Hilafeti Getireceklermiş

Hilafet 3 Mart 1924’de kaldırılmıştı ya, her yıl olduğu gibi 2021’in 3 Mart günü ve takip eden birkaç gün dinciler Hilafeti gündeme getirdiler. Hilafeti kaldırdı diye Atatürk’ü düşman ilan eden zavallılar bu olayları bahane ederek Atatürk’e saldırdılar.

Mustafa Armağan isimli Fesli Kadir takipçisi sözde tarihçi, Genel Yayın Yönetmeni olduğu tarih dergisinde “Hilafet Özel Sayısı” çıkardı. Ne kadar çığırından çıkmış olmalı ki dergi toplatıldı. 

Twitter’de hilafeti öven paylaşımlar, Facebook’da hilafeti yeniden getireceklerinden bahseden gruplar… O kadar yanlış biliyorlar ki hilafeti. Veya hinliklerinden yanlış anlatıyorlar… Saçma sapan paylaşımlar on binlerce beğeni alıyor. Paylaşımları yapanların profiline bakıyorsunuz çoğunda Fesli Deli Kadir fotoğrafları. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan cahil sürüsü…

Sözlük anlamı “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek” gibi anlamlara gelen hilâfet kelimesi, sosyolojik terim olarak Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Hilafeti anlamak için Hilafetin tarihine kısaca göz atmak uygun olacaktır.

Peygamberimiz, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirtmediği için devlet başkanının tespiti Müslümanlara bırakıldığı düşüncesinden hareket eden bir grup sahabe tarafından, peygamberimiz defnedilmeden Hz. Ebubekir Emir-ül Müminin seçilir. Peygamberimizin cenazesinin başında bulunan Hz. Ali ve Hz. Abbas bu seçimde bulunmamıştır. 

Hz. Ebû Bekir kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etti ve Hz. Osman’ı çağırarak vasiyetnamesini yazdırdı. 

Hz. Ömer kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu altı kişi yaptıkları görüşmeler sonunda kendi aralarından Hz. Osman’ı halife seçtiler. 

İlk üç halife döneminde hiç bir idarî görevde bulunmayan, ne de yapılan savaşlara katılmayan Hazreti Ali Medine’deki sahabe tarafından Halife seçildi. Ancak Hz. Ali’ye Şam Valisi olan Muaviye ile Hz. Ayşe başta olmak üzere pek çok sahabe biat etmedi 

Muâviye’nin Hz. Osman’ın kanını bahane ederek başlattığı iktidar mücadelesi, ashabın ileri gelenlerinin de katıldığı iç çatışmalar, sonuçta binlerce Müslümanın ölümü, Müslümanlar arasında baş gösteren ve günümüze kadar devam eden siyasî ihtilâfların başlangıcını teşkil etmiştir.

Muaviye bir hakem oyunuyla Halifeliği gasp etti. Bu arada Hz. Ali de bir Harici tarafından katledildi. Böylece Emevi Saltanatı başladı. 

Bazı İslam tarihçilerinin Asr-ı Saadet içinde gördükleri 4 halife döneminde bile, halifelere biat etmeyen sahabelerin bulunması, dört halifenin üçünün öldürülmüş olması, öldürenlerin Müslüman olması ve cinayetlerine İslam’ın zarar görmemesini ve Müslümanların birliğini gerekçe göstermeleri bile Halifeliğin, bırakın saltanata dönüştüğü dönemleri, Peygamberimizin en yakınlarının halife olduğu zamanda bile “Müslümanların Birliğini” sağlamaktan ne kadar uzak olduğunun göstergesidir. 

Emeviler yaklaşık yüz yıl süreyle İslam dünyasında bir baskı ve zulüm rüzgârı estirdiler (Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç). Zulüm o hale geldi ki, devlet merkezinin bulunduğu Suriye’dekiler hariç; Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğu Emevi rejiminin karşısında olduklarından, Haricîler dışındaki diğer isyanların çoğunluğunu desteklediler.  

Dünyanın en büyük zalimlerinden Yezidin adının önüne “Hazreti” övgüsünü koyan bizim İslamcılar Emevi döneminde yaşanan dini yozlaşmayı görmezler. Harre Vakasını sorsanız, “Evlâdü’l-Harre” ne deseniz ya bilmezler ya bilmezden gelirler, “Yezîd’in kulu ve kölesi olarak”  biat alındığından hiç bahsetmezler, Kuteybe’nin Türkistan’daki soykırımından ve kitap katliamından hiç bahsetmezler.

Abbasî hilâfeti, Emeviler’e karşı yürütülen ihtilâlin önderi İmam Muhammed b. Ali’nin oğlu Ebü’l-Abbas Abdullah’a biat edilmesiyle başladı. Ve hilafet adına yeni bir saltanat başladı: Abbasiler… Onlar da farklı zulümlerin aracı oldular.

Abbasiler devlet olarak zayıflayınca bölgedeki güçlü devletlerin isteği doğrultusunda hareket etmek zorunda kaldı. Bir dönem Şii Büvehoğullarının, bir dönem Büyük Selçuklu İmparatorluğunun. Hutbelerde Abbasi Halifeleri ile Sultanların ismi beraber zikredildi. 1258 yılında Moğol istilâsıyla Bağdat Abbasi halifeliği sona erince İslâm âlemi üç yıl halifesiz kaldı.  1260 yılında Moğol istilâsını durduran ve ardından Memluk Türk devletinin tahtına geçen Sultan I. Baybars, son Abbasi halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın amcası Ebü’l-Kāsım Ahmed’i Kahire’de halife ilan etti. Böylece Abbasiler Hilafetlerini sürdürdü.

Bir ara İslam Dünyasında Sunni Abbasi ve Şii Fâtımîler hilafeti dışında Endülüs’te üçüncü bir halifelik daha ortaya çıktı. Aynı anda üç hilafet olması dışında, bazı Müslüman toplulukların hiçbir halifeye biat etmediği, hutbelerde isminin okunmadığı da bir vakıadır. Bu durum “Hilafetin ümmetin birliğini sağladığı”, “Hilafet dağılınca Müslümanların paramparça olduğu” iddialarını hiç de doğru olmadığını göstermektedir.

Yavuz’un Kutsal emanetleri Mısır’dan İstanbul’a getirmesinden sonra hilafetin Osmanlılara geçtiği ifade edilirse de Osmanlıların hilafeti ne zaman ve nasıl üstlendikleri sorusu henüz net olarak cevaplandırılabilmiş değildir. Halife olarak ilk biat alan padişah II. Selim’dir. Ancak Arap dünyası ve Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı dışındaki Arap ulema “İmamlar/Halifeler Kureyştendir” Hadisine istinaden Osmanlı hükümdarlarının halifeliğini kabul etmediler. 

İslam Hukukçularına göre bir halifede olması gereken “Kureyşli” olma şartı Osmanlı Padişahlarında yoktur. Keza akıllı olmak, adil olmak, zahir olmak, efdal olmak şartlarının Emevi, Abbasi ve Osmanlı Halifelerinin büyük çoğunluğu sahip değildir. Onun için her ne kadar “Halife” unvanını kullansalar da, başta İslam uleması olmak üzere Arap dünyası görünürde kabul ediyor gözükse de saltanata dönüşen hilafeti benimsemedi.

Ve ilginçtir Hilafetle yönetilen ülkede softalar, sık sık “Şeriat İsterük” avazlarıyla devlete isyan bayrağını kaldırdılar. Hilafetten “Şeriat” isteyen softaların bu haykırışları Hilafete duyulan inançsızlığın seslendirilmesiydi aynı zamanda.

Osmanlı sultanları da Halife Unvanını yazışmalarda kullanmakta çok hevesli olmamışlar ve Abdülhamit’e gelinceye kadar Osmanlı Padişahları “Halifeliği” diğer Müslümanların desteğini sağlamak için, bir başka ifadeyle devletin çıkarı için kullanmayı da pek düşünmemişlerdir. Hilafeti bir siyasi araç olarak ilk kez II. Abdülhamit ağırlıklı olarak kullanmaya başlamıştır. 1. Dünya savaşında Osmanlı İmparatorluğunun  “Büyük Cihat” ilan etmesine rağmen, İngiliz ve Fransız ordularında çok sayıda Müslümanın asker olarak katılması, Arabistan’ın her bölgesinde isyanlar başlaması, Türk aydınlarının Hilafet müessesesini sorgulamasına yol açtı.

Sadrazam Damat Ferit 7 Nisan 1920 tarihinde Britanya Yüksek Komiseri Amiral John de Robbeck ile Kuvayı Milliyecilere karşı alınacak tedbirleri görüştü. İngiltere Damat Ferit hükûmetine 7 Nisan 1920 tarihinde Hilafet Ordusu’nu kurmak için izin verdi.  11 Nisan’da Kuvayı Milliyecilerin eşkıya olduğu ve öldürülmelerinin sevap ve vatani bir yükümlülük olduğuna dair Dürrizade Abdullah Efendi’nin bir fetva çıkarması sağlandı. 18 Nisan’da Hilafet Ordusu kuruldu, Birleşik Krallık Hilafet Ordusu’nun erlerine 30, teğmenlerine 60 ve alay komutanlarına 150 lira maaş bağladı. Lojistik ihtiyaçlarını silah, araç ve gereçlerini temin etti. Hilafet Ordusu birlikleri Nisan ve Mayıs aylarında İzmit bölgesinde konumlandılar. Kuvayı İnzibatiye adıyla da anılan Hilafet ordusu önce Süleyman Şefik Paşa, sonra Anzavur komutasında Kuvayı Milliye güçlerine saldırdı. Yine sarayın “Din ve Hilafet elden gidiyor” tahrikleriyle, çıkarılan bazen dinci, bazen etnik kökenli isyanlar çıkarıldı. Gerek Hilafet ordusu gerekse isyancılar Türk ordusuna, Yunan Ordusunun verdiği zarara yakın zarar verdiler. Milli kuvvetleri arkadan vurdular.

İstiklal Savaşı Türk Milletinin yalnızca işgalci düşmana değil saltanata ve hilafete karşı da yürüttüğü bir mücadeleydi. Vahdettin’in 17 Kasım 1922’de İngiliz harp gemisi Malaya ile kaçması üzerine TBMM 19 Kasım 1922 tarihli oturumunda Osmanlı Hanedanı üyesi Abdülmecid Efendi’yi halife olarak seçti.  Cumhuriyet ilanıyla saltanat lağvedilmiş oldu. Hilafete dini anlamlar yüklenmesi nedeniyle Hilafetin bir süre daha sürdürülmesi uygun görüldü. Ancak Halifeliğe getirilen Abdülmecit Efendi’nin padişah gibi davranması, yönetime müdahale etmesi yanında süreç uzadıkça hilafetin kaldırılmasının zorlaşacağı ve bu ikili yapının yapılacak inkılaplara engel olacağı gözetilerek 3 Mart 1924 günü Urfa vekili Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşının hazırladığı, hilâfetin kaldırılmasına dair on iki maddeden oluşan bir kanun teklifi Meclis’e getirildi. Aynı zamanda bir İslam Hukuku Profesörü olan Adalet Bakanı Seyyid Bey, saatler süren katılan tüm üyelerce beğenilen mükemmel bir konuşma yaptı.  Aynı yıl “Hilâfetin Mâhiyet-i Şer’iyesi” adıyla kitaplaşan bu konuşmada Seyyid Bey, hilâfetin kaldırılmasının İslam’a aykırı olmadığını delilleriyle ortaya koydu.  Bu konuşma Meclisteki muhalefeti ikna etti. Direnci kırdı. Oturuma katılan 158 üyenin 157’sinin oyuyla hilafet kaldırıldı.

Bizim İslamcılar bunları bilmezler, bunları bilmedikleri gibi Osmanlı Hanedanlarının kendi kafalarındaki gibi bir İslami yaşamları olmadığını, mesela V. Murat’ın Mason olduğunu, İslam Halifelerinin oluşturduğu kabinelerde çok sayıda gayrimüslim bakan bulunduğunu, Sultan Abdülaziz’in Batılı örneklerinden hiç de aşağı kalmayan piyano parçaları bestelediğini, at üzerinde heykelini yaptırdığını, Sazendegan-ı Hassa’da şan, vals, alafranga ve alaturka keman gibi pek çok ders verildiğini, 2. Abdülhamit’in Batı müziğine çok düşkün olduğunu aynı zamanda borsada yatırım yaptığını, padişahların kızlarının başı açık ve dekolte fotoğraf çektirdiklerini, 1800’lü yıllardan sonra devleti faiz günahı ile tanıştırdıklarını, çok yüksek faizlerle borçlandıklarını,  sultan ve şehzadelerin dans, piyano ve resim dersi aldıklarını, ülkede ilk bale, opera ve operet temsillerinin sarayda verildiğini,  Halife Abdülmecit Efendi’nin nü resimler yaptığını da bilmezler…

Bizim softalar Hilafet istiyor ama Osmanlı Halifelerinin yaşamlarının kendi kafalarındaki “Halife” ve “Hilafet” anlayışıyla hiç uyuşmadığını bilmiyorlar… Hanedan üyeleri “Osmanlı Ocakları” adıyla gösteri yapan zavallıların, tarihe de, gerçeğe de aykırı palyaçoları andırır kıyafetlerini görseler kahkahalarla gülerler. 

Beyler, hem dün dünde kaldı, hem de gerçek “dün”ün sizin kafanızdaki “dün” ile alakası yoktu. Onun için hayal kurmaktan vazgeçin…

Mevlana’nın dediği gibi; “Dünle beraber gitti, cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait. / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” 

Fazlı KÖKSAL

  

Yazar
Fazlı KÖKSAL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen