İmran 3/90-91; Maide 5/54; Nahl 16/106-109

[44]Maide 5/32-34

[45]Kütüb-i Sitte; Hz. Peygamberin hadislerini içeren ve sahih oldukları kabul edilen altı hadis kitabına verilen isimdir. Buhari ve Müslim’in Sahihleri ile Tirmizi, İbn Mace, Nesai ve Ebu Davud’un Sünenlerine verilen addır. Bu altı kitaba ayrıca üç kitap ilave edilerek Kütüb-i Tis’a yani dokuz kitap olarak isimlendirilmiştir. Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i ve İmam Malik’in Muvatta’sı ile Darimi’nin Sünen’i diğer üç kitabı oluşturur.

[46]Buhârî, Cihad 47, Nikâh 17; Müslim, Selam 119; Muvattâ, İsti’zân 21

[47]İlgili Hadisin yorumları için bkz: Zerkeşi, Hz. Aişenin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Otto Yayınları, 2015, s.39-42; M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Otto Yayınları, 2013, s.382-384; Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemlerin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Otto Yayınları, 2014, s.238-246

[48]İbrahim Sağlam,‘Uğursuzluk Üç Şeydedir…’ Rivayetinin İsnad Ve Metin Yönünden Tahlili, Kırıkkale İslami İlimler Fakültesi Dergisi, (KİİFAD), 2017, Yıl II, Sayı III, ss.81-108

[49]Enam 6/103: “Gözler O’nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” Ayrıca bkz: Araf 7/143

[50]Ardaviraf, Ardavirafname (çev. Nimet Yıldırım), s.39

[51]Nisa 4/4-6

[52]Zümer 39/18

[53]Kasas 28/75

[54]Bakara 2/111

[55]Enfal 8/42

Yazar
Ahmet ARIN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen