Ekonomi: Bugünden öncesi, yarından sonrası

Bu yazıyı, 19 Kasım Perşembe günü Merkez Bankasının faiz kararını öğrendikten sonra da yazabilirdim ama öncesinde yazmayı tercih ettim çünkü bir yazar olarak benim öncelikli sorumluluğum ülkemin ve dünyanın şartlarını dikkate alarak ekonominin kuralları içinde neler olabileceğini doğru öngörebilmek ve öngörülerimi de paylaşmak.

Konuya böyle baktığım için sizi tekrar yıllar öncesine götüreceğim ve nasıl adım adım ekonomik krize doğru yol aldığımızı kendi paylaşımlarımdan alıntıladığım az sayıda örnekle en yalın şekilde anlatmaya çalışacağım. 

Aslında bu bir gerçeklerle yüzleşme yazısı…

2014’ten günümüze adım adım krize

İki yıl önce, bir yıl sonra fark etmez; ekonomik krizin uç vereceği belliydi. Nereden belliydi? Elbette tetikleyici olay veya olaylar olacaktı fakat asıl sebep, alınan devasa döviz borçlarının “nerelere ve nasıl harcandığında” gizliydi. Örneğin beton ekonomisi, örneğin ithalata dayalı büyüme, örneğin tüketime dayalı büyüme, örneğin hızlı büyüme, örneğin her isteyenin dövizle borçlanmasının önünün açılması vs. Say say bitmez. Umudum, en azından ekonomideki bozulmanın belirtileri ortaya çıktığında yönetenlerimizin bunları fark edip doğru tedbirleri almalarıydı fakat maalesef bu umudum da boşa çıktı. Hâla da umutlu değilim. 2014’le birlikte başlayan süreç devam ediyor.

Somut şekilde anlatayım:

Ağustos 2013’te, ardı ardına, “Elin Parasıyla Ağalık Olmaz” başlıklı dört uzun makale yazarak bana göre nerelerde hata yapıldığını her açıdan ele almaya çalıştım. Beni böyle bir başlıkla makaleler yazmaya iten sebep neydi? Hülasası şu paragraftı: 

“Türkiye, son 10 yılda 342 milyar dolar cari açık verdi. Başka bir söyleyişle başka milletlerin 342 milyar dolarlık tasarruflarını borç alıp –tabirimi hoş görün- ‘yedik’. ‘Afiyet olsun!’ diyemeyeceğim çünkü kimse parasını yedirmez. Elin parasıyla ağalık olmaz.”

(Yedirdiler mi? Yedirmediler. Onların yerinde olsanız siz yedirir misiniz? Yedirmezsiniz. Dolayısıyla suçu kendimizde arayalım.)

Bu yazıdan hemen sonra dolarda belirgin bir kıpırdanma başladı. Altı ay kadar süren yakın takipten sonra endişelerim beni “Ekonomide Hasar Büyüyor” başlıklı makaleyi yazmaya sevk etti. Makaleden durumu özetleyen bir bölüm:

“Perşembe günü, yazıya başlarken Merkez Bankası (MB) dolara müdahale etti, hızla 2.30’a doğru giden dolar 2.15 seviyelerine düştü, üç saat içinde tekrar çıktı. Cuma günü 2.33’ü geçti. Müdahale miktarının 3 milyar dolara yaklaştığı söyleniyor. Böylesine büyük bir miktar bile dövizin ateşini düşüremedi. Hükûmet, dövize müdahale yoluyla, ‘seçime kadar’ (yerel seçim) doları 2.30’un altında tutabileceğini hesaplıyor. Bunun döviz stoklarımızı riskli şekilde eriteceği (sadece 35 milyar doları bize ait) bilindiği halde ‘faiz silahının’ kullanılmasını istemiyor. Faizleri yükseltirse ‘oy kaybedeceğini’ düşünüyor. Aylardır bu tehlikeli oyun oynanıyor, amaç yerine araç tartışması yapılıyor. Nitekim hafta başında MB, faizi yükseltmeyeceğini tekrar ilan etti fakat bu laftan ibaret kaldı, faizler yüzde 11’e dayandı. Hükûmet, piyasanın olan bitenin farkında olmadığını sandığı ve kartları açık oynamadığı için bir ‘güven krizi’ de yaşanıyor; döviz ve faiz birlikte yükseliyor. Hükûmet bu tavrından vazgeçmezse doların 3.00 TL’ye hatta daha yukarı çıkması bana göre sürpriz olmayacak.”

(Şimdi bu paragraftaki rakamların yerine bugünkü rakamları koymanızı rica ediyorum. Sonra uygulanan politikaları karşılaştırın. Aradan geçen zamana ve bunca aleni göstergeye rağmen yönetenlerimizin ekonomiyi yönetme anlayışlarının değişmediğini göreceksiniz. Dolayısıyla bugün 8,5 seviyesinde dolar, yüzde 15 seviyesinde faizle boğuşuyoruz ve MB de döviz rezervleri de artık ekside.)

2014 başındaki değerlendirmemden birkaç gün sonra sonra MB, baktı ki faizler kendiliğinden kontrolsüz bir şekilde yükseliyor, siyasi baskılara rağmen, 28 Ocak 2014’te olağanüstü toplanarak politika faizini yüzde 4,5’tan yüzde 10’a çıkardı. Gecelik borç verme faizini ise yüzde 7,75’ten 12’ye çıkardı. MB, bu sert faiz artışını niçin yaptı? Hızla artan doları baskılayıp aşağı çekebilmek için. Peki, çekebildi mi? Hayır çünkü geç kalınmıştı. 

MB’nin bu kararından sonraki üç gün içinde ekonominin gidişiyle ilgili endişelerim daha da arttı ve 31 Ocak 2014’te bu defa “Mecburen Yine Ekonomi” başlıklı makaleyi kaleme aldım ve şu öngörüde bulundum:

“Faiz artırımı tek başına fiyatları dengeleyebilir mi, doları 2.20-2.30 bandında tutabilir mi veya faiz artırımı bu kadarla atlatılabilir mi? Bence hayır.”

(Son on gün içinde gerçekleştirilen “MB Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı’nın değiştirilmesi” hamlesi ve “ekonomide yeni dönem” söylemi ile birlikte faizler yükseldi, dolar düştü. 19 Kasım’da faizlerdeki yükselişin MB’nin kararıyla resmîleşmesi bekleniyor. Beklenti gerçekleşmezse zaten dolar 10’a doğru hareketlenir. Üstüne üstlük dolardaki yükselişe rağmen faizler de düşmez, aksine yükselir. Beklenti gerçekleşirse ekonomide umulan iyileşme sağlanabilir mi, sağlansa bile kalıcı olur mu? Bana göre yine geç kalındığı için ve tek başına faizin yükseltilmesi ile sürdürülebilir bir düzelme sağlanamayacaktır.)

11 Aralık 2015’e geldiğimizde, öngördüğüm gibi, doların 2,92’ye yükseldiğine, faizin ise ona eşlik ettiğine şahit olduk ve bu defa şu notu paylaştım:

“Bankaların sadece emin oldukları ticari müşterilerine kredi açacağını düşünüyorum. Ertelenmiş iflaslar gerçekleşebilir. Dolar 3,50’yi bulur.”

Aynen böyle oldu: Bankalar kredi musluklarını kapatmaya başladılar ve kredi vermemek için kırk dereden su getirmeye başladılar. “Ertelenmiş iflaslar gerçekleşebilir.” öngörüme özellikle dikkatinizi çekiyorum. Aradan 2 yıl geçtikten sonra, Türkiye’nin en zenginleri oldukları ilan edilen iki iş adamının borçları, ödeyemeyecek duruma geldikleri anlaşıldığından çetin pazarlıklar sonunda yeniden yapılandırıldı. Aslında “Büyüklükleri, gözden çıkarılmalarını önledi.” demek daha doğru olur. Cumhurbaşkanı Ekonomi Başdanışmanı Cemil Ertem’in “Batamayacak kadar büyük…” sözü de -bana göre- buraya işaret ediyor. 

Dolar 3,50’yi 05 Aralık 2016’da gördü ve bir müddet sonra da üzerine çıktı. 02 Kasım 2017’de ise 3,80’i aştı. Aynı gün, gün içinde yaptığım paylaşım şu şekildeydi:

“Gösterge faiz, an itibarıyla 18 puan artarak yüzde 13’e yükseldi. Hem de FED’in faiz artırmadığını açıklamasından hemen sonra. Faiz yükselince en azından doların düşmesi beklenir değil mi? Maalesef o da yükseliyor. Maalesef daha da yükselecek.”

29 Mart 2018’de dolar, 4,00 TL’yi gördü.

2018-2020 döneminde de hem değerlendirmelerime hem de döviz/TL paritesi, borsa, altın, faiz, enflasyon, işsizlik, bütçe açığı, borçlanma ile ilgili öngörülerimi paylaşmaya devam ettim. 

Bu süreçte sorun sadece doların yükselmesi de değildi, yüksek oynaklık başlı başına sorun teşkil etti ve etmeye devam ediyor. Sadece dolara karşı da değil, TL, neredeyse bütün para birimlerine karşı çok yüksek oranda değer kaybetti. 

Yine bu süreçte, 2016’da MB Başkanı değiştirildi. 2019’da yine değiştirildi. Sebep, gelişen şartlar içinde faizleri artırmaları veya artırmak istemeleriydi. Nihayet 06 Temmuz 2019’da, Murat Uysal, MB Başkanlığına getirildi ve faizler “suni olarak” düşürüldü. 

Süreç sadece MB Başkanlarını değil, ekonomi ile ilgili bakanları da makamlarından etti. Tek tek isimleri yazmaya gerek yok fakat tartışma yine “faiz” üzerineydi. Yeni gelen bakanlar bir taraftan faizi baskılamaya çalışırken bir taraftan da vatandaşın dolara olan meylini “doların elimizi yakacağını, dolayısıyla alınmaması gerektiğini” sıklıkla söyleyerek engellemeye çalıştılar fakat özellikle onlar bu cümleyi her kurduklarında vatandaş doların yükseleceğine dair daha fazla endişeye kapıldı ve korunmak için dövize hücum etti. Yönetenlerimiz ise tuhaf bir şekilde, bu durumu “lafla” değil, “güven vererek” (güven verecek, açık, anlaşılabilir ve öngörülebilir plan, proje ve politikalar uygulayarak) aşabileceklerini anlamak istemiyorlardı. “Güven” ile ilgili tek yaptıkları “Güvenin bize, merak etmeyin, hâl edeceğiz.” mealinde cümleler kurmaktan ibaretti.

Vatandaşın dövize hücumu öyle bir hâl aldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla yaptığı çağrılara rağmen vatandaş döviz almaktan vazgeçmedi. An itibarıyla vatandaşların bankalardaki paralarının yüzde 55,6’ı (224,2 milyar dolar) dövizden oluşuyor. Dövize, oran olarak en çok yatırım yapılan iller hangileri diye baktığımızda karşımıza milliyetçi ve muhafazakâr partilere oy verilen iller çıkıyor: Nevşehir yüzde 68, Aksaray yüzde 67, Yozgat ve Kayseri yüzde 65, Kırşehir ve Kütahya yüzde 63. Bu yüzdelere yastık altı döviz tasarrufları ile altın dâhil değil.

Millî ve yerli üretim

Konunun millî üretimle ilgisinden bahsetmeden olmaz. “Millî ve yerli” kelimeleri, yönetenlerimizin en fazla kullandıkları kelimelerden olsa da fiili durumda gerçek, iğneden ipliğe dışarıya bağımlı hâle geldiğimizdir. Bazı alanlarda millîlik oranının arttığı da doğrudur elbette fakat bir bütün halinde baktığımda durum böyle değil. Doğru olsaydı, dış ticaret açığımızın günden güne azalması gerekirdi, oysa sonunda bizi ekonomik krize sokacak kadar arttı. İthalatı engellemeye kalktığımızda ise ihracatımız ve refahımız düştü, düşüyor. Millîlik oranının arttığı iddia edilen bir sektörle ilgili vereceğim örnek aslında konuya ne kadar da yanlış baktığımızı açıkça ortaya koyuyor. Bu örneği hemen hemen bütün alanlara uygulayabilirsiniz: Bütün dünyada olduğu gibi doğru bir kararla biz de güneş enerjisine yöneldik. Hükûmet, sektörün gelişmesi için azımsanmayacak destekler veriyor ancak asıl önemli olan desteklerin mahiyeti. Diyorlar ki: “Güneş enerjisi tesislerinde millîlik oranı yüzde 65’i buldu.” Doğrudur, yatırımın bütününe bakınca maliyetin yüzde 65’i millî. Peki, bu oran ağırlıklı olarak neyi kapsıyor: Panellerin altındaki demir aksamı. Git Türkiye’nin en ücra köşesindeki en acemi demirciye, bu aksamı yapar. Asıl önemli kısım, yüzde 35’lik kısım çünkü güneşi elektriğe çeviren bölüm orası. Bu anlamda yatırımın yüzde 35’ini değil aslında yüzde 100’e yakınını ithal ediyoruz. Dolayısıyla teşvik edilmesi gereken, millî üretiminin gerçekleştirilmesi gereken kısım, bu kısım. 

Bu çarpıcı örnekteki yanlış teşvik politikasını birçok sektöre uygulayabilirsiniz. Örneğin tarım, yanlış teşvik uygulamalarının adeta merkezi durumunda. Bu alandaki temel girdilerin çok büyük bir kısmı yurt dışından temin ediliyor olmasına rağmen, henüz yem sorunumuzu çözmenin bile çok uzağındayız. Yem dışarıdan, damızlık dışarıdan, besilik dışarıdan, et dışarıdan, veteriner ilaçları dışarıdan… Doğan yavruları bile yaşatmaktan aciziz. Meralarımız meralıktan çıkmış. Böyle hayvancılık ülkesi olur mu? İlaç, gübre, tohum, sulama, verim, maliyet sorununu çözemeyen ülkeye tarım ülkesi denir mi? Böyle tarıma “millî tarım” denir mi?

Yerliliği zaten saymıyorum çünkü yabancının Türkiye’deki üretimini ifade ediyor. Sıkça tekrarlanması, bir siyasetçi kurnazlığından ibaret. Faydası kadar, millî üretimin önüne rekabet engeli çıkarması gibi çok ciddi zararları da var. 

Covid 19’un etkileri

Covid 19’a ayrı bir paragraf açmak gerekiyorsa da bize has bir sorun değil. Bizim için daha riskli tarafı, salgına ekonomik krizde yakalanmış olmamız. Hatamız ise Covid 19’u yeterince ciddiye almamış ve hâlâ almıyor olmamız. Ben bunu “Yönetenlerimizin kurnazlığı, halkımızın aymazlığı.” olarak sloganlaştırdım. Hastalık ülkemizde görülür görülmez yaptığım iki paylaşımı da hatırlatayım. Birincisi: “En az 20 gün tüm ülkede ev hapsi uygulanması. Sadece çok mecburi sektörlerin çalışmalarının, işe gidiş gelişler de dâhil planlanması. Sınırların ise mecburi hâller ve mecburi ticaret için sıkı denetimle açılması.” Turizmi mecburi hâllerden saymıyorum. Hâlâ aynı düşüncedeyim. Tedbirler ekonomik gerekçelerle gevşek tutuluyorsa, bu gevşek uygulamanın ekonomide çok daha fazla kayba sebep olduğunu ve olacağını kesin olarak iddia ediyorum. Ölümlerin daha fazla artacağına ise zaten şüphem yok. İkincisi: “Para bas ama yüklü miktarda da döviz bul.” Para basıldı ve basılmaya devam ediyor fakat IMF saplantımız yüzünden ucuz ve yeterli döviz bulamadığımız için elimizde avucumuzda kalanı da doları düşürme uğruna sattık. Bu yüzden de faizleri 6,5’a kadar çekip bankalara emirle para dağıttırmamıza rağmen enflasyonun yükselmesini engelleyemedik. Bu noktada IMF alternatifinin değerlendirilmemiş olmasını büyük hata olarak gördüğümü tekrar ifade ediyorum. 

Ekonomik politikamız ne?

Yıllardır ekonomi ile ilgiler makaleler yazarım, konuşmalar yaparım, tabii bunları yapmak için de okurum, dinlerim, araştırırım. Yine de henüz hükûmetimizin uyguladığı ekonomik politikanın ne olduğu konusunda net bir bilgim ve fikrim yok.

Örneğin ekonominin siyasi yöneticileri hep piyasa ekonomisi ve serbest döviz kuru politikası uygulandığını, Merkez Bankasının bağımsız olduğunu söylerler ama uygulama neredeyse tam tersidir. Serbest döviz kuru yanlısı politika uygulayan bir hükûmet, elinde avucunda ne kadar döviz varsa hepsini de yükselen döviz kurunu aşağı çekmek için kullanır mı? MB’sının bağımsız olduğu bir ülkede siyasi yöneticiler neredeyse her gün MB yöneticileriyle kavga eder, onları aşağılar, vatan hainliğine varan suçlamalar yapar mı? Siz olsanız, bu şartlardaki bir ülkeye yatırım yapar mısınız? Sadece yabancılardan bahsetmiyorum, bu ülkenin insanları da uzun süredir kendi ülkelerine dişe dokunur bir yatırım yapmadılar.

Umarım, 19 Kasım’daki MB toplantısından sonra en azından söylediğimizle yaptığımız aynı olur ve umarım artık ayaklarımız yere basar da gelecek seçimleri değil, gelecek nesilleri düşünen politikalar uygulamaya başlarız.

Krizlerin sorumlusu düşmanlarımız mı?

Süreç içinde Türkiye ve dünyada önemli siyasi, sosyal ve askeri olaylar oldu, Türk’ün düşmanları boş durmadılar elbette fakat bu durum yeni değil. Dünya kurulalıdan beri insanlar, aileler, şirketler, klanlar, milletler, kültürler, medeniyetler… arasındaki mücadeleler her sahada ve her seviyede kıyasıya devam etti, ediyor ve edecek. Dolayısıyla düşmanlarımızın veya rakiplerimizin her ne yöntemle olursa olsun taarruzları, başarısızlığın mazereti olamaz. Bunların ekonomik krizleri tetiklediği ve ağırlaştırdığı bir gerçektir ancak hükûmetler bunları öngörmek ve önlemek için vardır, hatta esas işleri budur. Bu hususta içimi sızlatan bir çelişkiye de dikkat çekmek istiyorum: Düşman ilan ettiğimiz ülkeler, en fazla borç aldığımız ülkeler. Onların yaptıklarına kızmak yerine, onlardan borç almayı “ar etmemiz” gerekmiyor mu? Kaldı ki borç alan, borç vereni ne zaman mağlup edebilmiş ki? 

Devletler de hükûmetler de siyasetçiler de halkın hizmetkârıdır

Siyasetçilerin sürekli mazeret üretmeleri ile ilgili de söyleyeceklerim var: Siyaset, ihtiyari bir iştir. Siyasetçi söz vererek oy ister, vatandaş kime inanıyorsa ona oy verir ve iktidara getirir. O andan itibaren iktidara gelenin başarısızlığının mazereti olamaz. Başarıları da ülkesine ve halkına karşı birer lütuf değildir, sadece görevdir ve bu sebeple takdir beklemek hakkı da yoktur çünkü görevi kendisi talep etmiştir. Kimi takdir eder, kimi etmez; vatandaşın paşa gönlü bilir. Vatandaşa gönül konulamaz, öfke duyulamaz. Devletler de hükûmetler de siyasetçiler de halkın hizmetkârıdır; varlık sebepleri budur.

Yarından sonrası için öngörülerim

Her gün sıkça muhatap olduğum sorulara toptan cevap vereyim: 

Döviz/TL paritesi, borsa, altın, faiz, enflasyon, işsizlik, bütçe açığı ve borçlanmada kısa ve orta vadede yön “yukarı”.

Bunlardan sadece borsanın yukarı gidişi olumlu kabul edilebilir ancak borsanın kaymağını yiyenler, borsayı yönlendiren vurguncular (manipülatörler ve spekülatörler). Yükselen hisse senetleri, temsil ettikleri şirketlerin gerçek durumunu göstermediği için yükselmenin aslında şirketlere de bir faydası yok. Kısacası, küçük yatırımcıya “Borsadan uzak durursanız iyi olur.” derim. Aksi hâlde -affınıza sığınarak, borsacıların amiyane tabiriyle- “keriz silkeleme operasyonları”nın “keriz”i olabilirsiniz.

Büyüme konusunda ise yorum yapmayacağım. Büyümenin hesaplanmasında “refah artışı” dikkate alınmadığı müddetçe benim için bir önemi yok. İşiniz büyüyorken borcunuz daha fazla büyüyorsa “Bir daha düşünün.” derim. Kişi başına millî gelirimizin 7500 dolara düşmesi ise an meselesi ki bu iyimser tahminim. Hâlâ Çin mallarının ucuzluğunun, ucuz iş gücüne bağlı olduğunu sananlar varsa çok yanılıyorlar, 2000 dolar geriye düştük bile. 

Kurtuluşun anahtarı: Bilim

Yukarıda yazdıklarımın hepsini unutun. Zaten yazamadıklarım, yazdıklarımın yüzde biri bile değil.

Bana göre bütün sorunlarımızın tek bir çözümü var. Eğer o sorun çözülürse ekonomik, siyasi, sosyal, askeri vs. bütün sorunlarımızı ancak o zaman çözebiliriz. 

Papağan gibi tekrar etmeye devam ediyorum: 

Bilimi öne almak, varımızı yoğumuzu önce bilime harcamak ve ayırt etmeden bilimin bütün dallarında gelişmek. 

Bilim sadece teknolojide gelişmeye hizmet etmeyecek, asıl her alanda millîleşmeye hizmet edecek. 

Bilim, sadece güç vermeyecek, güven de verecek.

Bilim, birbirimizi doğru anlamamızı da sağlayacak, dinimizi doğru anlamamızı da dünyayı doğru anlamamızı da…

Çocuklarımıza miras olarak sadece bilimi bıraksak yeter. Yeter de artar bile…

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen