Bak Postacı Geliyor-XXV: Tıbbiyelilerden Alfabeye

Bizde bir laf vardır: “Tıbbiyeden her şey çıkar, arada bir de doktor çıkar.” Galiba bu sözü kendisi de doktor olan  “Elhan-ı Şita”nın şairi  Cenap Şahabeddin söylemiş. Buna benzer bir espriyi de büyük hikâyeci Çehov, bir tablo gibi asmış duvara  “Tıp nikâhlı karım, edebiyat metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiririm.”

Bu söz, doktorluğu hafife almak için söylenmiş bir söz değil, aksine doktorların, hayatın ve sanatın hemen hemen her dalında, takdir edilecek derecede büyük işlere imza attığını anlatmak içindir.

Bizim sanat ve edebiyat dünyamızda da tıbbiyeli unvanının yanına yeteneklerini ekleyen o kadar çok şahsiyet vardır ki saymakla bitmez. Fakat yine de bu konuda bir misal vermeden geçemeyeceğim. Adı, Rıfat Osman… Cenap Şehabettin’in mezun olduğu Mekteb-i Tıbbiye’den yüzbaşı doktor rütbesiyle 1899’da mezun olur.  Doktorluğunun yanı sıra iyi bir tarihçi, ressam ve aynı zamanda Edirne Türk İslam Eserleri Müzesinin kurucusudur. Ondan yirmi dört yaş küçük olan bir başka meslektaşıyla, Prof. Dr. Süheyl Ünver’le mektuplaşmaları ise bizim yazımızın mihenk taşıdır.

Prof. Dr. Süheyl Ünver de Rifat Osman gibi tarih ve kültür hazinesidir. Ney üflemiş,  resim, minyatür, hat sanatı ve geleneksel sanatlarla ilgilenmiş bu alanda onlarca eser vermiş, yapmış olduğu bu çalışmalarla kültür dünyamıza büyük katkılar sağlamıştır.

Sühey Ünver’in “üstad” diye takdim ettiği Dr. Rifat Osman’la mektuplaşmaları,  1923’ten, Rifat Osman’ın ölümüne, 1933’e kadar devam eder. Mektuplarında tıptan, tarihe, dönemin siyasi olaylarından sanata kadar çok geniş bir yelpazede fikir alışverişinde bulunurlar. İlim, kültür ve sanat dallarında öne çıkan bazı isimler hakkında birbirlerini bilgilendirirler. Bu mektuplar Osmanlı devletinin çöküş yıllarına, Cumhuriyet tarihimizin ilk on yıllık dönemine, siyasî ve kültürel değişimlerine şahitlik eder.  Bizim üzerinde duracağımız mektupların konusu ise  “Harf İnkılâbımızı” ilgilendirmekte.[1]

 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsât Kanunun ardından Hüseyin Cahid’in 6 Mart 1924 tarihinde Tanin’de yayımlanan  “Lâtin Harfleri” isimli yazısı üzerine çıkan tartışmalar devam ederken Rifat Osman, Nisan 1924 tarihinde dostu Ünver’e, yazdığı mektubunda Hüseyin Cahid’in düşüncelerine karşı çıkar ve “alfabe değiştirmekle ilerleme arasında bir alaka yoktur” tezini ileri sürer.

Gerçi Tanzimat’la başlayan bu dil ve alfabe tartışmaları, Meşrutiyet’te devam edip Cumhuriyet’te son bulurken bu konuda lehte ve aleyhte olanlar sadece Hüseyin Cahid ve Rıfat Osman değillerdir; daha birçok isim bu konuda seferber olmuştur.

Her neyse biz, Rıfat Osman’ın mektuplarına dönelim. 17 Haziran 1928 tarihli mektubunda “Latin alfabesi kabul edilse bile gayri resmi yazışmalarında ve mektuplarında eski alfabeyi kullanacağını belirtir.”

Ancak Ağustos 1928 tarihinden itibaren Latin alfabesinin kabulü yönünde ciddi adımların atıldığını, bizzat Atatürk’ün bir başöğretmen gibi kara tahtanın başına geçtiğini görünce harf inkılâbını benimsemeye başlar. Çünkü asırladır ihmal edilmiş bir milletin adına konuşan Mustafa Kemal Atatürk, 9 Ağustos 1928 akşamında, Gülhane Parkı’nda, kadınlı erkekli büyük bir topluluğun arasında, şunları haykırıyordu:

“…Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Bütün millete, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir heyeti içtimayiyenin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olarak utanmak lâzımdır. Bu millet, utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış ve iftiharlarla tarihini doldurmuş bir millettir…”

Artık yol açılmıştı. Rifat Osman da yeni harfleri öğrenme ve öğretme kampanyasına katılmış, kızı Mihrinaz ile eşi Zehra’nın okuma yazmayı bu yeni alfabeyle öğrenmeleri için çalışmalara başlamıştı.  18 Ağustos 1928 tarihli mektubunda Mihrinaz ile ilk dersi yaptığını söylemektedir:

“Ben de bugün Mihrinaz’a  ilk defa Latin  harflerini başlattım, ilk dersi “a,o, u, ı” dır.” Kendisi, Fransızca bildiği için Latin harflerine âşinaydı; bu sayede yeni alfabeye hemen uyum sağlayabileceğini düşünmüş ve kızının da bir an evvel yeni yazı öğrenmesini arzu etmişti.

 “Mihrinaz ve hatta Zehra Latince harflerde alıp yürüdüler. Hele Mihrinaz’ın kaligrafisi de güzel olacak. Ben de süratle yazacak derecelerde alıştım ve öğrendim.” Dese de en büyük zorluk eski alfabeyle okuma yazma bilenleri içindi. Bu inkılâbın tamda ortasında rol alan Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında şunları der:

“ Bütün zorluk bizim nesiller içindi. Eski yazı ile yetişmiştik. Her Türkçe kelime bizim için bir resimdi. Onu heceleyerek değil görerek okuyorduk. Bizler bu resmi kaybedip yerine her kelimenin yeni bir resmini koymak gibi belki de ömrümüzün sonuna kadar başaramayacağımız nankör bir külfet karşısında idik. Okuyorduk, heceleyecektik. Ama bütün okuryazarlar milletin yüzde beşi ile onu arasındaydık.” [2]

İşte milletin yüzde beşi ile onu arasında olanlardan biri de büyük hikâyecimiz Memduh Şevket Esendal’dır ve o günlerde büyükelçi olarak Tahran’da görev yapmaktadır. Tahran’dan İstanbul’a 12 Temmuz 1928’de,  oğlu Mehmet Suat’a gönderdiği mektubunda bakın neler söylüyor:[3]

“Benim oğlum,

Latin harfleri ile Türkçe yazmak meselesi bu son günlerde çok ileri gitti. Millet Meclisi Latin âdetlerini kabul etti. Latin harflerini kabul için Ankara’da bir komisyon teşkil olundu. Görünüyor ki yakın zamanda Arap harfleri de terk olunacaktır. Bu sebeple yazı ile az çok işi olanların bu mesele ile meşgul olmaları zamanı gelmiştir.

Ben şimdiye kadar boş kaldıkça Latin harfleri ile karalamalar yazdım, lâkin ciddi, devamlı bir şey yazmayı hiç tecrübe etmedim. Bugün,  ilk defa bu mektubu yazıyorum. Bakalım yazabilecek miyim ve yazdıklarımı sen okuyabilecek misin? Ve hassaten okuyabilecek misin çünkü bunu yazmak herhalde okumaktan kolaydır.

Ben buraya yazdıklarımı ancak heceleyerek okuyorum.

Şurası şüphesizdir ki gençler ve çocuklar için âtîde bu yazının çok iyilikleri olacaktır. Lâkin bugün tatbikinin gayet müşkül olduğunu da hatırdan çıkarmamalıdır… Bu elbette çalışmaya ve istidada bağlıdır. Ben kendim için çalışmak şartı ile bir seneyi kâfi görüyorum…” der ve mektup devam eder.

Ancak Esendal’ın kendisi için tahmin ettiği yeni alfabeyi öğrenme süresi Atatürk’e göre çok uzundur. Tekrar, Falih Rıfkı’nın “Çankaya” sına gidelim: Ankara’daki komisyonun hazırladığı alfabeyi İstanbul’da Atatürk’e ben getirdim. Uzun uzun tetkik etti ve bana sordu:

-Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? 

-Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirleri iki yazı bir arada öğretilecektir. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür.

Yüzüme baktı:

-Bu ya üç ayda olur ya hiç olamaz, dedi. 

Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım. [4]

Sonra… Sonrası malumunuz Atatürk, halkı yeni yazıya alıştırmak için 23 Ağustos 1928 tarihinde başlayan ve 20 Eylül 1928 tarihinde sona erecek olan yurtiçi gezilerine çıktı. Gezici alfabe hocalığı yapıyordu. Bu eğitim seferberliğine Tekirdağ’dan başlamış, daha sonra da Bursa, Çanakkale, Ecebat, Gelibolu, Sinop, Samsun, Turhal, Tokat, Sivas, Şarkışla ve Kayseri şehirlerini dolaşıp Ankara’ya dönmüştü.

Bu gezileri sırasında ilginç bir olay yaşanır ve bu olay Tekirdağ 1973 İl Yıllığı s.28-29’da Mustafa Kemal’in Tin Sûresi hâtırası olarak kayıtlarda yer alır.

Atatürk sorar:
— Hoca Efendi yeni yazı biliyor musunuz?
— Bilmiyorum.
— Eski yazıyı ne kadar zamanda öğrendiniz?
— Epey uzun zamanda.
— Yanlışsız eski harflerle yazmak kolay mı?
— Yanlışsız yazmak pek kolay değil.
Atatürk, kâğıt ve kalemi alıp hocaya vererek, eski yazıyla şu sureyi yazdırır:

«Vettini, vezzeytuni, ve turi sînîne ve hazel beledil emin lekat halaknel insane fi ahseni takvim sümme…»
Söylenen sureyi büyük bir dikkatle kâğıda yazan Hoca Mevlâna Mustafa Özeren, sonunda ne olacağını kestirmeğe çalışırken, Atatürk:
-Hocam, ben bu yazdıklarını (Valtin, Valziton) diye de okuyabilirim, buna ne dersin?
-Efendim, bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var, bunları koyduğunuz zaman aslı gibi okunur, cevabını verir.
Bunun üzerine Atatürk, kalemi eline alır. Hocanın yazısının altına bir çizgi çekerek aynı sureyi yeni Türk harfleriyle yazar ve yanındakilere okutur.

Arapça bilen bilmeyen herkes yazıyı aynı şekilde okur.
Atatürk:
— Görüyorsun ya hocam, bu harflerin şeddesi meddesi yoktur. Hem bak, bu harflerle ne kadar kolaylıkla ve yanlışsız okunuyor. İşte biz bunu düşünerek ve garp âsârını da kolaylıkla öğrenmek, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için lâtin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?

Hoca:
– Çok güzel efendim, çok güzel, diyecek bir şey yok. Allah muvaffak etsin! cevabını verir.[5]

İşte hikâye böyledir ve bence, Atatürk bu cevap karşısında hafifçe tebessüm edip yıllar öncesine gitmiştir. Çünkü Atatürk, Hoca efendinin bu “Allah muvaffak etsin” sözünün aynısını, yıllar evvel Samsun’a hareket etmeden önce 14 Mayıs 1919 gecesi, dönemin Erkan-ı Harbiye-i Umumîye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Cevat Paşa’dan da duymuştu. O gecenin hikâyesi ise kısaca şöyledir:

Samsun görevi tebliğ edildikten sonra Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın Nişantaşı’ndaki evine akşam yemeğine davet edilir. Üç kişilik bir sofra hazırlanmıştı… Yemek sonrası Mustafa Kemal konaktan ayrılırken yanında Cevat Paşa da vardır. İkisi de dalgındır. Düşüncelidir. Bir aralık Cevat Paşa yanında yürüyen arkadaşını bir müddet süzer ve sorar:

“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”

“Evet Paşam, bir şey yapacağım!”

“Allah muvaffak etsin!”

“Mutlaka muvaffak olacağız!”[6]

 “Mutlaka muvaffak olacağız” diyen adam, sözünde durmuş ve istiklâli elinden alınan bir milleti özgür;  eğitimden sağlığa, ekonomiden sanayiye kadar her alanda yoklar ve yoksulluklar içinde perişan olan bir ülkeyi ise çok kısa bir zamanda kendi ayakları üstünde durmayı başarabilen bir devlet hâline getirmişti. 

Sadece okuma yazma seferberliğindeki başarısını anlamak için şu kadarını görmek bile yeterli olacaktır: 13 milyon nüfusa sahip olan memleketin yalnız %  7’si okur- yazarken, bu oran kadınlarda % 1 bile değildir. Peki ya bugün diyerek garip bir karşılaştırmaya gerek duymadan, gelin en iyisi biz Dr. Rifat Osman’ın yazdıklarına dönelim:

28 Teşrin-i Evvel (Ekim) 1928 tarihli mektubunda Arap alfabesi ile alâkalı görüşlerini tamamen değiştirmiş gibi gözükmektedir. O da Arap alfabesinin öğrenilmesinin çok zor olduğunu, belirterek “Meğer bizler neler çekmişiz, neler! Mihrinaz eski harflerle üç senede alamadığı kudreti yeni harflerle bir ayda kazandı.”

Falih Rıfkı da zaten “Hiç okuma yazma bilmeyenlerin kolayca öğreniverdikleri bu yazıya ısınmaları tabiî idi.” diyerek asıl sıkıntının kendileri gibi okuma yazma bilenler için olduğunu açık açık söylemiyor muydu? Neyse…

 Peki, Âşık Veysel ne diyordu:

Kim okurdu, kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa

[1]Yasin BEYAZ,  Rifat Osman’ın Süheyl Ünver’e Yazdığı Mektuplar: Bir Osmanlı Aydınının Harf İnkılâbı ile İmtihanı, www. derg park.org.tr

[2] Çankaya, s.512 Pozitif Yay. İst. 2012

[3] Türk Dili Dergisi, Mektup Özel Sayısı, Ank. 2017, s.231

[4] Çankaya, s.509

[5]   Ayça YENİSAN, Tarih Boyutu İçinde Alfabe Sorunu ve Türk Harf Devrimi(1839 – 1929) www. dergipark.org.tr

 

[6] Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, Bas. 32, İst. 2011, s.369

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen