29 Mart 2023

Hutbe, Hazret-i Peygamber’in ortaya koyup buyurduğu bir İslâm âdetidir. Cuma ve bayram namâzlarında, hatîb tarafından belli bir kalıp içinde okunan dinî nasîhat cümleleridir. Hutbenin, sözü edilen kalıbı, yâni dizilişi içinde “Besmele, Hamdele, Salvele” bölümleri, mutlakâ bulunur. Her işine Allâh’ın adını anarak girişen Müslüman, hutbeye de Besmele ile başlar. Hamdele, Allâh’a hamd edilen, şükrân sunulan bölümdür. Salvele ise; İki Cihân Fahrı, Server-i Mevcûdât, Hâtemü’l-Enbiyâ, Habîbullâh Muhammed Mustafâ Hazretleri’ne selâm ve sevgilerin ifâde edildiği hutbe kısmıdır. 

Resûl-i Kibriyâ’nın Âhiret Yurdu’na hicret eylemesinden sonra, Hazret-i Ebûbekir halîfe seçildiğinde, tâkib edeceği devlet siyâsetini anlatmak maksadıyla, minberde ve hutbe kalıbı içinde veciz bir konuşma yapmıştı. Ondan sonraki diğer üç halîfe, yâni Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de, bu usûlü sürdürerek, iş başına geçdiklerinde böyle hutbeler okumuşlardı. İslâm Devleti’nin ilk devirlerinde Cuma namâzlarını Halîfe kıldırır ve Cuma hutbelerini de Halîfe okurdu. Lâkin, devletin sınırları genişleyip de muhtelif câmi ve mescidlerde Cuma namâzı kılınmaya başlayınca, nerede olursa olsun hutbeleri okuyan hatîbler, Besmele, Hamdele ve Salvele’den sonra, mevcûd halîfenin adını da hutbe metnine koymaya başladılar. Bu, aynı zamânda bir hükümrânlık, istiklâl ve dahî devlet işâreti sayıldı. İlerleyen zamân içinde tûğ, alem (bayrak), tabl (mehter / millî marş) gibi hâkimiyet sembolleri arasına hutbe de girdi. Cuma ve bayram hutbelerinin okunduğu beldeler, hangi devletin sınırları içinde yer alıyorsa, okunacak hutbe metnine, o devletin o sıradaki hükümdârının (sultânın, pâdişâhın, emîrin, beyin, reisin) adı da ilâve edilir oldu.

Hicret’in altı yüz seksen yedinci, Milâd’ın bin iki yüz seksen sekizinci senesi içinde, Kayı Boyu’nun başbûğu olan Osman Beğ, Eskişehir yakınlarındaki Karaca-Hisâr’ı[1] fetheyledi. Karaca-Hisâr’da bir danışma meclisi toplayan Osman Beğ, oradaki kiliseyi câmie çevirmek, gelen ilk Cuma namâzını orada kılmak ve o namâzda, kendi adına hutbe okutmak istediğini söyledi. Amcası Dündar Beğ ile ağabeyi Gündüz Beğ’in de katıldığı o müşâvere meclisinde, Şeyh Edebâlî, Akçakoca, Samsa Çavuş, Emîr Ali, Turgut Alp, Kara Mürsel, Şeyh Mahmûd, Hasan Alp, Konur Alp gibi eli öpülesi ceddimiz hazır bulunmuşlardı. 

Osman Beğ’in bu câmi, Cuma namâzı ve hutbe dileklerinin, bir devletin kuruluşuna işâret ettiğini, o danışık içinde bulunan cümle uluğ Türkler anlamışlar, hepsinin gözleri buğulanmış, akmaya hazır yaşlar, sırasını beklemeye başlamıştı. O Kayı danışığına katılan gönül erlerinden biri de Dursun Fakîh idi. Dursun Fakîh, Kayı Boyu içinde herkesin tanıyıp bildiği bir hoca olmanın ötesinde Şeyh Edebâlî’nin dâmâdı ve dahî Osman Beğ’in bacanağı diye de biliniyordu. Kısacası, Dursun Fakîh’in bedeninden saçılan ışıklar, görünenden ve bilinenden ziyâde idi. Osman Beğ, Karaca-Hisâr’daki Cuma namâzı imamlığı ile hutbe okuma işini Dursun Fakîh’e ısmarladı. Bununla da kalmadı, onu Karaca-Hisâr’a kadı tâyin eyledi.

Kilisenin câmie çevrilişi, orada Cuma namâzı kılınması, o namâzda Osman Beğ adına hutbe okunması ve nihâyet Karaca-Hisâr’a kadı tâyini, Osman Beğ’in başbûğluğunda bir devletin doğuşuna, Türk’ün gönlünü ışıtan ve ısıtan ışıklar yolluyordu…

[1] Karaca-Hisâr, bugün Eskişehir Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde, Odunpazarı ilçesine bağlı Karacaşehir Köyü (Mahallesi)’dür.

Yazar Hakkında:

Turgut GÜLER

Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar Nazilli Li­sesi’ne devâm ettikten sonra, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Bu okulun ikinci sınıfını bitirdiği 1968 yılında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ne kaydoldu. 1969-1973 yılları arasında, Yüksek Öğretmen Okulu hesâbına, İstanbul Üniversite­si Edebiyât Fakültesi Târîh Bölümü’nde tahsîl gördü.

İstanbul Çapa’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Kompozis­yon ve Diksiyon Hocası olan Ahmet Kabaklı’nın başkanlığında kurulan Türkiye Edebiyât Cemiyeti’nde, bilâhare bu cemiyetin yayınladığı Türk Edebiyâtı Dergisi’nde vazîfe aldı. Bir tarafdan üniversite tahsîline devâm etti, bir yandan da bahsi geçen der­ginin “mutfak” tâbir edilen hazırlık işlerinde çalıştı. Metin Nuri Samancı’dan sonra da ikinci yazı işleri müdürü oldu (Mart 1973, 15. Sayı). Bu dergide yazı ve şiirleri yayımlandı.

1973 Haziranında üniversiteyi bitirdiğinde, Malatya Mustafa Kemâl Kız Öğretmen Lisesi târîh öğretmenliğine tâyin edildi. Ah­met Kabaklı’nın arzûsu ile bu görevine başlamadı ve İstanbul’da kaldı, Türk Edebiyâtı Dergisi’ndeki mesâîyi sürdürdü. 1975 yı­lında hem Edebiyât Cemiyeti (Bakanlar Kurulu karârıyla Türkiye kelimesi kaldırılmıştı), hem de Türk Edebiyâtı Dergisi, maddî sı­kıntılar yaşadı, dergi yayınına ara verdi. Bunun üzeri­ne, resmî vazîfe isteği ile Millî Eğitim Bakanlığı’na mürâcaat etti.

Van Alparslan Öğretmen Lisesi’nde başlayan târîh öğretmen­liği, Mardin, Kütahya ve Aydın’ın muhtelif okullarında devâm etti. 1984 yılında açılan Aydın Anadolu Lisesi’nin müdürlüğüne getirildi. 1992’de, okulun yeni binâsıyla berâber adı da değişti ve Adnan Menderes Anadolu Lisesi oldu. Bu vazîfede iken, 1999 Ağustosunda emekliye ayrıldı. 2000-2012 yılları arasında, İstan­bul’da, Altan Deliorman’a âit Bayrak Basım-Yayım-Tanıtım’da, yazı ve yayın çalışmalarına katıldı. Yine Altan Deliorman’ın çıkardığı Orkun Dergisi’nde, kendi adı ve müsteâr isimlerle (Yahyâ Bâlî, Husrev Budin, Ertuğrul Söğütlü) yazılar yazdı. İki kızı var.

Yayımlanmış Eserleri: Orhun’dan Tuna’ya Uluğ Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Takı Taluy Takı Müren (Daha Deniz Daha Irmak), Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2014; Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Ejderlerin Beklediği Hazîne, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Şehsüvâr-ı Cihângîr-Fâtihnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.

 

Yazarın diğer makalelerinden: