İnsanın Taşrası VII – Köy Çercileri

 

Bir gün Bilecik Vali Yardımcısı, Aziz Dost Abdurrahman Bey,

-İlgen Hocam, sana bir şey danışacağım.

-Hayhay, buyurun.

Vilayet merkezinde kendi başkanlığında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı olarak toplanmışlar. Toplanma nedeni ihtiyaç sahibi öğrencilere burs vermek. Tabii, konuşmuşlar, görüşmüşler, müzakere etmişler, ama kimlere burs verileceği konusunda bir türlü anlaşmaya varamamışlar. Kendisi, hiçbir ayrım yapılmaksızın başarı kriterine göre burs verilmesi taraftarı. Aralarında şimdi rahmetli olan çok değerli bir il müftüsünün de bulunduğu diğer üyeler, buna gelir seviyesi kriterinin de eklenmesini istemişler. Bunu anlattıktan sonra bana dönerek,

-Bu konuda sen ne dersin?

-İstersen cevap yerine sana yaşanmış bir olay anlatayım.

Malum, eskiden köylere çerçiler gelir, bakkaliyeden küçük tuhafiye ürünlerine kadar belli şeyleri köy meydanında sergi açarak satarlardı. Bir gün dedemin de bulunduğu bir grup caminin önünde otururken çerçi gelmiş. Açmış sergiyi. Tabii sergiye renk renk çevreleri –bizim orada yazmaya çevre denir- yaymış. O arada halam daha küçük çocuk. Arkasında mahalleden arkadaşları olduğu halde çıkmış gelmiş. Çerçiye gelmişler pek tabii ki. Halam, dedemin en küçük çocuğu ve gözde! Zaten küçük, en küçüğü ailenin…

Şurası burası derken, dedem, halamla beraber gelen çocukların her birine birer çevre almış, yollamış. Çocuklar sevinerek gitmişler. Dedem, köyde sayılan, sözü geçen biri. Orada oturanlardan biri dedeme;

-La Mustafa, anladık; şunlar, şunlar fakirdi, lakin şuna ne diye aldın? O falancanın kızı, babası zengin!

-Çocuğun zengini olmaz, hepsi ele bakar!

Ben bu olayı anlattım. Vali yardımcısı:

-İlgen Hoca” dedi, “Ben bu olayı bizim heyete anlatacağım ve hiçbiriniz köydeki bir çoban kadar olamadınız diyeceğim”.

Ben de,

-Asalet okumakla olmaz, kişinin mayasından gelir bu işler” dedim.

İmdi, bu kişi benim dedem. Babamın babası! Ben daha küçükken ölmüş. O yüzden simasını hiç hatırlamam. Çok zorluklar çekmiş. Birkaç kere başı bozulmuş. Üveyler içinde çetin bir hayat! Keçiyle koyunu bir gütmüş sizin anlayacağınız.

Amcalarımdan büyük olanı, Mahmut Emmim, geç bir tarihte Ankara’ya, Hıfzıssıhhaya işe girmiş. Tabii dedem tedirgin; ne olur olmaz, çocuklar perişan olur diye endişeleri var. Derken, amcamın oğullarından en küçüğü verem olmuş. Amcam;

-Doktor Bey, çare ne, ne yapmamız lazım.

-Beyim, bu zengin hastalığı, başka şeye benzemez.

-Yahu sen, ne lazım onu söyle. Bilelim, iş nedir, ne değildir.

-Buna temiz hava, orman havası lazım.

-Orası kolay, başka…

-Bol bal, yoğurt, tereyağı, kavurma, et…

-O da kolay! 

Ve Erdoğan abim köye, dedemin yanına yollanıyor. Tabii çocuk oraya gelince, bir anda yokluktan varlığa kavuşuyor. Dede de çocuk hasta diye çok üzerine düşüyor. Evde zaten yok, yok! Beypazarı’ndan her ne lazımsa getirtiliyor. O günlerde Erdoğan Abim;

-Burada her şey bedava; ekmek bedava, su bedava…” der dururmuş.

Tabii evde masal biter mi, bitmez! Dedem başlarmış anlatmaya;

“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde memleketin birinde, insanın kıt olduğu bir yerde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı maşayı, babam kaptı odunu…”

İşte öyle bir zamanda, iyiye tuzak, kötüye sofra kurulduğu bir eski zamanda; bir köyde kendi halinde bir aile yaşarmış. Bir adamla karısı ve bir de güzel mi güzel bir kızları, nar taneleri varmış. Ne olmuş, nasıl olmuşsa bu adamın karısı ölmüş. Dünya güzeli kızıyla yalnız kalan adam, önü sonu hesaplamış, sonra bir daha evlenmiş. İlk günlerin iyiliği çabucak geçip tükenmiş. Kadın zamanla bu kızı istemez olmuş. Kocasına ya kızın, ya ben demiş.

Çaresiz kalan adam, düşünmüş taşınmış. Aklına gelen fikirleri ölçüp biçmiş. Nihayet bir gün kızına,

-Hadi kızım seninle bugün ormana oduna gidelim demiş.

Ormana gitmişler.

Adam, ha babam, de babam durmadan odun edermiş. Kızcağız da yanında! Nihayet baba kız acıkmış. Baba ağacın dalından inmiş. Hadi kızım demiş, bir şeyler yiyelim. Çıkını açmışlar, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Tabii çocuk yemeği yiyince susamış

 – Susadım baba demiş.

 Baba da, aşağıda şırıl şırıl kendi halinde akıp giden küçük dereyi göstermiş.

 – Hadi kızım git suyunu iç, istersen o çimenlikte oynar, vakit geçirirsin; ben de biraz daha odun eder, sonra eve gideriz.

 Kızı, aşağıda kendi halinde şırıl şırıl akan küçük dereye su içmeye gidince, baba; “Fırsat bu fırsat!” deyip elindeki su kabağını ağacın dalına astıktan sonra fırsat bu fırsat deyip hızla oradan uzaklaşmış.

  Rüzgâr estikçe, su kabağı ağaca vurur; tıngır tıngır tıngırdarmış. Kız da bu sesi duydukça babam odun ediyor der, rahatça oyununa devam edermiş. Nihayet gün tepeleri ağmış, hava kararmaya başlamış. Ne gelen var ne giden! Kız sesin geldiği tarafa gitmiş. Bir de ne görsün? Babası dala bir kabak asmış, rüzgârda sallanıp durur. Sallandıkça da “tın-tın” ses çıkarırmış. Kız sağa koşmuş, sola koşmuş, ama ne çare. Babası yok. Anlaşılan o ki, baba kendini dağlar başında, bu yabanda bırakıp gitmiş. Baba yok, kayıp!

 O zaman kız:   

– Tın tın kabacık, bizi aldatan babacık!

Kız bu şekilde bağırdıkça, karşı dağlar kendi sesine karşılık verirmiş:

– Tın tın kabacık, bizi aldatan babacık!

Sesler, sesleri kovalamış. Gel zaman, git zaman…”

Masal uzun. Evde bunlar anlatılıyor. Tabii ki çocuklar pürdikkat bu masallarla büyümüş, onlarla hemhal olmuşlar.  Dedem rahmetli bir gün, bu torununu yanına alıp kışta kıyamette

“-La oğlum, gel; seninle püre gidelim” deyip, bunu ormana götürmüş. Gaye, çocuğu hoşnut etmek, ona bakmak. Onu şımartıyor ki, çocuk moral bulsun, tez zamanda iyileşsin istiyor.

Tabii, giderken bakım iyi, heybede ne ararsan var. Kavurma mı dersin, tereyağı mı dersin, ler-leblebi, çer-çerez her şey. Var da var. Çanlı’ya yukarı dede torun giderlermiş. Ne olacak? Dede ağaca çıkacak, pür kesecek pek tabii ki. O vakitler saman kıt, hayvan çok; zahirenin imkânı yok ki yetsin. O yüzden püre gidilir. O zamanlar ağaçların eteklerinden bilhassa keçilere pür getirilirdi. Böylece hem ağaçların etekleri budanmış, hem de mal melal doyurulurmuş olur. Benim çocukluğumda da çok yaygındı bu.

Dedem tam ağaca çıkacak, Erdoğan Abim:

-Olmaz, ben de çıkacağım. Sen beni tın tın kabacık yapacaksın!

-La oğlum, yapmam!

-Yaparsın.

-Yapmam…

Tabii, çocuk bu, laf dinler mi, dinlemez. Anlatırsan o kadar masalı olacağı bu işte. Dede çaresiz, o yaşında,

-Bin madem sırtıma!

O vaziyette ağaçların eteklerinden güç bela pür eder, sonra da ateşi yakıp karın üstünde kavurmaları cızır cızır kızartır bir güzel yerlermiş.

İki sene köyde kalmış bu. Sonra, amcam Ankara’da hastayı aynı doktora götürmüş. Elinde de film. Doktor tekrar film çektirmiş. Bir hastaya, bir de filmlere bakarmış zavallı. Gerçekten bu mu hasta dermiş. İki yılda tabiat bütün o hastalığı silmiş, dümdüz etmiş.

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen