40. Yılında 12 Eylül Askeri Darbesi

Darbe, Türk Dil Kurumu tarafından “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanmıştır.           

Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan askeri darbelerin ortak noktası halkın isteği veya desteği aranmaksızın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun yorumlanmasıyla yapılmış olmasıdır.           

1960, 1971 ve 1980 darbeleri, askeri yetkililerin sivil otoriteye karşı sivil halk adına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devamlılığını sağlama iddiasıyla yapılmıştır.             

Her askeri darbede sivil otorite ya da sivil halk askeri darbeyi istememiş buna rağmen askeri yönetim sivil halk için kendi doğrularına göre karar vererek darbeleri gerçekleştirmiştir.            

Darbeler üzerinde çeşitli dış güçlerin farklı derecede etkileri olmakla birlikte, darbe ortamının oluşmasında iç dinamiklerin etkilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. İç dinamikler darbeyi meşru kılacak ortamı hazırlamadığı takdirde dış güçlerin darbelerde yönlendirici olması neredeyse imkânsızdır.            

12 Eylül askerî darbesi 27 Mayıs 1960’ta başlayan ‘darbeler silsilesi’nin yeni bir merhalesidir. Bu hadiseyi sebepleri ve sonuçlarıyla doğru okumak ve değerlendirmek için 40 yıl geriye gitmek, 1940’lardan, 27 Mayıs 1960’a ve 1960’tan 1980’e kadar geçen sürede meydana gelen iktisadi, sosyal, kültürel, askeri ve harici siyasetle ilgili gelişmeler üzerinde durmak, aralarındaki bağlantıları benzeyen ve benzemeyen taraflarını kalın çizgilerle de olsa incelemek gerekir.

   

TEK PARTİLİ YILLARDAN ÇOK PARTİLİ YILLARA:     

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ile SSCB’nin önderliğinde iki kutuplu yeni bir uluslararası sistemin hâkim olduğu dünya şartları doğar.

Savaş süresince iki blok arasında oldukça bağımsız kalmaya çalışan Türkiye için artık sonun başlangıcı gelmektedir.

Daha savaşın dumanları tüterken, 2. Cihan Harbi’nin galiplerinden Sovyetler Birliği (Rusya), Türkiye’den taleplerini basın yoluyla duyurmaya başlamıştı.       

1945 yılında Rus Dışişleri Bakanı Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i Dışişleri Bakanlığı’na davet ederek Stalin’in Türkiye ile ilgili taleplerini ihtiva eden bir nota verir. Sovyetler bu nota ile Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmekte; İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde her türlü denetim hakkı ile Türkiye’de Sovyetlere dost bir hükümetin kurulmasını istemektedir.       

26 Haziran 1945’de TBMM, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı kabul ederek BM’ye katılımcı olmayı kabul etti. 24 Ekim 1945’te BM Antlaşması yürürlüğe girdi.         

27 Aralık 1947’de imzalanan “Fulbright Antlaşması” ile eğitim sistemimiz tabiri caizse esaret altına alındı.  Bu antlaşma ile 4’ü Türkiye’den 4’ü A.B.D’den olmak üzere 8 kişilik komisyon Türk Milli Eğitimi’nin felsefesinin esaslarını tespit ve tayin edecekti. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi sömürgeleştirme komisyonunun fahri başkanıdır. Milli Eğitim’e yön veren bu komisyonun başında ABD Büyükelçisi’nin olması katmerli bir zilletti.        

Türkiye’deki solcu devrimci çevrelerin iddialarının aksine ABD ile ilgili tabiri caizse elimizi kolumuzu bağlayan birçok anlaşma Milli Şef İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde – biraz da milletlerarası şartların getirdiği zaruretlerden dolayı- imzalanmıştır. 1947’de Milli Eğitim’in dışında Milli Savunma, Gençlik Spor, Maliye gibi birçok Bakanlıklar ABD uzmanlarının yani CIA’nın ajanlarının kontrolüne bırakılmıştı. 

     

NATOYA GİRİŞ

Türkiye TBMM 30 Haziran 1950 tarihli oturumunda verilen karar çerçevesinde Kore’ye asker gönderdi. Kore’ye asker gönderme fikri devrin iktidarı tarafından (DP) artan Sovyet tehdidine karşı NATO’ya üye olmak için fırsat olarak görüldü. 

Başlangıçta 12 devletin iştirakiyle akdedilmiş olan Kuzey Atlantik Antlaşmasına Londra’da 17 Ekim 1951 tarihinde düzenlenen bir Protokol ile Türkiye ve Yunanistan’ın da katılımları onaylanmış, Türkiye 18 Şubat 1952’de yine Fuat Köprülü’nün dışişleri bakanlığını yaptığı Adnan Menderes hükümeti döneminde NATO’ya resmen üye olmuştur.         

8 Eylül 1952’de Türkiye NATO’ya kabul edildikten yedi ay sonra İzmir’de Müttefik Kara Kuvvetleri Karargâhı (LANDSOUTHEAST) kurulmuş, karargâhın başına ABD’li bir korgeneral getirilmiştir. 1954’te karargâha Fransa, İngiltere ve İtalya’dan askerler dâhil edilerek üs güçlendirilmiştir.        

Dünya şartları biraz da kendi dışında olarak Türkiye’yi bir blokla bütünleşmeye itmektedir. ‘Gidilen yön’, Batı sistemidir. Batı, Türkiye’ye yalnızca politik sistemini değil, ekonomik sistemini de getirecektir.        

Diğer yandan Menderes hükümetlerinin Batı dünyasının açtığı kredileri sadece yollar barajlar gibi alt-yapı yatırımlarına harcamakla yetinmeyip, bu kredileri cılız da olsa sanayi yatırımları için kullanması Batı dünyasında özellikle ABD çevrelerinde memnuniyetsizliklere yol açmıştır.

Hâlbuki Missouri zırhlısının Türkiye’ye demirlemesinden (5 Nisan 1946) beri iki ülke arasında adeta bir balayı havası yaşanıyordu. Marshall yardımlarını alan DP kurmaylarından Bayar, ülkeyi “Küçük Amerika” yapmayı vaat ederken, Menderes de her mahalleden bir milyoner çıkarmayı söylemlerinde yoğun olarak kullanıyordu.        

Ancak ABD’nin yardımlarla inşasına katkıda bulunduğu sistem Türkiye için değil, Amerikan menfaatlerine göreydi. Nitekim ileriki yıllarda Batı ikiyüzlülüğünü bir kere daha gösterecektir.        

ABD’nin “Bu israfçı yatırımlara son vermezseniz, kredileri keseceğiz.” ikazları üzerine, Menderes hükümetleri Sovyetler Birliği ile bir dizi kredi anlaşmaları yapmaya başlar.  Bu, bir anlamda sonun başlangıcıdır.

Bu aynı zamanda Türkiye’nin 1950’lerin sonundan 2020’lere kadar bir türlü kurtulamadığı kısır döngüdür.      

1961 Anayasası ile sonuçlanan 27 Mayıs 1960’daki DP’yi alaşağı eden askeri darbeden sonra Türkiye’ye ikinci büyük askeri müdahaleyi getiren 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinin yoğun iç çatışmaları bunalımları gibi…     

Demokrat Parti’nin 1950’den sonra 1954 ve 1958 seçimlerini de arka arkaya kazanması, partizanca uygulamaları, camilerin, kahvehanelerin bile ayrılmasına yol açan bir kutuplaşmaya ve düşmanlaşmaya sebep olmuş bu durum çok geniş rahatsızlıklara, sivil asker bürokrasiyi, aydınları ve CHP kadrolarını gittikçe azgınlaşan bir muhalefete sevk etmiştir.      

Sancılarla dolu bu yıllar hızla geçerken Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin müstakil bir devlet olmasını da tanıyan Yunanistan ve İngiltere’nin yanı sıra Türkiye’ye de garantörlük imkânı sağlayan anlaşmayı gerçekleştirmesi, Türkiye’nin 1964 ve 1974’teki Kıbrıs’a askeri müdahalelerinin milletlerarası hukuki meşruiyetine temel teşkil etmesi bakımından başarı hanesine kaydedilecek bir husustur. Bu başarı Fatin Rüştü Zorlu’nun idamına giden yolda bir başlangıç olmuştur.      

Başvekil Menderes 1959 yılı Ekim ayında ABD’ye hiç olmazsa 500-600 milyon dolarlık yardım için yapmış olduğu ziyaretten eli boş dönmesinden sonra -ümidini büsbütün kestiği için- Türkiye’nin dış politikasını değiştirecek hamlelere girişir.     

Menderes’in Washington’u ziyaretinden yalnızca iki ay sonra 6 Aralık 1959 ABD Başkanı Dwight Eisenhower Türkiye’ye geldi. Bu iki ziyaretten sadece 6 ay sonra ise Türkiye’de, arkasında ABD’nin bulunduğuna inanılan bir darbe yaşandı (27 Mayıs 1960).

Devam edeceğiz…

Yazar
Efendi BARUTÇU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen