İnsan İnsanın Sömürgesidir

Her şey modernleşmenin fitilinin ateşlenmesiyle başlamıştı. Ortaçağ döneminin omurgasını oluşturan taşra modernleşme ile birlikte şehre taşınıyor, yavaş yavaş yok olmaya başlıyordu. Sahiden yok oluyor mu? Tabiî ki de hayır.

Modernleşme ile yeniden düzenlenen şehirler taşrayı, taşra insanını daha da çevreye taşımış ve size büyülü bir dünya yaratmıştı. Bu hâlâ değişmeyip, herhangi bir şehrin içine girdiğinizde refahı, mutluluğu görebilirsiniz. Refahı ve mutluluğu özellikle belirtiyorum; çünkü aynı dönemde dünyada yayılan kapitalist anlayış insanın mutluluğunu maddi refaha endeksleyip, insanlığın varlık belgesini ‘‘meta’’ olarak belirlemişti. 

Şehirlerin dışına birkaç kilometre çıktığınızda ise taşrayı, maddi yetersizlikleri, birçok sorunu belki de ‘‘gerçek’’ olduğunu istemeyeceğiniz şeylerle karşılaşıyorsunuz. Aslında o mesafeleri almanıza gerek bile duymadan hemen yanı başınızda bu tür şeylerle karşılaşabilirsiniz.

Kapitalizme karşı hayat mücadelesi veren sosyalizm 1968 de son atımlık kurşununu kullanıp, Sovyetler birliğinin çökmesiyle de dünyadan uzaklaştı; onun yerini dolduracak, kapitalizme karşı herhangi bir düşünce de bir türlü gerçekleştirilemedi. Aksine refah devlet anlayışının petrol krizi ile yıkılıp yerine neoliberal anlayışın yükselmeye başlamasıyla sınıflar arası farklar daha da belirginleşmeye başladı.

Sosyalistler gibi komprador, faşist devlet naraları atmak yerine dikkat etmek istediğim şey şu an belirginleşen bu ayrımda herhangi bir üst kurumdan ziyade bilakis insan merkezde. 

Evet, sömürge dünyada ilk defa var olan bir şey değil; ancak bu zamana kadar sömürge devletler veya topluluklar üzerinden anlatılmaya çalışıldı. Peki, insan, insanı sömüremez mi, şu an da olduğu gibi sömürür ve sömürmeye de devam edecektir.

Modernleşme ile başladı dememin bir ayrı yeri de bu kısmı; modernleşme dönemine kadar bilinen dünyada merkezi yönetimlerin hâkimiyeti vardı. Sosyal adalet, refah,  sömürme veya sömürülme bunların kontrolü altındaydı. Yaklaşık 250 yıldır ise bu kontrolü merkezden alıp bireyin kendine vermeye çalışıyoruz, bunda da başarısız olduk diyemeyiz.

Bu sebeple, son 250 yıldır diyemeyiz belki ama en azından son 50 yıldır insanı sömüren hemen yanındaki insandır.

İnsan vicdanlı bir varlık oluyor olsa da kendi konfor alanı dışına çıkamadığı sürece pek bir anlam ifade etmiyor. Daha doğrusu kendi konfor alanı içerisinde vicdanını hissediyor olsa da bir eyleme dönüşmüyor.

Son zamanlarda sınıf farkları ile ilgili film veya diziler oldukça ilgi görüyor; Snowpiercer, The Platform, The Parasite, The Roma bunlardan birkaçı.

Snowpiercer, trendeki kompartmanları metafor olarak kullanarak insanları sınıf sınıf ayırarak bir hayatta kalma mücadelesini içerirken yayınlandığı anda en çok izlenen diziler arasına girdi, en iyi film dalında Oscar ödülü kazanan ‘‘the parasite’’ filmi sınıflar arası farkı daha çarpıcı ve günümüz gerçekliğine uygun olarak işlerken, the platform ise yemekler üzerine bir metafor kullanmıştı; filmde en üstten başlayarak aşağı doğru bir asansör içinde yemekler servis edilirken, her bir kattaki insanlar bir üst kattaki insanların yediklerinin artıklarıyla besleniyordu.

Bu yapımların oldukça tutması insanın kendi içinde vicdanının vermiş olduğu bir etki, farklılığı reddediyor. Bir farklı açıdan ise bunları sunan kapitalist anlayış kazanmaya da bir şekilde devam ediyor.

Özellikle dikkat çekmek istediğim yapı platform; izlerken iğrenmiş olsam da çarpıcı bir gerçek. İzleyen her insan bu farklılığa, adaletsizliğe küfrediyor; ancak hemen kapı önündeki çöp konteynırını veya halk pazarlarının kapanmasının ardından kalan besinleri karıştıran insanlar yakın olduğumuz bir gerçek. Bu gerçeğe karşı mücadele ise film/dizi ekranının kapanmasıyla birlikte yok oluyor. Kendi refahı için bir dünya kurmaya çalışan insan bu gerçekliğe kapısını sonsuza kadar kapatıyor, sorumluluğu ise merkez yönetime, sosyal devlete bırakıyor.

Bir yere kadar evet haklı, peki bireyin gücünü uzun zamandır artırmaya çalışırken sosyal devlet yerine sosyal toplum veya sosyal birey yaratamaz mıyız? 

Daha doğrusu bunu yaratmamız gerekiyor. Bütün yönetimler, sivil toplum kuruluşları bireyden oluşuyor; sosyal olmayan bireyin oluşturduğu herhangi bir kurumdan sosyal yardım beklenilmesi mümkün değildir. Ne ise o olacaktır.

Bunu yaparken ilk adım maarif düzeninden başlayacaktır, en basitinden mavi önlük ve beyaz yaka sınıf farkını ortadan kaldıracak, bulunduğu ortamda giyilen kıyafetler çocuk yaşındaki insanlar için ‘‘kabul’’ sebebi olmayacaktır. 

Daha sonra adalet, insanlık gibi kavramlar metadan ayrıştırılarak verilmeli.

Şimdi ne yapılabilir diye düşündüğümde ise doğru olmadığını bilsem de veren eli de alan eli de insanlar görmeli. İnsanın güven duygusunun asgarî düzeyde olduğu bir dönemde küçük bile olsa yardımlar gözle görülmeli, inandırıcılığı yüksek olmalı.

Sadece bu değil belki de en büyük engel yardım eden kişinin kazanımı olmalı. Bu aslında sosyal medya aracılığı ile kişinin beğenilmesini artıracağından belki bir anlam kazanabilir. Etik mi değil mi sorusuna ile maalesef cevap verme yetkinliğinde değilim.

Ancak bir şekilde bireyin ve onla birlikte toplumun ‘‘sosyal’’ bir varlık olması gerektiğine dair inancım tam.

Yazar
Eyüp Ersegun KAHRAMAN

Eyüp Ersegün Kahraman, 1996 yılı Osmaniye doğumludur. Lise, ortaokul ve ilkokul öğrenimini Osmaniye'de tamamladı. Öğrenimine Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde devam etmektedir. İlgi alanları  bilim, basketbol, tarih, edebiyat v... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen