Gıda enflasyonu niçin düşürülemiyor?

Tam yazının orta yerine gelmiştim ki bir veri için internete girmem icap etti. Konu tarım olunca doğal olarak ilk karşıma çıkan Bakan Pakdemirli oldu. Şöyle demiş: 

“Tarım işi aslında çok kârlı. Ancak bu bilinmiyor.”

Bugünkü konum “Gıda enflasyonu niçin düşmüyor?” olunca dikkatim katbekat arttı tabii ama ilk cümle bütün yazacaklarımı anlamsız kılıyordu çünkü sebep belliydi: Çiftçiler çok kâr ediyorlardı.

İkinci cümleyi okuyunca fikrim yine değişti ama bu defa anladığımdan değil, “Ancak bu bilinmiyor.” cümlesinin ne anlama geldiğini anlayamadığımdan… “İki cümleyi birden okursam belki anlarım.” diye düşünerek defalarca okudum ama nafile… “Belki yardımcı olursunuz.” diye paylaşmak istedim.

Birkaç yıl geriye gidelim 

Aşağıdaki paragrafı yazalı 7 yıldan fazla zaman geçmiş: 

“Üretimi yetersiz ve girdileri de dâhil dışarıya bağımlı olduğumuz gıda ürünlerinde önemli fiyat artışları bekliyorum. Bu noktada, fiyat artışlarından öncelikle temel gıda maddelerinin etkileneceğini vurgulamakta fayda var.”

Geçen zaman içinde maalesef bu öngörülerimi değiştirmemi gerektirecek hiçbir gelişme olmadı. Son açıklanan gıda enflasyonu rakamları da dâhil.

Yönetenlerimiz ise yine bu geçen süre içinde ısrarla gıda enflasyonunu düşüreceklerini iddia ettiler: “Spekülatörler, aracılar, vurguncular.” dediler; Hâl Yasası’nı değiştirdiler, tekrar değiştirmeye niyet ettiler; lisanslı depoculuk ve ürün borsalarını geliştireceklerini söylediler; kooperatifçiliği yaygınlaştıracaklarını ve hâlihazırdakileri ıslah edeceklerini iddia ettiler; ürün kayıplarını azaltacak tedbirler ilan ettiler; israfı önleme kampanyaları yaptılar; verimliliğin önemini öne çıkardılar; destekler, alımlar vs. Millî Tarım Projesi bile ilan edildi. Hem de kaç defa!.. 

Olmadı, olmuyor, olmayacak.

Bazısı baştan ölü doğdu, bazılarından yarı yolda vazgeçildi, bazısı alayıvâlâ ile kurtuluş projesi olarak ilan edildikten sonra başlanmadan rafa kaldırıldı. Bu şekilde başarılı olmak zaten mümkün değildi.

Enflasyon nedir?

Mal ve hizmet farkı olmaksızın halk nazarında “enflasyon”, fiyatlardaki aşırı artıştır. Diğer adıyla “pahalılık”. 

Enflasyon, kazanç-gider arasındaki “kazanç lehine veya gider aleyhine” farkı da ifade eder. Fark ne kadar yüksekse enflasyon da o kadar yüksek demektir. Bu anlamda enflasyon, maliyet ile satış fiyatı arasında farktır. 

Enflasyon bazen mal veya hizmetin “gerçek ederinden/değerinden fazla fiyat artışı” olarak çıkar karşımıza. Sebebi bazen üretim azlığıdır, bazen talep fazlalılığıdır, bazen doların TL karşısında aşırı değer kazanmasıdır, bazen tekelleşme, bazen vurgunculuk, bazen fırsatçılıktır.

Bazen de fiyat, maliyette göre fazla değildir fakat maliyet yüksek olduğu için fiyat da yüksektir.

Enflasyon, sebebi dikkate alınmadan çözülemez. Bu yüzden de sebebiyle birlikte adlandırılır: “Maliyet” ve “talep” enflasyonu gibi… Sebepler farklı olunca, çözümler de farklı olmalıdır elbette. 

Tarım sayımının etkisi

Okuyucularım bilirler, yıllardır tarım istatistiklerinin güvenilir olmadığını, bir an önce “tarım sayımı” yapılması gerektiğini yazar dururum. Dahası, kendi bakanlıkları tarafından ilan edilen hayvan sayılarının gerçeği yansıtmadığını tarım bakanları bile söyledi. Bitkisel tarımdaki rekolte rakamları ile ilgili tartışmalar da sürüyor.

İlk tarım sayımı 1927 yılında yapılmış. Devleti yeniden inşa ederken ilk olarak elde ne var ne yok bakılmış. Tam da yapılması gereken yapılmış. Niye? Envanter bize ihtiyaçlarımızın ne kadarını karşılayabildiğimizi gösterecek, dolayısıyla buna bakarak geleceğe dair yol haritamızı çıkaracağız.

Sonra 1950, 1963, 1970, 1980, 1991 ve 2001 yıllarında yeni sayımlar yapılmış. Hukuken 10 yılda bir yapılması gerekiyor ama 20 yıldır yapılmıyor? Niye? Üstelik bunun bir ihtiyaç olduğu, tarım bakanları dâhil, herkes tarafından söylenirken.

Buyurun, size 2019-2023 yıllarını kapsayan 11. Kalkınma Planı’ndan bir cümle:

“Tarım sayımı yapılacaktır.”

Öncekilerde de yazdığına şüphe yok. Yazılıyor, söyleniyor ama sayılmıyor! 

En çok da konunun şu tarafını anlamakta zorlanıyorum: Tarım sayımı yapmak ne kadar zor olabilir ki! Elinizde ülkenin en geniş teşkilatına sahip bakanlığı var: Tarım ve Orman Bakanlığı. Örneğin hayvan sayımızı bilmiyoruz. Yıllardır kulak küpesi uygulaması yapıyoruz üstelik. Bakanlığın sürekli yaptığı işlerden biri de “aşılama”. Bırakın ayrıca saymayı, aşılama faaliyeti sırasında sayılsa bile doğru sayıya ulaşmak mümkün olabilir. Bir de muhtarlar var tabii. Muhtarların kendi görev alanlarındaki hayvan sayısından haberdar olmamasının anlaşılabilir bir tarafı var mı? Ya da herkes nasıl sayıyorsa sen de öyle say!

Aslında yöntem beni ilgilendirmiyor. Can alıcı soru şu:

İlan ettiğimiz envanter bilgileri güvenilir değilse hatta yanlış olduğuna şüphe yoksa, geleceğimizi neye göre planlıyoruz, destekleri neye göre veriyoruz?

Kimse beni, bu şartlarda gıda enflasyonunun düşeceğine ikna edemez.

Taban fiyat ve doğrudan alımların etkisi

Taban fiyat ve doğrudan alımlar, uygulanma şekli, zamanı ve fiyat ile ilgili tartışmaları bir tarafa bırakırsak çiftçinin korunması ve üretimin sürekliliği için doğru bir uygulamadır. 

Örneğin Koronavirüs’ün etkileri devam ettiği sürece taban fiyat ve doğrudan alım uygulaması her bakımdan doğrudur çünkü üretimin devam etmesi, halkın, en önemli ihtiyaç olan gıdaya erişebilmesi için hayati önemdedir. 

Ancak…

Konumuz enflasyon olduğuna göre, taban fiyat ve doğrudan alım uygulamasının “enflasyonu yükseltici” etkisi vardır. 

Teşvik ve desteklerin etkisi

Devletin çiftçiye verdiği hibe veya faizsiz ayni veya nakdi teşvik ve destekler üretim maliyetini, dolayısıyla “enflasyonu azaltıcı” etki yapar ancak beklenen sürdürülebilir faydanın elde edilebilmesi için hangi ürünün, hangi süreyle ve hangi şekilde destekleneceği doğru planlanmalıdır. Nitekim, iktidarın her vesileyle övünme vesilesi yaptığı teşvik ve destekler, yüksek gıda enflasyonunu önleyemedi.

Faiz ödemeli banka kredileri ile faizli muhtelif teşvik ve destekler ise piyasa faizinin altında bir faizle verilse bile gıda enflasyonunu arttırıcı etki yapar.

Virüsün faal olduğu dönemlerde ve virüsten sonraki birkaç yıl içinde bütün dünyada maliyet, arz, talep ve tedarik zincirine bağlı olarak gıda fiyatlarının belirgin şekilde artacağı öngörüsünden hareketle, yeterli tarım toprağına sahip Türkiye’nin tarım ihracatından önemli miktarda döviz kazanabilmesi mümkün görünüyor ancak ihracatın enflasyonu yükseltmemesi için ihtiyaç fazlası ürünün ihraç edilmesi gerekir.

Üretim artışının etkisi

İlk anda, ekonominin temel kurallarından biri olarak, üretim arttıkça fiyatların düşeceği düşünülebilir ancak bu durum, artan miktarın, maliyetin üstünde bir değere sahip olması hâlinde söz konusudur. 

Tarım girdilerinin önemli bir kısmı ithal olan Türkiye gibi bir ülkede, dolar/TL paritesinde dolar lehine meydana gelen öngörülemez yükselmeler sebebiyle maliyetleri öngörmenin neredeyse imkânsız olduğunu biliyoruz. Maliyetler öngörülemediğinde planlı üretim ve fiyatlama da yapılamaz. Dolayısıyla öngörülemezliğin olduğu hiçbir yerde yüksek enflasyonun önüne geçilemez.

Verimin etkisi

Verim artışı, enflasyona daima olumlu etkisi yapar. Bu sebeple tohum ıslah çalışmalarından toprağın yapısına, arazi yapısından iklime, sulamadan sulama yöntemlerine, iklimden bilimsel gübreleme ve ilaçlamaya, makine kullanımına kadar birçok değişken bitkisel tarımda yüksek verimin altyapısı olarak kabul edilmelidir.

Türkiye’nin, bitkisel tarımdaki verimlilikte, hayvansal tarımdaki verimliliğe oranla bir hayli ileride olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte enerji, gübre ve ilaçtaki dışa bağımlılık ile sulamadaki sıkıntılarımız daha uzun süre devam edecek, dolayısıyla verime katkıları düşük olacak gibi görünüyor.

Hayvancılıkta ise yavru kayıpları başta olmak üzere çok pahalı yem fiyatları sebebiyle hayvanlarımızı yeterince besleyemiyor olmamız, bilgisizlik, enerji ve sağlık ilaçlarında dışa bağımlılığımız verimliliğin, dolayısıyla gıda enflasyonunun düşmesinin önündeki devasa engeller. Bu sorunların çözüleceğine dair şimdilik hiçbir umudum yok çünkü yönetenlerimizde çözme yolunda planlı bir gayret görmüyorum.  

Arazi büyüklüklerinin etkisi

Bitki tarımında kullanılan arazinin büyüklüğü, yüksek miktarda toptan girdi alımlarına, makine kullanımına, yüksek miktarda kaliteli ve standart üretim yapılabilmesine imkân sağladığı için üretim maliyetinin düşürülmesi üzerinde önemli oranda olumlu etkiye sahiptir. 

2016’da, Faruk Çelik, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı olarak tarım arazilerimizin durumunu şöyle anlatmıştı: 

“Ülkemizde 24 milyon hektar tarıma elverişli arazi var ve 32,5 milyon parsel var. Her işletmeye 60 dekar arazi düşüyor. Bizim ayarımızdaki ülkelerde bu miktar 525 dekar. Böyle parçalı bir tablodan sağlıklı bir verim elde etmek mümkün değil.”

Tarım Alanlarının Toplulaştırılması ile ilgili mevzuatı, yıllardır işte bu yüzden hararetle savundum. Hatta işi, “Devlet adamı olarak bu işi kim becerirse, sadece tarımımızı kurtarmış olmaz, ahiretini de kurtarır.”diyecek kadar ileri gittim.

Takdir edersiniz ki bir taraftan tarım arazilerinin miras yoluyla bölünmesi engellenip bir taraftan da parçalı olanların toplulaştırılması çalışmaları yürütülüyor olmakla birlikte çalışmanın olumlu sonuçlarından kısa ve orta vadede istifade etmek mümkün değil. Dolayısıyla toplam arazimiz içindeki yüksek payı da dikkate alınarak, parçalı arazilerin tarıma kazandırılması için neler yapılması gerektiği üzerinde de çalışılmalıdır. Bu arazilerin organik tarıma uygun olduklarını söyleyerek bitireyim.

Yeni Hal Yasası’nın etkisi

Gıda enflasyonunu kabul edilebilir seviyeye indirme yolunda yönetenlerimizin uzun süredir bel bağladığı Yeni Hal Yasası, temel olarak “hallerde üretici örgütlerine de yer verilmesi ve ürünlerin soğuk hava depolarında muhafaza edilmesi” esasına dayanıyor.

Yeni Hal Yasası’nı kooperatiflerin de hallerde yer alması bakımından olumlu buluyorum. Hal sayısının azaltılmasının sebebi ile ilgili bir değerlendirmem yok ancak gıda enflasyonunun düşmesine nasıl katkı yapacağına dair ikna edici bir bilgiye de rastlamadım. 

Yeni yasayı bazı bakımlardan destekliyor olmakla birlikte, gıda enflasyonuna çare olacağını düşünmüyorum. Aksine arttıracağını düşünüyorum.

Şöyle ki: 

Ürünlerin soğuk hava depolarında muhafazası (hatta taşınması) fikrinin altında, “yüksek ürün kaybını önleme” düşüncesi var. Soğuk hava depolarının, ürün kaybının önlenmesinde faydalı olacağı aşikâr olmakla birlikte bu maksatla bir fikir geliştirecekse sektör ayırt etmeksizin şu üç soruya cevap verilmelidir:

1. Kayıp ne kadar?

2. Kaybı önlemek için neler yapılmalı?

3. Yapılması düşünülenlerin maliyeti ne kadar?

“Hallerdeki ürün kaybı ve bu kaybı önlemek için yapılacak soğuk hava depolarının kuruluş ve işletme maliyetleri” ile ilgili yapılmış bir hesaba rastladınız mı? Ben rastlamadım. Yönetenlerimizin bu merakımızı gidermesini bekliyorum. 

Kayıp verileriyle ilgili hangi noktada olduğumuzun anlaşılması için aşağıdaki örneği dikkatinizi çekiyorum.

Malum, haller daha çok sebze ve meyveye aracılık edilen yerler. Bu yüzden hallerdeki kaybı en iyi halciler bilir deyip araştırdım. Örneğin İzmir Sebze ve Meyve Komisyoncuları Derneği (İZKOMDER) Başkanı Orhan Doğan, Kasım 2016’da “soğuk hava depolarının olmasının hale gelen meyve ve sebzelerin çürümesini engelleyeceğini”söyledikten sonra şöyle devam etmiş: 

“Gelen meyve ve sebzelerin yüzde 30’u çöpe gidiyor. Soğuk hava depolarının olması, hale gelen meyve sebzelerin çürümesini engeller ve ekonomiye katkı sağlar.”

Peki, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ne diyor?

Üç ürünü rastgele örnek olarak aldım: Üretim kaybı, taze fasulyede yüzde 2,20; kuru soğanda 4,20; elmada 5,20; kullanım kaybı taze fasulyede yüzde 10,00 iken kuru soğanda yüzde 5, elmada yüzde 8.Elma, nedense “piyasa kaybı” olarak belirtilmiş. Neyse… 

Hal kayıplarının üretim kaybı içinde mi, kullanım kaybı içinde mi, piyasa kaybı içinde mi sayıldığını bilmiyoruz ama şurası kesin, İZKOMDER Başkanı uçmuş çünkü sadece hallerdeki kaybın yüzde 30 olduğunu söylüyor. Hal dışında daha bunun üretim kaybı var, taşıma kaybı var, halden sonra bir daha taşıma kaybı var, market-manav-pazar kaybı var, mutfak kaybı var, yemek masasından çöpe gideni var. 

Rahmetli Güngör Uras, Dünya gazetesinde 09 Ekim 2017 tarihinde yayımlanan makalesinde şu bilgileri paylaşmış: 

“Yaş meyve ve sebzenin yüzde 16 – 20’si hasat öncesi ve hasat sonrası, yüzde 8 – 12’si aracı işlemleri sırasında, yüzde 8 – 12’si perakende zincirinde, yüzde 5 – 8’i tüketici satın aldıktan sonra kayba uğruyor.

Doğru hasat, şehirlerarası nakliyede frigorifik araç, soğukta muhafaza, nem kaybı önleyici ambalaj kayıpları büyük oranda önlüyor. Ürün soğukta sergilenmezse yüzde 13’lük, soğuk zincirde taşınmazsa yüzde 9,5’lik ve uygun ambalaja konulmazsa yüzde 9’luk bir kayıp oluşuyor.”

Dahası da var ama yeter. Bu rakamlar, verilerin arasında uçurum olduğunu ortaya koyuyor. İşte bu yüzden doğru veriye dayanmayan hesapsız kitapsız işlere itiraz ediyorum.

Uzatmayayım: Konumuz enflasyonu düşürmek olduğuna göre, maliyetler, önlemek istediğimiz kaybın üzerinde ise enflasyon düşmez, tersine artar. 

Diğer taraftan, gıda enflasyonu üzerinde çok fazla olumsuz etkileri olduğu iddia edilen halcilerin (kabzımalların) aradan çıkmasıyla gıda fiyatlarının düşeceği gibi bir algı varsa da bu güne kadar, önceki sistemde halcilerin tarım ürünleri fiyatlarını ne kadar etkilediklerine dair bir araştırma hatırlamıyorum. Resmî komisyonları yüzde 8. Her satıştan bu oranda komisyon da alamayabilirler. Belki tarla-market arasındaki fiyat farkından dolayı günah keçisi yapıldılar. Hallerde üretici örgütleri yer aldığında da fiyatlara etkilerinin kabzımallardan daha az olacağını düşünmüyorum çünkü sonuçta bu ticari bir iş ve kim yaparsa yapsın standart masrafları var. Masraflarını karşılamak için üretici örgütleri de komisyon almak zorunda. Bir çok üretici örgütü, hal tipi bir yapılanma içinde olmadığı hâlde hâlihazırda komisyon alıyor zaten. Hal söz konusu olduğunda komisyon oranının artacağını öngörüyorum.

Kooperatiflerin etkisi

Kooperatifler tarımın olmazsa olmazlarından. Türkiye’de sayısız tarım kooperatifi var. Bana göre sorunun öncelikli kaynağı “sayısız” olması. Kimin eli kimin cebinde, kim ne yapıyor, niye yapıyor, nasıl yapıyor belli değil. İstisnaları var elbette. En bilinen ve takdir edilenlerden bazıları Trakya Birlik, Torku markasıyla maruf Konya Şeker, Marmara Birlik, Tire Süt Kooperatifi. 

En meşhur kooperatifimiz ise Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği. Bunu yukarıdakilerden ayırdım çünkü yapısı, organizasyonu, iştirakleriyle tam bir dev ve kağıt üzerinde tamamıyla çiftçinin ancak çiftçiye örneğin gübreyi piyasa fiyatından daha yüksek fiyata satan da yine bu kooperatif. Genel Müdürü de makama hükûmetlerin atamasıyla oturuyor. 

Kooperatiflerin iyilerinin üretim maliyetlerine çok olumlu katkıları var. Kötüleri ise maliyetleri yükseltiyor. 

Kooperatiflerle ilgili ikinci bir sorun var ki bu sorun, “tarladan mutfağa” hayalimizi yerle bir ediyor:

Yukarıda adını saydığım veya sayamadığım kooperatiflerin, çoğumuzun güvenerek aldığı yağdan süte, şekerden çikolataya, baldan zeytine birçok gıda ürünü var. Bunlardan birkaçının doğrudan satış mağazaları, tamamının sanal mağazası var yani kooperatif ile tüketici arasında hiçbir aracı yok. Yok ama fiyatlar herhangi bir markette satılanın altında mı? Hayır. Hatta bazen daha yüksek.

E hani kooperatifler hallerde yer alırsa gıda ürünlerine daha ucuza ulaşacaktık. Bırakın hali, kendileri doğrudan sattıkları hâlde pahalı. Bu şartlarda gıda enflasyonu düşer mi! Tek tesellim, aradaki farkın çiftçiye gitme ihtimalidir ki buna da ancak “İnşallah!” diyebiliyorum.

Tarladan sofraya satışın diğer ayağını zincir marketler oluşturuyor. Bunlar, aklınıza gelebilecek her türlü gıda ürününü ya çiftçiden ya kooperatiften ya fabrikadan doğrudan alıyorlar. Aracı yok. Dolayısıyla maliyetleri düşük. Peki, fiyatlar? Kesinlikle diğer perakendecilerin altında değil.

Sokak satıcıları için de aynı durum söz konusu: Bir sokak sütçüsüne rastladığınızda fiyatını sorun ve o fiyatı ambalajlı sütün market fiyatı ile karşılaştırın. Birden fazla taşıma masrafları yok, depolama masrafları yok, belki soğutma masrafları yok, pastörize etme masrafları yok, ambalaj masrafları yok, bayi/distribütör masrafları yok ama fiyatları ambalajlı sütten daha pahalı.

Aracılar ve vurguncuların etkisi

Stokçu, vurguncu, spekülatör, manipülatör kelimeleri, özellikle gıda enflasyonu bağlamında sıkça duyduğumuz kelimeler. Bu tür insanlar bütün ülkelerde var ve faaliyetlerini önlemek hükûmetlerin görevi ama hükûmet de bizimle beraber şikâyet ediyorsa,  elimden, “Gardiyanın kötüsü, mahkûma dert yanarmış.” sözünü hatırlatmaktan başka bir şey gelmez. 

Aracılar ise kanunlar çerçevesinde işlerini yapan insanlar: Distribütörler, toptancılar, toplayıcılar, tüccarlar, marketçiler, kabzımallar, manavlar vs. Elbette aracı sayısının az olmasının enflasyonun düşürülmesine etkisi olacaktır ancak aracıları sadece aracılık işinden kolay para kazanan kişiler olarak görmek doğru değil. Aldıkları maldan zarar da ediyorlar pekâlâ. Asıl önemleri ise topraktan mutfağa gıda zincirinin yani tedarik zincirinin önemli halkalarından biri olmalarından geliyor ve bu zincir ıslaha muhtaçsa da yerine daha iyisi konulmadan koparılırsa enflasyon asıl o zaman başa bela hâle gelir. Üstelik bu durum çiftçiye de yaramaz.

Şunu da hatırlatmalıyım: Hükûmetler her şeyi denetleyip narh koyamazlar. Örneğin marketlerdeki gıda fiyatlarını hükûmetler belirlemez. Evet, temel gıda maddelerinden bazılarına müdahale eder. Örneğin ekmek fiyatlarını belirler fakat hükûmetlerin görevi, ürün planlaması yapmak, serbest rekabeti sağlayacak ama tekelleşmeyi ve anlaşmayı önleyecek tedbirleri almaktır. Bunları yapamıyorsa yüksek gıda enflasyonunu önlemek mümkün değildir. 

Lisanslı depoculuk ve ürün borsaları

Depoculuk ve ürün borsaları da tarımın olmazsa olmazlarındandır. Ülkemizde, Toprak Mahsulleri Ofisi, depoculuk işini yaklaşık 100 yıldır yapıyor zaten. Lisanslı depoculuk ise depoculuğu özel sektör eliyle yaygınlaştırma teşebbüsüdür ki elbette destekliyorum. 

Depoculuğun birçok faydası var. En önemlisi, tahıllar ve baklagiller başta olmak üzere birçok tarım ürününün depolanmasıdır ki bu da hem halkın gıda ihtiyacının kesintisiz karşılanması hem de istenmeyen fiyat hareketlerinin önlenmesi bakımından hayati öneme sahiptir. 

Ürün borsaları ise tarım ürünlerinin değerinin birçok talibin fiyat vermesiyle serbestçe oluşmasını sağlayan bir sistem. Borsalarda oluşan fiyata, “piyasa fiyatı” deniyor. 

Buraya kadar tamam ancak kayıpların azaltılması, ürünün ve ticaretinin kayıt altına alınabilmesi, üreticinin ürününü kredi alabilmek için teminat olarak gösterebilmesi gibi önemli faydaları da olmakla birlikte lisanslı depoculuk ve ürün borsalarının enflasyonu düşüreceği peşinen iddia edilemez. Uzun zamandır faaliyette olan ürün borsalarında (fındık, buğday, Antep fıstığı vs.) oluşan fiyatlara merak edip bakarsanız, itirazımda haklı olduğumu göreceksiniz.

Ürün kaybının ve israfın önlenmesinin etkisi

Gıda enflasyonunun yüksek seyretmesiyle “ürün kaybı ve israf” önemli gündem maddelerimizden biri oldu. Birkaç yıldır ardı ardına araştırmalar yapılıyor, kampanyalar düzenleniyor ve “tarladan mutfağa” kaybettiğimiz ürünlerle ilgili rakamlar hem miktar hem de parasal olarak ortaya konuluyor. Hâlbuki “israf”, dinimizin “haram” saydığı davranışlardan fakat biz cebimize dokunduğunda gündem yaptık. 

Örneğimiz buğday olsun:

TÜİK’e göre buğday üretimimiz yıllık ortalama 20.000.000 ton. Üretimdeki kaybımız 1.100.00 ton. Ürettiğimizin yüzde 5,5’ini üretim sırasında kaybediyoruz. Gelişmiş ülkelerde oran yüzde 2 yani her halükârda yüzde 2 kayıp oluyor. Bu durumda asıl kayıp en fazla yüzde 3,5 fakat nedense herkes kaybın parasal karşılığını hesaplarken yüzde 5,5 oranını kullanıyor. Peki, böyle hesaplanmasının ne sakıncası var? Kayıpların önlenmesi için yapılacak harcamanın maliyeti yanlış hesaplanmış oluyor. Dolayısıyla da önlemden beklenen fayda hem miktar hem parasal hem enflasyon anlamında elde edilemiyor. O meşhur cümle ile ifade edecek olursam: Evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Buğdaydaki diğer kayıp noktamız “kullanım esnasındaki” kayıplar. 18.804.861 ton buğdayın 563.693 tonunu kullanım esnasında kaybediyormuşuz. Oran yüzde 2,93. Şahsen, toplu tüketim ve hanedeki kayıpların bu kadar düşük olması beni şaşırttı. Bir taraftan ekmeğin 5,9’unun atıldığı söylenirken diğer taraftan kullanım kayıp oranının yüzde 2,93’te kalması bana tutarlı gelmedi. 

Tarım ve Orman Bakanlığı Trakya Tarımsal Araştırma Müdürlüğünün raporuna göre taşıma ve depolama kaybımız ise yüzde 3. TÜİK neden buradaki kaybı istatistiklerinde dikkate almıyor anlayamadım. 

Sadece tüketici durumunda olan büyük çoğunluğun, kendi mutfağı ve kendi tüketimi dışındaki kayıpların önlenmesine müdahale edebilmesi mümkün değil.Niye? Çünkü hasatta, zararlılardan biçerdöverin ayarına, arazinin meylinden ürünün boyutuna, eski teknikle hasattan tam zamanında hasat yapılamamasına kadar birçok sebep kayba sebep oluyor. Sorunun bu tarafını bakanlıklar, kooperatifler ve çiftçiler el ele vererek hâl  edecek. Sorun devam ediyorsa, sorumlusu buraları yönetenlerdir.

Bu şartlarda, kayıpların önlenmesi yoluyla gıda enflasyonunu kısa vadede düşüremeyeceğimiz kesin.

Ürün kaybının bir de hayvancılık tarafı var. 

Yavru kayıplarımız çok yüksek. O kadar yüksek ki normal sayıda yavru alımını bile becerebilsek son 20 yıl içinde hayvan varlığımızın bugünkünün kat be kat üzerinde olması gerekirdi. Dolayısıyla ithalat yapmak zorunda kalmazdık ve milyarlarca dolar cebimizde kalırdı. 

Yavru kayıplarını önleyebilsek gıda enflasyonu düşer mi? Hem evet, hem hayır. Niçin? Süt üreticisi erkek yavruları satıp dişi yavruları süt üretimi için büyütebilir ve zamanı geldiğinde onlardan da yavru alabilir. Ayrıca ekonomik ömrünü tamamlayan süt hayvanlarını, et olarak satabilir. Böylece toplam maliyetin düşmesi süt ve et fiyatlarına olumlu etki yapar. Et hayvancılığı ile uğraşanlar ise yem başta olmak üzere öngörülemez yüksek girdi fiyatları sebebiyle yetiştirme masrafları yüksek olduğundan, yavru kayıplarının önlenmesinden istifade edemedikleri gibi gıda enflasyonuna olumlu katkı da yapamazlar.

İthalat ve ihracatın etkisi

Hükûmetin sıkça başvurduğu gıda ithalatı, tarımımızın en çok tartışılan konusu, desem yanlış bir tespit yapmış olmam herhâlde. Peki, gıda ithalatı, gıda enflasyonunu düşürür mü? Bazen evet, bazen hayır. Sürdürülebilirlik açısından bakıldığında ise “hayır”.

Evet çünkü ithalatın değişkenleri, aldığınız ürünün fiyatı ile dolar/TL paritesi. Hem parite TL lehine hem de uluslararası fiyatlar düşükse “evet”, gıda enflasyonumuz hissedilir biçimde düşer ancak sürekli dolar bulmak zorundaysanız ve savaş, hastalık, anlaşmazlıklar, rekolte düşüklüğü gibi birçok durumda fiyatlar çok hızlı yükselir ve düşürmek için bir çözüm bulmak neredeyse imkânsız olur. Elan böyle bir durumu yaşıyoruz zaten.

İthalat yoluyla enflasyonu düşürme teşebbüsünün iç üretimi peyderpey bitireceğini ve asıl tehlikenin bu olduğunu da unutmamak lazım.

Diğer taraftan, yurt dışı fiyatların ucuz olması ithal malların yurt içinde ucuz satılabileceği anlamına gelmez çünkü kendi üreticinizin maliyeti yüksekse perakende satış fiyatı da yüksek olacaktır, dolayısıyla üreticinizin üretmekten vazgeçmemesi için ya ithal malın maliyet fiyatı gümrük vergisi gibi yollarla yükseltilecek ya da iç üretimle olan fiyat farkı, fark çiftçiye ödenmek suretiyle hükûmetler tarafından karşılanacaktır. Farkın karşılanması çözümü, devlet bütçeleri bakımından sürdürülebilir değildir. Dolayısıyla ithalat da -fiyatların suni olarak yükseltilmesine engel olma amacının dışında- yüksek gıda enflasyonuna sürdürülebilir bir çözüm olamaz.

İhracatın yurt içi fiyatları düşürdüğü ise vaki değildir.

Sulu tarımın etkisi

Türkiye, su kaynakları zengin bir ülke değil, tersine 25-30 yıl içinde “su fakiri ülkeler” sınıfında yer alacağımız neredeyse kesin. Bu kadar da değil: Akdeniz Havzası, dolayısıyla Akdeniz Bölgemiz, dünyadaki kuraklıktan en fazla etkilenecek bölge.

Bu durumun tarım üretimimizi, dolayısıyla gıda enflasyonunu olumsuz yönde etkileyeceğine şüphe yok. Hele suyumuzu verimli kullanma konusunda pek de başarılı değilken. Kuru tarıma uygun tohumlar geliştirilmesi ise yeterli bilimsel bilgi ile epey para ve zaman gerektiriyor. 

Teknolojinin etkisi

Sadece tarım için değil, bütün sektörler için yeni teknolojilerin kullanılması maliyetleri düşürmenin en kestirme yollarından. Ülkemiz, yüksek teknoloji üretiminde geri durumda olduğundan kullanımında da geri durumda. Ne yazık ki henüz makine kullanım aşamasını bile tamamlayamadık. Makinelerin tarımda kullanımı sadece büyük alanlarda istenilen düzeye yakın ve maalesef küçük tarım alanlarımızın toplam içindeki payı bir hayli yüksek.

Yıllardır, Tarım ve Orman Bakanlığından “tarım alanlarının uydu ile takip edileceği, çiftçinin bilgisayarı yoluyla uydu bağlantısından faydalandırılacağı” şeklinde açıklamalar yapılıyor ve on milyonlar harcanıyorsa da henüz ortada dişe dokunur bir sonuç yok. Yakın zamanda olmasını da beklemiyorum.

Bu şartlarda teknoloji kullanımının gıda enflasyonuna olumlu etkisini de beklememek gerekiyor.

Maliyetin etkisi

Maliyet, zurnanın zırt dediği nokta. 

Diyelim ki gıda enflasyonunu düşürmek için baştan itibaren ele aldığım her konuda doğru tedbirler alındı, maliyet kontrol edilemezse enflasyon yine de yeterince düşmez.

Peki, maliyet nasıl düşer? Maliyetleri millîleştirerek ve planlı işler yaparak…

Maliyet nasıl millîleştirilir? Millî kaynaklar kullanılarak…

Millî kaynak, topraktır; meradır, yayladır, ovadır; deredir, nehirdir, göldür, denizdir, yer altı suyudur; dağdır, tepedir; ormandır…

Kullanılmayan meralar, betonlaştırdığımız topraklar, kirletip yok ettiğimiz sularımız, taş ocakları kadar kıymet vermediğimiz ormanlarımız…

Sadece yönetenlerimizin gafletinden bahsetmiyorum, aslında, rant kapısını çalınca sus pus oluveren vatandaş çoğunluğundan bahsediyorum.

Planlı işlere gelince ki aynı zamanda millî projelerdir:

Cumhuriyet’le birlikte kurulmaya başlanan devlet üretme çiftliklerine bakın, şeker fabrikalarına bakın, çaya bakın, GAP’a bakın… Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda çok iyi düşünülmüş ve planlamış, kaynak ayrılmış, uygulanmış ve olumlu sonuç alınmış ekonomik ve sosyal projeler. 

Proje konusunda bir sorunumuz yok aslında hatta yıllardır “proje enflasyonu” yaşıyoruz fakat hiçbiri yüksek gıda enflasyonuna çare olamıyor. Olamıyor çünkü proje yapmak, her yeni gelenin kafasındakini “proje” olarak adlandırıp “Ben yaptım.” deme çabası değil. Proje enflasyonu yaşadığımız bu yıllarda, yeni millî projeler gerçekleştirmek bir yana, ortada ne işe yarar bir devlet üretme çiftliği bıraktık ne de şeker fabrikası…

Sonra oturmuş “Gıda enflasyonu niçin düşmüyor?” diye kara kara düşünüyoruz.

Şimdi de umudumuzu Koronavirüs’ten alacağımız derse bağladık. 

Sizce ders aldık mı? Toprağın; meranın, yaylanın, ovanın; derenin, nehrin, gölün, denizin, yer altı sularının; dağın, tepenin; ormanın kıymetini anladık mı? 

İnşallah…

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen