Bir Ülkücünün Güncesi (Mahbesten Mektuplar)

 

Elhamdülillah biz müslümânız
Dîn-î mübînê ser-beste-gânız[1]
“Meğerki rüya görmek ne güzelmiş”[2]

Efendi Barutçu

 

“Gayesiz yaşamanın günahını taşımaktansa, gönül verdiğimiz bir yüce gaye uğruna ve Hakk’ın rızası için binlerce çile ve mahrumiyete katlanmak, hayatın yük ve acılarına meydan okumak daha şerefli bir davranış olur.”[3]

Efendi Barutçu

 

Mahbesten mektuplar. Mahpushaneyi bile zarif bir pakete sarıp sarmalamış, “mahbes” yapmışlar. Her neyse, daha ilk satırlarda “Analar vardır, kör kurşunlar götürmüştür oğullarını…” diye başlayan o satırlar. Arkasından da (analar vardır ki), “beton duvarlar, demirler ayırmıştır, koparmıştır bağırlarından” şeklinde devam eden o telmihler.

Mapusanede, taşı bile eriten, çürüten o rutubetli Bartın soğuğunda “sadece koğuşundaki arkadaşlarından ayrı”, tecritte bir Efendi Barutçu vardır. O mektup oradan yazılmış belli ki. “Gönderdiğiniz kazaklar ve çoraplar”; onları, aldım diyor. Almış almasına da, kazak yanlış gelmiş. Gelen “Metin’in boğazlı kazağı”, o yüzden onu da idareye müracaat edip kendisine göndermiş. Sonra, “hele bir bahar gelsin” cümlesinin yoğunluğuna yüklenen umutlar.

Babasına yazdığı mektupta “hayatın nice zorluklarını yendiniz…kardeş acısına, bacı acısına dayanan gönlünüz…” şeklinde geçen ifadeler, siz bunu da yenersiniz demek ister gibidir. Genç Efendi burada, babanın karşısında bir tür “aslında tam da yanında olmamız gereken zamandı” ama olmadı, ne yapalım vazife bizi bekliyordu der gibidir. Arkasından gelen “hak bildiğimiz yolda yürümek kararında idik. Yürüdük, yürüyeceğiz de…” ifadeleri de, bu karardan dönme ihtimalinin olmadığını gösterir.Mektuplarda geçen “İş mevsimidir, ziyaretime gelmeyiniz” ısrarı; Anadolu’da beklemeyecek olan birinci önceliğe, geçim derdine işaret etmesi bakımından bilhassa kayda değer. Bu konudaki duyarlılık, “bir ekmek parası için Almanya’ya, Frengistan’a”[4] gönderilen oğullara yapılan göndermede de hissedilir. 

Mektuplarda dikkati çeken bir diğer husus, hemen her mektuba hamdele [Allah’a hamd] ve salvale [Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygambere salat-u selam] ile başlanması. Arkasından gelen Ashab-ı Güzin hazeratının Allah yolundaki türlü fedakârlıkları ve hicretlerine dair yapılan vurgu ve “İslam yine tek kurtarıcı…” şeklinde hemen her yerde karşımıza çıkan hassasiyet, burada da karşımıza çıkıyor. Ben bu satırları okurken sanki de karşımda,Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyuilahileriyle büyüyen Müslüman Türk çocuklarının silueti duruyor. Hani şu Yahya Kemal’in Atik Valide semtinde bir iftar vakti Ramazan telaşında karşılaştığı Müslüman Türk çocukları.

Yahya Kemal’in bir yerde anlattığı bir hikâye vardır. O bıyıklarını balta kesmez Yeniçeri Kocaları, onlar işte! O koca koca adamlar; en çetin muharebeler öncesinde, büyük bir sükûnetle bağdaş kurup birbirlerine sahabe gazveleri, Hz Ali cenklerini anlatırlarmış. Bu mektuplardaki ifadeler de bana aynı duyguları yaşattı. Nam almış, nam vermiş bu isimler de, bir köşede bağdaş kurmuş, başları yerde sahabe menkıbeleri dinleyen Türkmen Kocaları gibiler. Ve arkadan gelen Hâmid’in şu mısraı; Durmuş başında bekler bir kavm türbedârınHâmid bunu Fatih’in mezarı başında söylemiş. Türbedar da Türk kavmi. Bu nesil de o kavmin en sarp, en dövüşken, en cüretkârı. Ve hepsi de o büyük mefahirin bekçisi, muhafızı. Duruş o, tavır o ve görüntü o! Fakat konuşurken sanırsınız ki, bunlardan her biri Hz Yakub’un Yusuf’u, Eyüb’ün sabrı, İbrahim’in kurbanlık koçu İsmail gibi mümin, mütevekkildirler.

 

Allah Devlete Zeval Vermesin

Allah devlete zeval vermesin dedikten sonra, “Geçende dağıtılan ikinci battaniyelerle geceleri ısınıyoruz” diye ilave ediyor. Bu, “Allah devlete zeval vermesin” cümlesi, mektupların sadece bir yerinde geçmiyor. Belli ki içselleştirilmiş, kendiliğinden bir tavır bu. Zaten Ülkücülüğün alâmet-i farikalarından biri de bu. Bunda tuhaf olan bir taraf yok. Devlet, bizim devletimiz. His bu, algı bu!

Devletimiz tamam da, “Serkis Çayının, Binboğa’nın, Ericek ve Berit’in” çalkaması, dağ başı, ardıç gölgesi ve serin yaylaları! Pekâlâ, bunlara ne demeli? Belli ki içeride buram buram buraların hasreti kokmakta, burnunun direkleri sızlamaktadır. “Rabbim izin verirse” diyor, “gün olur, hakikat olur; değil mi babacığım?” Bu “babacığım” kipi, hem hasret hem sığınak hem de bunca külfetin maddi yükünü çektiği için özür manasında kullanılmış gibidir. İhya’dan örneklere uzanır. “Çoluk çocuğun rızkı yolunda çekilen meşakkatler…”. Buna benzer tarizlerle babasına türlü dokundurmalar yapan ağabeye, belli ki bu durum ağır gelmektedir. Ağır gelen, bütün ekonomik yükün ona binmesi, yüklenmesidir.

“Hâlbuki şu halde maalesef sadece bir tüketici durumundayım. Siz evimizin, ailemizin temel direğisiniz” derken bunu açıkça tasrih eder. İş annesine gelince “kışlık çerezlerine” dokunmadan geçemez. Anlaşılan o ki, her evde olduğu gibi burada da anneyle ilişki daha rahat, senli benlidir.Bir de hastalıklar, peşini hiç bırakmadığı anlaşılan hastalıklar. Mektuplarda en fazla dile getirilen konulardan biri de bu. Bir de gurbet! Hem de gurbet ki, ne gurbet! Fakat o konuda da müsterihtir. Ben zaten “12 yaşımdan beri gurbetteyim” der. “Ömrüm gurbette geçti”.

Mektuplar aile ilişkilerinden de ilginç örneklere konu olur. Kız kardeşi Songül için kurduğu şu cümleler, o günlerin aile ilişkilerini yansıtması bakımından da önemli: “Songül ablamdan hiç haber alamaz olduk. Biliyorum, bana biraz kırgın ama şunu unutmasın; ağabeyler gerekirse azarlarlar da. Sever de. Şimdi ondan bir isteğim olacak. Koyu renk (lacivert veya gri) yün alsın ve bana bir ucun kollu, fermuarlı şöyle sağlam güzel desenli bir kazak örsün veya ördürsün” Bütün bu mektupları okuduktan sonra kendisine soruyorum,-Ağabey diyorum, “ne oldu o kazağa, örüldü mü”? -Örüldü diyor ve uzun süre o kazağı giydim.Ben, Efendi ağabeyin o kız kardeşini tanıdım. Eşi de çok yakın bir arkadaşımdı. Emin Abi. Eski noterlerden. Uzun zamandır görüşemedik, şimdi nelerle meşgul onu da bilmiyorum. Onda da (Songül Hanım) Efendi Ağabeyin o celadet ve azmi, o temiz yüreği, asaleti vardı. Demek ki bu işler biraz da soydan.

 

Teşkilatın İzi

Erkek kardeşi Ali Haydar’a yazdığı mektuplar “bırakın âlemin lafını, işine bak” türünden nasihatlerle dolu. Belli ki o konuda bazı tereddütleri var ve onları usulünce tashih amacı taşıyor bu mektuplar. Bu mektuplarda her şeyi en ince ayrıntısına kadar dikte eden bir teşkilatçıyla karşı karşıya kalıyoruz. Belli ki buradaki Efendi Barutçu başka bir Efendi Barutçu.Cumhuriyet Savcısıyla ilişkide kurulacak dilden, Hasan Çavuşla bayramlaşmaya, oradan hastane ziyaretlerinde şeker yaptırmaya varıncaya kadar her şey en ince ayrıntısına kadar tek tek sıralanmış. Mektubun sonuna da “haydi bakalım arslan kardeşim. Ziyarete geldiğinde bunların hepsini liste halinde sorarım” tembihi ilave edilmiş. Metin ağabeyine de hediyesiz gelme diyor. Herhalde Metin Kaplan’ı kastediyor.Ticarî hayatta rızkın helalini talep, bu mektuplarda da işin esası. “Ticarî hayatın mevsimi olmaz” diyor bir yerde. “Elde sermaye olursa, her mevsim ne geçerliyse o alınır satılır”.Bu satırlar, binlerce yıllık bir ordu-millet geleneğinin kendiliğinden oluşturduğu bir lojistik geleneğinin nasıl da, ulusun bazı üyelerine intikal ettiğini göstermesi açısından sahiden de şayan-ı dikkat. Bir kişi, bir kardeşle ilişki kurar gibi değil de, ordular sevk eden bir komutanla muhatap olur gibisiniz. Tavır o, ifade o ve nihayet her şey o!

 

Kız kardeşlerine Mektuplar

Kız kardeşine yazdığı erken dönem (11.03.76) mektuplarından biri “bilhassa namaz kıldığını yazman beni son derece sevindirdi” diyerek başlar. Arkadan gelen satırlar, “bugünün küçük bir Türk kızının geleceğin bir Türk anası olacak olan sizlerin” diye devam eder. Fakat buradaki asıl vurgu namazla kendi yürüdüğü çizgi arasında kurduğu ilişkidir. Siz de “bilginizle, cesaretinizle, imanınızla mücadelemize güç katacaksınız” şeklindedir.13.04.76 tarihli kız kardeşine yazdığı mektubunda “…Milletinin inançlarıyla, töreleriyle her türlü millî gelenekleri ile birlikte yaşamasını sağlayamayan devlet, çocuklarına bakamayan kötü babalara benzer ve saygınlığını yitirir. İşte bütün çabamız milletini koruyan, gözeten, onu Türk ve Müslüman olarak yaşatan, zengin ve kalkınmış bir millet olarak yaşatan millî devleti kurmak içindir”.[5]Devamında “bizleri de devletimizi milletimizi çok sevdiğimiz için kurşunlarlar, öldürmeye güçlerinin yetmediklerini ise yalanla, iftirayla hapse attırmak isterler” diye yazar. Bu ifadeleri okurken, insanın aklına ister istemez Koca Bekir ve Mehmet Kutucu geliyor.

O Mehmet Kutucu ki, gözünü budaktan sakınmayan bir memleket evladı, kimseye eyvallahı olmayan yiğit bir ülkücüdür. Uyarılarına ve beni başkan yaparsanız, durmaz; beni de alırlar demesine rağmen, arkadaşlarının kararına uyan, arkasından da tam da dediği gibi hedef haline getirilerek bir kumpasla içeri alınan bu yiğit memleket evladı, bir gün çıkıp da “Yahu, ben demedim mi size; işte olan oldu” demez, zerre tarizde bulunmaz.  Ya Koca Bekir, ona ne demeli! Dağ gibi adam!“İnsanın sevdiklerini kaybetmesi buralarda daha zor geliyor” der. Duygulanmıştır. Aklına bir anda Koca Bekir gelir. Şöyle diyor: “Ben bildim bileli gözümden yaş akıttığım nadirdir. Ama acısı hâlâ yüreğimi kavuran cennet mekân Koca Bekir’in şehadet haberi günlerce gözyaşı dökmeme sebep olmuştu. Zira bir gün önce Eskişehir’de ziyaretimize gelmişti. Diğer arkadaşlarla birlikte saatlerce oturup hasret gidermiştik. Sanki ebediyen ayrılacağımız içimize doğmuş gibi o heybetli yiğidin bir durgun, sessiz hâli vardı.

Akşamüzeri ayrılırken kucaklaştık. Hiç gitmek istemiyor gibiydi. Bunu, ‘İnan, akşam lisede dersim olmasa gitmem, yarın da gelirim’ sözleriyle de belli etmişti. Gidiş o gidiş…”(Barutçu, 173).İçinde Koca Bekir ve daha nicelerinin hatırası yatan ağabey duygulanmıştır. “Millet olarak çektiğimiz bütün acıların” der, “yoksulluğun, geri kalmışlığın, fukaralığın, birçok konularda dışa bağımlılığın temelinde yatan sebep; yıllardan beri Türk insanının, Türk gencinin, Türk çocuğunun kendi ruh köküne yabancı, mensubu olduğu milletin değerlerini kavrayamamış, dinini, töresini öğrenememiş, kasıtlı olarak yabancılara hayran edilmiş ve bu yabancı hayranlığının tabii bir neticesi olarak aşağılık duygusuna kapılmış, kendine güveni olmayan, bencil, çıkarcı, menfaatperest, ukala, bilgisiz ve inançsız bir nesil yetiştirilmiş olmasındandır.” (Barutçu, 84)“Yaratılış gayesini kavrayamayacak kadar” cahil yetiştirilen bu okumuşların “milletimize getireceği tek şey, kazandıracağı tek şey” der, “inançsızlık, ahlâksızlık, fukaralık, sefalettir”. İlginç biçimde yaratılış gayesini unutmakla “fukaralık ve sefalet” arasında doğrusal bir ilişki kurulur. Ahlâksızlık da inançsızlığın sonucudur zaten, ondan asla tereddüt etmez.

Bu ayrım, bu kendi değerlerine olan sarsılmaz inanç, daha sonraki yıllarda “meğer rüya görmek ne güzelmiş” şeklindeki bir hayal kırıklığına yol açar. Aradan yıllar geçip de bu kadar emek, gözyaşı ve yüksek bedellerle ödenen bir çilenin muhatapları, ne var yani, ne yaptınız şeklinde bir muameleye muhatap olduklarında, bu hicran, bu inkisar-ı hayal bir kat daha artar.Burada, bunun ayrıntılarına girmek doğru olmaz. Fakat şu kadarını söylemekte fayda var. Birikmiş enerjiler üzerinde sörf yapanlar bilmelidir ki, bu sadece yalancı bir serap; anlık, günübirlik bir pırıltıdır. Ne demiş atalar: sel gider, kum kalır. İfadeler arasında eleştirel olarak geçen “Aman sende, asır böyle!” (Barutçu, 2020: 85) klişesi, o neslin çağdaşlık karşısında gösterdiği irkilmeyi göstermesi bakımından önemlidir. O nesle göre çağdaşlık, bütün değerlerin reddi gibi anlaşılmaktadır. O derece kirli, o derece ölçüsüz ve o derece cıvık, yapışkan bir kavram. Gelin görün ki, bu furyaya çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimiz, hatta yöneticilerimiz de katılmış, bu yönde ateşli nutuklar atmışlardır. Bu nutuklar “Kalkınıyor, Batılılaşıyoruz, gerilikten kurtuluyoruz diye sevinçten göbek atarak” (Barutçu, 85) çekilmiş bir sarhoşluk halidir.

Mektubun devam eden satırları bilhassa “açık saçıklığa” vurgu yaparak devam eder. Belli ki, asıl korku buradan, çağdaşlığın cinsî laubalilik de içeren rahat kıyafetler ve davranışlarla kendini takdim eden sapkın çeşitlerindendir.Genç Ülkücü, Müslüman Türk kızları elbette okumalı ve çok çalışmalı, ama bunu para pul için değil, memleket hizmeti için yapmalı ve bu yolda Türk kızına yakışan vekar ve ağırbaşlılık içinde bulunmalıdırlar. Mektubun her sayfasında yarının anaları olacak Türk kızının bilhassa analık vasfına tekrar tekrar vurgu yapılır.12.02 1977 tarihli mektup da yine Batılılaşmaya karşı uyarılarla doludur. Özünden uzaklaşmış yabancı hayranı nesiller. Özün ne olduğu pek belirtilmez, ama öz derken yaşayan anane olduğu pekâlâ anlaşılabilir. Fakat aynı öz her nedense mevcut duruma da bir çıkış bulamaz. Bulamaz, ama oradaki cevap da tıpkı yüzyıllar öncesi Göriceli Koçi Beyin cevabıyla neredeyse tıpatıp aynıdır. Özümüzden uzaklaştırıldık!Çare; Milliyetçi Büyük Türkiye’nin kurulmasıdır. Burada bir ifade bilhassa dikkatleri çekmektedir. “Çekinmeden Türkiye için mücadele vereceğiz, omuz omuza, yılmadan; bu yolda düşenlere aldırmadan!” Dikkat edin, düşman içimizdedir! (Barutçu, 91).

Bu, kendi kendine ve muhataplarına sürekli yapılan bir telkindir ve bir noktadan sonra kesin bir iman hâlini almıştır. “Çekinmeden Türkiye için mücadele vereceğiz, omuz omuza, yılmadan; bu yolda düşenlere aldırmadan!” Ve şöyle devam eder: “Korkaklarla, bencillerle, menfaatperestlerle savaşacaksınız” Çok sonra görecektir ki, bu, savaşmakla bitirilecek bir yekûn değildir. Ama o zaman hâlâ umutlu, inançlıdır ve bütün bunların savaşla sona erdirilebileceğine inanır.12.01.1978 tarihli bir mektubunda “sanayileşen ve modernleşen (teknolojik manada) Türkiye’de çalışan kadınlarımızın sayılarının artması” olumlanır. “İslamî, millî ve fikrî eserler” okumaları bilhassa tavsiye edilir. Bu arada gerekirse İstanbul’da çıkan “Gergef” ve “Şadırvan” dergilerine kendilerinin abone olmasının sağlanabileceği belirtilir (Barutçu, 94).

Dikkat edilirse burada modernleşme kavramı doğru olarak eskinin zıddı anlamında kullanılmış, ama kimliğin muhafazasına da bilhassa vurgu yapılarak bir bariyer oluşturulmuştur. Bu aslında bizim Tanzimat’tan bugüne çözemediğimiz en temel meselelerden biri, bir dilemmadır. Kız kardeşine yazdığı bir başka mektubunda “İçimizdeki dönmelerle, devşirmelerle, vatan hainleri ile işbirliğine girdiler” (Barutçu, 97) şeklinde bir uyarı vardır. Aslında bu dönme korkusu, o dönemin bütün sağ muhafazakâr yazınına sinmiş bir retorik, bir yabancı düşmanlığıdır ve en iyi ifadesini Necip Fazıl’ın “Genç Osman’ı lif lif yolan o güruh/ Kahpe devirmenin piçinden gelir” mısralarında bulur.Sene 1981. Kız kardeşi nişanlanmıştır. Orada bile “İnanç ve imanları müşterek olan insanların kuracakları yuvaların daha bir sağlam iman ve saadetin kalesi olacağı muhakkaktır” vurgusu yapılır (Barutçu, 100).Kız kardeşi dikiş nakış kursunu bitirmiştir. Şöyle mukabele eder: “Müslüman-Türk kızının giyim zevkini, üstün sanat ruhunu, yüce duygularını hiçbir taklide, soysuzlaşmaya, yabancılaşmaya meydan vermeden yaptınız, yapacaksınız. Yaşatacaksınız.” (Barutçu, 102).Fakat asıl önemlisi şu ifadeler. Burada cephedeki Efendi değil, insan Efendi Barutçu var. “Sevgili Kardeşim” diyor, “Ben Eskişehir’de iken Nejla, Ankara’da benim için çok güzel bir kazak örüp getirmişti. Tabii biz Eskişehir’den ayrıldığımız için kendisine bir hediye almamız mümkün olmadı. Şimdi Songül’le sen dikiş-nakış bilginizle bir şeyler işleyip kendisine gönderirsiniz değil mi?” (Barutçu, 103).Zaten bu verme, hediye etme, insanların gönlünü alma, yüklü kalmama duygusu; bütün hayatına damgasını vurmuş, sonraki yıllarda da karaktere aslî hüviyetini vermiş hakiki Efendi’yi verir bize. Burada da aynısını görüyoruz.07.09.81 tarihli mektup bir iç çekmeyle başlar. Kız kardeşinin düğünü olmuş, bir telgraf bile çekememiştir.

“Benim Güzel Kardeşim” diye söze girer. “İsterdim ki” der, “beyaz gelinlik içinde bir melek gibi olan kardeşimi elinden tutup baba ocağından ben yolcu edeyim. Ama ne edersin ki, takdir-i ilahi. Şimdi kaderimizi yaşıyoruz” ((Barutçu, 104).Fakat Efendi, bu duygusal girişi bile nefsine çok görür. Ölçüyü kaçırmak istemez. Ve içindeki vaiz konuşmaya başlar. “Müslüman Türk kadınına yaraşan birinci olarak, İslam’ın emri üzere yaşamak. İkincisi de kesinkes kocasına itaattir. Türk kadını hayatın bütün zorluklarını eşiyle birlikte karşılar. Yokluktan sıkıntılardan, meşakkatlerden şikâyet etmez. Hepsine sabırla göğüs gerer. Giyim kuşam için, daha rahat yaşamak için eşini sıkıntılara, borçlanmalara, meşakkatlere sokmaz. Elbette kadının da kocası üzerinde hakları vardır.” (Barutçu, 105).

Muhatap yine kız kardeşidir. 1982 yılına gelinmiştir. Eniştesi Yusuf’un bir Arap köyüne tayini çıkmış, üzüntü içindedir. Üzüntünün sebebi de bu. “Her an devletle milletimize başkaldırma fırsatı gösteren bir Arap köyüne çıkmış olmasına üzüldüm” der ve ilave eder: “Şüphesiz Arap’ı Arap olduğu için ne küçümseyebilir ne de kınayabiliriz” (Barutçu, 106). Fakat böyle bile olsa, ister ki, Yusuf bir Türk köyüne gitsin, orada bir çerağ tutuştursun.O bunları yazarken ben çok eskilere, gençlik yıllarında okuduğum bir romana, onun kahramanlarına gidiyorum. Sürgün Öğretmen romanına, onun zihnimde bıraktığı izlere gidiyorum. Olay, tek parti yılları Anadolu’sunun en ücra yerlerinden birinde, Feke’de geçiyor. O kuş uçmaz, kervan geçmez yere, düşe kalka hayvan sırtında gidilirken çekilen meşakkatler. O yol mahrumiyetleri ve sonrasında o idealist öğretmenin, hem de orada, mekânın marjında başlattığı o destansı mücadele geliyor aklıma.

Kız kardeşi öğrendiğine göre “mümkün olursa çalışmak veya İstanbul’da Kur’an kursuna gitmek ister”. Bu konuda her nedense tereddütlüdür, ama ihtiyatı elden bırakmadan konuşur kız kardeşiyle. “Öğretici olmak için mutlaka bir dershane, bir kara tahta olması şart değildir” der. “Çalışmak istersen evde ana babaya hizmetten güzel meşguliyet mi olur” (Barutçu, 109).Bu arada çok kritik bir mevzuya, daha sonraları “mahalle baskısı” şeklini alacak bir olguya dikkati çeker. “Bana sorarsan” diye söze girer, “büyük şehirde normal karşılanan bir davranış, küçük yerde de normal karşılanmalı veya bir insan küçük muhitte ahlâk kurallarına ne kadar uyuyorsa büyük şehirde de uymalıdır”(Barutçu, 110).

Bir başka mektubunda, daha öncekilerde söylediği bir sözü tekrarlar. “Kadın kocasını borca sürükleyecek isteklerden kaçınmalıdır” (Barutçu, 116). Sonra sözü tekrar okuma ve bilgiyi artırmaya getirir. Gözü hep “milletimizin büyük yarınlarına kavuşma azmi”, ona duyulan itimattır. Şöyle der: “Mademki biz varız, milletimiz (de) vardır. Hamdolsun imanımız var oldukça hiçbir şey bitmemiştir. Her şey yeni başlamaktadır.” Mektubun son cümlesi: “ “Gayesiz yaşamanın günahını taşımaktansa, gönül verdiğimiz bir yüce gaye uğruna ve Hakk’ın rızası için binlerce çile ve mahrumiyete katlanmak, hayatın yük ve acılarına meydan okumak daha şerefli bir davranış olur.” (Barutçu, 117).84 yılının ikinci ayında ve tam dokuz yıldır içeridedir. “…bu karanlıklar bedenimizi çürütmeden” der, “zorluk ve acılar idealizmimizi tüketmeden kavuşacağız iyi günlere” (Barutçu, 119).

Kız kardeşiyle halleşir, söyleşirken sadece ağabey değil, sıcakkanlı bir arkadaş, kararlı bir dava adamı vardır. “Tabii en güzel arkadaşlık, sırf Allah rızası için kurulan… arkadaşlıklardır” der.“…kültürlü –meşru zeminde din ve ahlâk ölçüleri içinde kalmak kaydı ile- değişiklik isteyen… sizin yaşınızdaki genç kızlarımızın” psikolojilerini anlıyorum der. Siz de muhit değiştirmek, farklı kültür ve iklimlere açılmak isteyebilirsiniz. Bunu anlıyorum, anlıyorum da diye söz girer, ama bir türlü sözün arkasını getiremez. Aslında demek istediği, bütün bunlar tamam da; muhit, muhit değil demek istemektedir. Size nasıl kıyıp da serazat gidin dolaşın diyebileyim demek istemektedir. Ama bunu söylemez, onun yerine “…evlerinizde nakışlarınıza, işlemelerinize dalıyor…” şeklindeki bir ifade ile dikkatlerini kendi içlerine, oradaki güzelliklere çekmeye çalışır.

Ne k vazife bitmemiştir. Evde yeni gelin vardır. “Gelin hanımla geçiminizin iyi olduğuna ve aranızdaki sevgi bağlarının samimi iki arkadaş, iki kardeş gibi devam edeceğine inanıyorum” der ve ilave eder: “Bilmediklerini öğretmek, eksiklerini tamamlamak, öncelikle sana düşer. Tabii senin de ondan öğreneceğin çok şey vardır” (Barutçu, 122-123).Komşuları Emiş Ana’nın ayak kırığından yattığını duyar. “Komşuluk hakkı önemlidir” der ve ona da bir mektup yazar. Soyadlarını bilmediğim için mektubu sizin vasıtanızla gönderiyorum demeyi de unutmaz (Barutçu, 123).Kız kardeşi Melek’in bir kızı olmuştur. “İnşallah doğduğunda kulağına okunan Ezan-ı Muhammedî’nin istikameti hayatının istikameti olur” der. Arkasından da “…her gün okunan Kur’an’ın nurunun duvarlarına bile nüfuz ettiği bir aile ocağında yetişecek yeğenimiz, istikbale alnı secdeli, gönlü imanlı…” (Barutçu, 124).Bu arada Yusuf babasından ayrılmıştır. Anadolu’da zaten adettir, büyükten başlamak üzere çocuklar sırayla evden ayrılır.

En nihayet en küçük erkek evlat kalır evde. Bu, çok eski bir Türk-Moğol âdetidir. Burada da aynısı olur. Kız kardeşine hitaben şöyle der: “Hayırlı olsun. Tabii ki ayrılık sadece şeklî manadadır. Yoksa insan ana baba derecesindeki kayınpeder ve kayınvalidesinden, kardeşleri sayılan aile efradından ayrı düşünülemez” (Barutçu, 127).Sonra kız kardeşinin küçüklük halleri gelir aklına. Paçalarından tutan, ona dayanan, destek bulan, beslenen o küçücük kız gelir aklına. “Düşünüyorum da” der, “zaman nasıl da hızlı akıyor. Yıllar önce evde küçücük bıraktığım Sevgili Meleğim büyüdü, evlendi, ev ocak sahibi oldu. Şimdi bir de anne diye eteklerine yapışan sevimli Selcen’i var” (Barutçu, 128).Sonra içindeki vaiz seslenir ve devreye o girer. Zaten hiç çıkmaz aradan o. Sürekli yanında, bir yanı başındadır hep. Kısa bir diskur çektikten sonra şöyle der: “Bir insanın ahlâkının ve şahsiyetinin gelişmesinde ilk çocukluk yıllarının büyük önemi vardır” (Barutçu, 128).Nihayet 85 yılına gelinmiştir. Mahpusluğun son senesi. Ve Sevgili kardeşine yazdığı son mektuptur bu. Bu son mektup belli ki Melek değil de Songül’edir. Onun farklı yerlere gidip görme ihtiyacına değindikten sonra, dikkatleri ailenin durumuna çekerek başka önerilerde bulunur. Bu arada emmisi “zahmet edip havale yapmış”, para göndermiştir. Ona da ayrıca mektup yazacağım der (Barutçu, 131).

 

Yeğenleri Mehmet Emin ve Mehmet Akif’e Mektuplar

Sevgili Mehmet Akif diye başlar mektup. Bu mektup da mutat olduğu üzere hamdele ve salvale ile başlar. Dersler “bir plan dâhilinde, sistemli çalışmadan“ bahisten sonra, sözü yine oraya, ideallerine getirir.“Elbette ki yeri geldiğinde hele de senin yaşında gülüp eğleneceğiz. Gezeceğiz. Koşacağız. Spor yapacağız. Ama bütün bunlara rağmen Allah’a kulluk görevimizle birlikte, Cenab-ı Hakkın kutsal emaneti olan insanlarımıza hizmet edebilmek… Büyük Türkiye idealini gerçekleştirebilmek için de…” (Barutçu, 134)20.12.81 tarihli mektup Sevgili Akif diye başlar.“…haberleşme olmazsa, ziyaretleşme olmazsa, yardımlaşma, dayanışma olmazsa aileler dağılır, akrabalıklar unutulur. Milleti millet yapan unsurlar yok olmaya yüz tutar. Bundan da millet ve devlet düşmanları istifade eder.” (Barutçu, 136).Bundan sonra gelen bir mektup var ki, sanki konuştuğu yeğeni değil de bütün bir insanlıktır. Mektup (Barutçu, 138), “Sevgili Mehmet Emin” diye başlar.

“Anamızın dualı ellerle hazırladığı pekmezler, yemekler, tarhana çorbaları…”Belli ki bir gece yarası, yılbaşında, tecritte yazılmış bu mektup. Vaiz yine devrededir. Genç Efendi de yalnız bırakmaz onu, Birlikte konuşurlar. Bir boşluğa, bütün bir çağa seslerini duyurmak ister gibidirler. Vaiz coşmuş konuştukça konuşmaktadır. “Bir zulüm ve günah çağında” der.“Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret” ettiği bir günde…Oysa onu hatırlayan yok, bütün kamu âlem yılbaşı eğlencesindedir. İsyan buna, bu duyarsızlığadır. Vaiz kürsüde Hz Peygamberin hadislerinden Süleymaniye, Selimiye ve Mesnevi’ye kadar uzanan bir mefahir silsilesini hatırlar. Oradan, tahta kapta yemek yiyen Gazi Hünkâr Yavuz Selim’e, Hz Ömer’e uzanır. Bütün bunlara inat bir de Batı dünyasının Versailles, Élysée, Buckingham gibi kraliyet sarayları vardır. Bunları düşünür. Belli ki öfkeli ve bir kadar da hüzün içindedir. Ellerinde yıllanmış şaraplarla dolu kadehler, yüzlerinde sahte tebessümleriyle insanlığın çığlıklarına inat şuh kahkahalar atan bu dünya egemenleri de kimdir!Hepsine tiksinerek, gururla bakar.Batı böyledir de doğu farklı mıdır?

Orada da Kızıl Diktatörler vardır. Yarım asırdır esaret altında inleyen yüz milyonlarca Esir Türk’ü düşünür. Bunlar da ellerinde kadehler “bağımsızlık, eşitlik, ezilen halklar, proletaryanın kurtuluşu” gibi yaftalarla saf yığınları istismar etmektedirler. Bunların hepsi, Kur’an’ın “bel hüm edall” dediği hayvandan da aşağı mahlûklardır.Vaiz psikolojik harpten Filipinlerdeki Müslümanlara, Esir Türklere ve nihayet Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’daki mazlumlara kadar uzanan ilgisini Kerkük, Batı Trakya, Taşkent, Buhara ve Kırım’a kadar uzatır. Sonra o bildik birincil mal nihai mal karşılaştırmasına gidilir. Bu da sömürünün bir parçasıdır. Çalışan, üreten biz, tüketen onlardır.Vaiz coşmuştur. Birinci Cihan Harbine gider.

Çanakkale, Galiçya, Trablugarb ve Balkanlarda dövüşen Mehmetçiğe, toprağa düşen askere yoğunlaştırır ilgisini. Belli ki yüreği yanmakta, orada toprağa düşen askerle kendisi ve nesli arasında doğrusal bir ilişki kurmakta, onların ıstırabında kendi kaderini görmektedir. Sonra Türk Devletini Ermeni ve Rum’a peşkeş çekmek isteyen Wilson prensiplerine yöneltir projektörlerini. Orada durmaz. Falkland adaları meselesinde İngiltere’yle Arjantin arasındaki ihtilafta tavrını mazlumlardan yana koyar.Aklına Büyük Türk gelir. Hani bizimkilerin Françesko dedikleri François’ya mektup yazan Büyük Türk, Kanunî. Bunların torunları mı Türk’e hesap soracaklardır? Ne ki, o da olmuş, bunların torunları, ta Antep ve Maraş’a kadar sokulmuş, harim-i ismetimize kadar yanaşmışlardır. Bir türlü hazmedemez bunları.“Velhasıl yiğidim” der,“Dünyamıza hükmeden bu kara ve kızıl dünyanın patronları”.

Mektup bir ağıt gibi devam eder. Hadi bunlar böyle de, size ne oldu? Ne derdiniz vardı da kendini Hâdim’ül Haremeyn diye gören bir anlayışa başkaldırdınız diye sorar İslam dünyasına. Onlara da kırgın, onlara da dargındır.Şimdi de petrol zengini sözde bu kardeşlerimiz Kıbrıs Meselesinde karşımızda, Yunanla beraberdirler. O gün İngiliz’le, şimdi de Yunan’la. Vâ esefa der içinden! Ve Esed ve Saddam’a döner. Türk kasabı Saddam’a. Filistinlileri de unutmaz. Onlar da tıpkı bizim gibi ucuz çıkarlara satılmış, aslanın ağzına atılmıştır.Bakışlarını İran’a çevirir. “Tarihî Pers imparatorluğu hayalleri kuran” sözüm ona Müslüman İran’a. Bunlar da “İslam öncesi ateşperestliğin şeytanî ruhundan bir türlü arınamayan”, “kanlı Humeyni rejiminin pençesindeki İran. Ya Pakistan ve Bangladeş. Onlara ne demeli! “Süper güçlerin menfaat oyunlarından ve pençesine düştükleri tembelliğin, yoksulluğun, cehaletin iç gediklerine sürüklediği Pakistan, Bangladeş…”Ve, “teknolojinin imanı yenemediği Afganistan!”İslam, birliği emrettiği halde “kendi içlerindeki hizipçilikten kurtulamayan Afganistan!”Duygu seli tahammül haddini aşmıştır. Kelimeler tükenir. Artık söz bitmiştir. Bu sefer de şair kanatlarına sığınır.“Bilir misin gardaş Türk illerinde Havada yıldızlar, gökte kar üşür.  Tutsak soydaşların türkülerinde Dört mevsim ötede bir bahar üşür.”Fakat içindeki kanama bitmez. Bir merhem arar. Osman Yüksel yetişir imdadına.“Manastırlar Plevneler bizsizdir,Yosun tutmuş camilerin ıssızdır,Boynu bükük minareler öksüzdür.Açmaz olmuş Kızanlığın gülleri,Biz neyledik o koskoca elleri?”

“Ve sevgili biz, Mehmet Emin” der, durum vaziyet bu.Kirvem, hallarımı böyle yaz!” der gibidir.Ve bütün bunları yazarken, vakit gece yarısını geçmiş, saat 01:10 olmuştur. 1 Ocak 1984’ün soğuk bir Pazar günü, tecritte.O gece yılbaşı olduğu için cezaevi idaresi Noel Baba şerefine Tv programı bitimine kadar kantini açık tutma kararı almıştır. Oysa Efendi, “son dört aydır mecburî bir inziva hayatı” sürmektedir. O yüzden televizyon da yoktur. Yine de “kalemi biraz dikkatli kullanmak lazım” der. Gerçi gündelik siyasete dokunduğu da yoktur, ama ne olur olmaz. Sonra şöyle der: “Mahkûm adamın siyaset neyine…”Yüreği bir türlü teskin olmaz. Pekâlâ, bütün bunlardan sonra kavga bitmiş midir? Bitmemiştir. Şimdi de Neo-kolonyalizm dedikleri yeni bir sömürü mekanizması devreye girmiştir. Bu yöntem de içimizdeki bazı tipleri devşirmek ve suret-i haktan görünerek memleketi işgal etmektir.Ne yapmaktadır bunlar? Yaptıkları, Batı Hayat Tarzını telkin ve Millî Kültürü dejenere etmektir. Akıl akıl diye dayattıkları Pozitivizm de “maneviyattan soyutlanmış” akılcılıktan başka bir şey değildir.

Birdenbire Marks’ın Kapitalinden fırlayıp gelmiş gibi cümleler zuhur eder. “İnsanlığın yüz karası köle ticaretinin günde 18 saat karın tokluğuna çalıştırdığı” milyonlarca kadın, çocuk köleler.Elbette biz de kalkınma gelişme karşıtı değiliz, olamayız da demek ister gibidir. Ya Kitap, Kur’an-ı Kerim, O kalkınmaya karşı mıdır? Değildir tabii ki! Burada karşımızda Son Karakolun halis bir temsilcisi vardır. Bütün bir tarih ve mefahirin bekçisi.Ne var ki, hep taarruz halindeki Efendi burada müdafaa halindedir. Bir an duraksar. İçinde tereddütler vardır. Önümüzde bir heyula gibi duran devasa teknolojik başarılar ve ekonomik kalkınmışlık karşısında o da, selefleri gibi şaşkın ve tereddütlüdür. Kitap kalkınmaya karşı mıdır derken, hep aynı kabulün baskısını hisseder omuzlarında.Bagajındaki tarihten gelen negatif enerji, bu genç adamı zorlar. Kolektif bilinçdışının bütün bir nesle dayattığı Batı karşısındaki yenilgi duygusu ve bunun ardındaki teknik üstünlük, işi getirir, kurucu değerlere dayandırır. Duraksama buradan, buradaki izin etkisindendir. Adını koyamasa ve işin künhüne vakıf olmasa da, davasının arkasında durmayı ahlakî bir sorumluluk olarak görür ve Kitab’ın buna mani olmadığını uzun uzun anlatmaya çalışır.Batı nasıl Antik Yunan’a dönmüşse biz de pekâlâ kendi köklerimize dönebiliriz.

“O ruh ve iman kökünden alınacak hız ve ilhamla…” diye sürdürür sözünü, biz de bu cendereden çıkabiliriz. O dönemde hem Batı medeniyetine karşı çıkma hem de Batı Medeniyetinin İslamî kaynakları gibi çelişkili tavırlar, bütün bir nesle hâkimdir. Burada da onun izleri görülür. Destanlar çağından çıkıp gelmiş bir masal kahramanı gibi o da, bu dev karşısına yalın ayak, yalın kılıç çıkma azmiyle yola çıkar, çıkar ama yine de elindeki silahların yeterli olduğu konusunda pek de emin değildir. Bu dönemin Kült kitaplarından biri, Sigrid Hunke’nin ‘Avrupa’nın Üstüne Doğan İslam Güneşi’ kitabıdır. Ne yazık ki “Devlet varlığının idaresi… yabancılaşan aydının yanında yerini aldı.” “Bunun millî bünyede tepkiyle karşılanacağı, bu tepkinin birçok tezahürler şeklinde ortaya çıkacağı tabii idi. Nitekim öyle de oldu” diye hayıflanır.

Devlet böyle yapınca millî bünye boş mu duracaktır? Tabii ki hayır. Nitekim öyle de olmuştur. “Vücuda giren mikroplara karşı kandaki alyuvarlar nasıl harekete geçiyorsa, millet fertleri de millî müesseselerin yabancı fikir ve inançlar tarafından istila edilmesine bigâne kalamazdı”.Resmi teze itiraz tamam da, ona itiraz ne kadar sağlıklı, ne kadar yerlidir. O konuda da tereddütleri vardır. Sekiz on sene önceki Efendi’ye göre daha farklı bir Efendi vardır karşımızda. Belli ki, oturup düşünmüş, epey dirsek kırmıştır. Şöyle der: “Batı sistemi ve ona tepki olarak doğmuş, sağ ve sol ama her ikisi de temelde maddeci dünya görüşünü temsil eden sistemlerin mücadelesi… “Yerli ve milli olanı müdafaa edenler ve bunların biriktirdiği potansiyel de; çoğu kez, siyaset bezirganları, din simsarları ve menfaatperestler tarafından hoyratça harcandı.”Sonra nazarlarını tekrar eski hasımlarına diker. Belli bir sosyolojiye yaslanmayan bu sergerdelerin sosyalizmi de sosyalizm değildir. Yaptıkları sadece mezhep ve etnik meselelerini bu tür kavramlarla maskelemektir.

Şöyle der: “Tahrik edecek, ihtilal çekirdeğini, itici gücünü teşkil edecek bir işçi sınıfı yok mu? Kolayı var. Mezhep ayrılıkları, etnik ayrılıkları, bölge farklılıklarını kışkırtırsınız.” “…olmazsa Latin Amerika tipi kır ve şehir gerillacılığı tezlerini destekleyip…” Sevgili Mehmet Emin der.Saat sabaha kıvrılmış, gece yarısını çoktan geçmiştir. 03.45 sularında Efendi hâlâ yazmaya devam eder.Bir anda hatırına 2 Aralık 1983 günlü Tercüman’dan kestiği bir haber kupürü gelir. Yedi yaşındaki Filistinli Ebû Salima gelir gözlerinin önüne. “Milletlerarası terörizmin maşası haline getirilip” bir süre sonra işin kontrolden çıktığı görülünce, Hafız Esad’ın insafına terk edilen bu çocuklar” der, her nedense “bizdeki Sovyet maşası proletarya savunucularının ilgisini çekmiyor”.

Üzüntü içindedir. Nasıl olur da bunu görmezler? Mümkün mü bu!Ben diyor, “bu çocuğun yüzünde kara ve kızıl devlerin yersiz, yurtsuz, vatansız bıraktığı yüzbinler, milyonlarca Müslüman çocuğunun, Türk çocuğunun ıstırabını okudum.”İlgisi burada kalmaz. Pençir Vadisine uzanır. Belli ki koğuşa o dönemlerin en popüler dergilerden biri olan merhum Esad Coşan’ın çıkardığı İslam Dergisi gelmektedir. Erdem Beyazıt’ın oradaki bir gözlemini nazara verir. “Kahpeliklerle dolu dünyada” der, “bizler omuzladığımız mukaddes emanetlerin yükü altında biraz daha kamburlaşarak onlara layık olma çabasındayız, ama ne mümkün… Yine de Allah’tan durmayın diye duada huzuru ilahide onlara karşı mahcup olmamak için niyazdayız Sevgili Mehmet EminTecrit-Bartın (Barutçu, 164).Eskiler, Cihan Harbini görenlere genç de olsa ihtiyar derlermiş. 12 Eylül öncesi ve sonrasını görenler için de geçerlidir bu hüküm.“Tepelerden kanlı aylar doğardıDev ömürler bir namluya sığardıSaçlarımız bir gecede ağardıSizler o günleri bilemezsiniz”Burada artık genç bir Efendi değil, ayakları yere daha sağlam basan bir Efendi görürüz. Nitekim bu kemâle erme, zaten doğuştan itidalli biri olan Efendi’yi, daha insaflı ve ölçülü değerlendirmelere götürür.

 

Muhtelif Arkadaşlarına Mektuplar

Muhtelif arkadaşlarına yazdığı mektuplarda “Aydın-halk arasındaki uçurumdan, yoksulluk ve geri kalmışlıktan kurtulabilmemize” oradan da, “Tanzimat’tan beri süregelen tüm yabancılaşma, uşaklaşma hareketlerine dur deyip… Bölücü mezhepçilere” karşı çıkmak ve nihayet “Boşa geçilecek bir anımız dahi yoktur. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, fert fert tüm Anadolu’ya Türk Milliyetçiliği hareketini duyurmalı, insanlarımızı büyük Cihat’a davet etmeliyiz” şeklindeki mücadele azmine kadar bir yığın mesele ve hatt-ı hareket iç içedir (Barutçu, 166-7).

Müştak Karabağ’a yazdığı mektupta “Başgardiyan Ali Öge ve isimlerini sonradan öğrenebildiğim Kadir ve Adem isimli gardiyanların ağır dayak ve işkencelerine maruz kaldım… Durumu birer dilekçe ile Milli Güvenlik Konseyine bildirmenizi istirham ediyorum” şeklindeki bir bilgi vardır (Barutçu, 178-9).Ahmet Malkan’a yazdığı mektubun son cümlesi, Efendi’nin azminden hiçbir kaybetmediğini gösterir. Şöyle der: “Bir gün eskisinden sağlam olacağız inşallah. Rabbim ne isterse o olur” (Barutçu,187). Ve genç bir ülkücüye yazdığı mektuptaki şu ifade:  “Çok şükür Allah’a, Anadolu’muzda atılan “Milliyetçilik” mayası tutmuştur” (Barutçu, 198).Hakan Haskıraş’a yazarken devreye tekrar içindeki vaiz girer ve şöyle der: “Cehalet tembelliği, tembellik sefaleti, sefalet de sefahati getirir”. Devamında, “…Yunus, Mevlana aşkına, Alpaslan imanına, Yavuz cesaretine, Fatih dehasına sahip hizmet erleri beklemektedir…” (Barutçu, 207).

İfadelere dikkat edilirse aşağısına asla rızası olmayan bir Efendi görürüz. Fakat hayat denilen şey öyle midir? Yunus’un aşkı, Alpaslan’ın imanı, Yavuz’un cesareti ve Fatih’in dehasını yan yana getiren kaç kişi gösterebilirsiniz diye bir soru sorsanız kimi gösterebiliriz? Öyle biri yoktur, olmaz da zaten. Ama yıllar sonra, kendisi de “meğer rüya görmek ne güzel bir şeymiş” derken, o tarz ifadelerin neye tekabül ettiğini de bir güzel anlatmış olur.Sormaya devam eder? O ve ondan önceki ve sonrakiler de hep aynı soruyu sormuş, bir cevap aramışlardır. “Neden Geri kaldık?”Cevaplar birbiri ardına sıralanır. “Kendine aşırı güven duygusu, cemiyet olarak gurura kapılmamız, Batı âleminin bitmeyen Haçlı kini ile her türlü sosyal, kültürel temasa kapalı hale gelişimiz birinci sebepti” (Barutçu, 207).“Yeni Ticaret Yollarının keşfi”; ilk defa, geri kalmışlığımıza dair, içinde komplo ve yabancı tesiri olmayan yansız, nesnel bir gerekçe olarak öne çıkar. Bu önemlidir. Zira o günkü nesillerin içine düşürüldüğü çıkmazlardan biri de tıpkı günümüzde de olduğu gibi, her şeyi yabancı tesiriyle açıklama gibi bir kolaycılığa kaçmalarıydı.

Oysa dokuz yıllık seferberlik yılları Efendi’yi de törpülemiş, olgunlaştırmıştır. 1984 gibi bir tarihte, çok daha soğukkanlı açıklamalar getirir meselelere. Demek ki içeride bir oturma, okuma, düşünme ve muhasebe yapma sürecinden geçmiş, başka bir adam olmuştur.Fakat yine de içindeki o izler tamamen silinmemiştir. Geçmiş kendisini sürekli olarak çağırmaya devam eder. Arkadan, aralarında yüzyıllar bulunan ve çok farklı zaman dilimlerine ait tarihî şahsiyetlerin zikredilmesi, bakınız, geçmişte biz de büyük işler başarmış bir millettik duygusuna gerekçe arayan genç bir ülkücünün ruh halini yansıtır. Arkadan gelen “Batıyı hiçbir murakabeye tabi tutmadan benimseme, aydın halk ikilemi, yabancılaşma (Bunu Batılaşma olarak okumak lazım), içki, kumar” (Barutçu, 208) gibi analizler gelir.Mektubun son satırı, yine tecritte olan Efendi’nin şu ifadesiyle sessizliği bozar.

“Ama hiçbir zaman ümitsizlik, keder, yeis ve karamsarlık yok Elhamdülillah…” (Barutçu, 209). Yine tecritte, yine başı dik. Ne demişti Osman Yüksel,Mahpuslarda yatarız biz,Zulme kafa tutarız bizAlçaklara çatarız bizBize Serdengeçti derler…Mektuplarda Selçuk Özdağ da vardır. Egenin Efesi Selçuk Özdağ. Öyle hitap eder. O da, Şah-ı Nakşibendi’ye intisap etmiş, uzlet murat etmektedir. Şöyle der:“Kur’an-ı Kerim uzleti, hayat ve insandan kaçıp ayrı yaşamayı değil, halkın ve hayatın içine dalmayı, yani celveti öğretmektedir. Eşya ve olayları Allah’ın istediği yönde değerlendirmek hayattan kopmayı değil, hayata girmeyi gerektirir” (Barutçu, 213).Sonra işin felsefî kısmına girer: “Uzlet hayata iştirakin zıddı değil. İştirak (communication) uyanıştan sonraki devrenin ürünüdür. İştirakin şuurunu veren devre yaşanmadan iştirak manasına ulaşılmaz” (Barutçu, 213).

Ve şöyle der “Yeryüzü uyurken de biz yürürüz”. Yaşar Nuri’nin yaptığı bir alıntıyı iktibas etmiştir. Efendi’yi en iyi özetleyen cümlelerden birisi budur. Bu biraz da, Dündar Taşer tarzıdır. Yürümek, hep yürümek!Son cümle bir ihtar gibidir!“Nizam-ı Âlem davasında seyirci kalmaya kimin nasıl hakkı var!” (Barutçu, 218-9).Selçuk Özdağ’a yazdığı ikinci mektubunu “Sakın ola bizim Maraşlı keder ve yeis içinde diye düşünmeyesin. Yok, elhamdülillah” (Barutçu, 222).Bir de Halaoğlu Abdurrahman’a yazdığı mektup vardır. Abdurrahman resim çizmekte ve dayıoğlundan bir şeyler duymak istemektedir. Ne yapsın? Vazife, bir şeyler söylemek durumundadır. Tekke kapısı gibidir orası. Başlar yazmaya. Ve işi gene nerelere bağlar bir görseniz?M. Necati Sepetçioğlu’nun Anadolu Efsaneleri kitabının kapak resmine. “Başında poşu ve şeş sarmış. Sırtında yamalı bir elbise, önünde sitil yüzü ömrünün binbir acılarla geçtiğini hemen belli eden kırışıklarla dolu. Beyaz bir sakal. Ama gözlerindeki ve yüzündeki iman; o nuru yok mu, o iman nuru… Öylesine masum, öylesine mütevekkil bir duruşu, bakışı var ki…” (228)Vaiz yine kürsüde, irşat makamındadır.Ahmet Tevfik Ozan’a yazdığı 05.08.84 tarihli bir mektup “Ekolcülük yapmayalım ve koordineli hareket edelim diye yazar.” Sözü ona değil, hizipçilik yapanlaradır.

 

Bir Muhasebenin Şifreleri

Ve nihayet Mustafa Aksa’ya yazdığı 18.08.84 tarihli mektup.Bütün mektupları içinde bilhassa bu mektup, çok ciddi bir geçmiş muhasebesine girmiş ve çok ciddi analizler içermektedir.İlk defa olarak burada, “Demokrasinin bütün müesseseleri ile işlerlik kazanması, sosyal katılımın sağlanması, yasama ve yürütme organlarında millet iradesinin tam manasıyla tecelli etmesiydi” ifadeleri kullanılır”(Barutçu, 238). Arkasından hiç de yabana atılamayacak analizler gelir. Bütün bir geçmişin muhasebesi gibidir yazılanlar. Sorgular, irdeler:“…Sağlıksız şehirleşme… gecekondular, eğitimde fırsat eşitliği, sendikalaşma, bölgeler arası dengesizlik, dış ülkelere emek göçü…“…Hem millî hem de çağdaş olmalıydık ama nasıl?”“…İktisadî az gelişmişlik sadece batının sömürgeci siyasetinin bir neticesi miydi? Yoksa çok yönlü iktisadî, içtimaî ve kültürel bir mesele miydi? Bir eğitim, bir sermaye birikimi, bir zihniyet meselesi miydi? Gerilere bakmak, bir durum muhakemesi yapmak zarureti ile karşı karşıyaydık. Durumu sadece bir inanç eksikliği ile izah edebilir miydik? Öyleyse inançsız diye vasıflandırdığımız batı, kalkınmayı nasıl gerçekleştirmişti?”“…Durum 1683’teki II: Viyana Kuşatmasının neticesinde başlayan ve Sakarya’ya kadar devam eden mağlubiyetler silsilesi, sadece savaş talihimizin bize küsmesi ile izah edilebilir mi?”“…Tarihte böyle büyük medeniyetler inşa etmiş miydik? Etmiştik. Ama dünü bir daha yaşayamaz, geri getiremeyiz ki… Getirsek de bugün ne ihtiyaçlara cevap verir, ne problemlere, devasa problemlere çözüm getirir. Maziyi ancak dünya görüşü, kâinatı yorumlayış, insana verilen kıymet açısından, devletin fonksiyonlarını, devlet yöneticilerinin mesuliyetlerini idraki açısından değerlendirebiliriz.” (Barutçu, 238-9).

 

Güvercinler, Ah O Güvercinler

“Benim üst ranza penceremin kenarında bir alt blok koğuş çatısının ve –herhalde yeşillikten gözlerimiz fazla bozulmasın diye- duvarın üstüne sonradan çekilen sac perdenin müsaade ettiği ölçüde, karşıda ta uzaktaki tepelere doğru uzayıp giden ovada, tonu gittikçe koyulaşan yeşillikleri, o güzelim yeşillikleri…” diye girer söze. Belli ki ironi yapmakta, Allah’ın yeşilini bile kendilerine çok gören “görev adamlarına” gönderme yapar aslında. Javert görmek için illa da Sefiller romanına gitmeye gerek yoktur. İşte, burada da bir başka Javert, bu memleket evlatlarına bu ezayı reva görmekte, onları mavi ve yeşilden mahrum etmektedir.Pekâlâ, engel olabilmişler midir? Görünen o ki, buna tam olarak muvaffak olamamışlardır. Şöyle der: “Murad rengi, insanın ruhunu serinleten, gönül yorgunluğunu dindiren, insanın içini ısıtan bir güneşli hava… Hafif bir rüzgâr… İleride serviler… Hû çeken dervişler misali rüzgârla birlikte ahenkli bir salınıştalar.”

Tabiat ses vermektedir çağrılarına. O da Yunus gibi varlıkla söyleşiye geçmiş, onlarla muhavereye başlamıştır. Sanki hal lisanıyla “Dağlar ile taşlar ile/Çağırayım mevlam seni/ Seherlerde kuşlar ile/ Çağırayım mevlam seni/ Sular dibinde mâhiyle/ Sahralarda âhû ile/ Abdal olup yâhû ile/Çağırayım mevlam seni” der gibidir.Birden, “çatıyla iç duvarın birleştiği köşeye yuva yapan güvercinlere” gözü ilişir. Aslında her gün görüyordur onları. Ama bu sefer, yoğunluğun arttığı o demlerde, onların davranışları bir başka anlamlı gelmeye başlar. Şöyle der: “Hep seyrederiz onu. Yumurtalarının üzerinde sabırla bekleyişini, civcivlerini doyuruşunu… Sonra büyür yavruları. Onlara uçma talimleri yaptırır. Kanatlarını nasıl çırpacaklarını, nasıl süzüleceklerini, gaga silkmeyi… Gururla seyreder onları… Kendinden olduklarının meyvesi olduğunu bilerek… Bazen dinlemezler annelerini. Acemice bir uçuşla bizim havalandırma sahasına iniverirler. Tazecik kanatları gövdelerini taşıyacak sağlamlıkta değildir daha… Yuvaya, yeniden yuvaya uçabilmek için öyle bir çırpınır, çırpınırlar… Havalanır, geri düşerler; bir daha, bir daha… Oh, nihayet ulaşırlar yuvaya. Aman Allah’ım. Bu güvercin yavrusu bile biliyor yuvanın, ocağın sıcaklığını, ana kucağının sıcaklığını… Anasının bakışı biraz azarlar, tembihler gibidir. Ah yaramaz! Söz dinlemezsen böyle olur. Ya, yakalasalardı seni… Ya bir kedinin acımasız pençelerine düşseydin… Demek ki her şeyin bir saati var. Kanatlarını sağlamlaştırmadan uçmak, yürümeyi öğrenmeden koşmak olmuyor. Vakit, saat tamam olunca da bir bakıyorsun üç metreye uçamayan güvercin engin maviliklere kanatlanıyor, süzülüyor.” (Barutçu, 242-243).“Güvercin ve cezaevi” diyor, “Ne tezat değil mi Özcan!” Orada durmuyor, ilişkiyi daha da derinleştiriyor Efendi.

Diyor ki, “Birisi barışın, sevginin, güzelliklerin sembolü… Hira’da kâinatın Efendisine siper olmakla şereflenmiş; öbürü, insanın, en kıymetli varlığının sınırlandırıldığı bir mekân… Demir ve betondan müteşekkil bir mekân”.Sonra gözü nöbetçi askere ilişiyor. Uzaklara dalmış gitmiş bir vatan evladı besbelli ki. Ağırlığını bir tarafa vererek yaslanmış, çok muhtemel ki o da düş kuruyor kendince. Bir anda hayalleriyle o meçhul askerin ayrıcalıklarını düşünüyor. Fakat o durumun hiç de farkında değil gibidir. Gerçekte de olmaz zaten. Kim bilir neleri düşünüyordur, tezkereyi mi, yavuklusunu mu, kim bilir neleri? Hiç birini bilmiyor ama bütün bunları da düşünmeden edemiyor.Kalem kendi kendine akıp giderken memlekete uzanıyor. Başaklar olgunlaşmış, hasat zamanıdır. Hacı babası aklına düşer tam o arada. Acaba nasıldır, hasta mı, nedir durumu? Yoksa bir sahil çocuğu mudur bu asker. Askeri kâh oraya, kâh buraya doğru eğer büker, konuşturur. Bütün bu satırlarda İnsan Efendi’yi görürüz. O her zerresi dava olmuş adam gitmiş, yerine içi kıpır kıpır kıpırdayan Efendi gelmiştir.Aslında hep öyledir de, o tarafını pek açık etmemiş, etmek istememiştir. Bunu ancak kendisini yakından tanıyanlar bilir. O nüktedan, her anı özenli ve titiz bu adamın bir de böyle içli, alabildiğine serazat bir tarafı vardır.Kendisiyle yaptığımız bir Mudurnu ziyaretinde abdest almak için gittiği şadırvan tarafından gelmekte gecikince,-Gülerek, ne oldu ağabey diye takılmak istedim kendisine, geciktiniz!

-Yanlış anlama Abdulkadir Bey dedi tebessümle, duş almadım; sadece abdest aldım. Latifeyi, anında bir başka güzel latifeyle bağlama yeteneği olan bu adamın, ne yazık ki her daim sağlam, metin durmak gibi ağır, çetin bir vazifesi vardır. Devir ona o yükü yüklemiş, o da her yerde herkese karşı bu ağır vazifeyi yerine getirmeye çalışmıştır. Durum, bundan ibaretti. Hatta bu mektuplar yayımlanmadan önce bakması için Ahmet Turan Alkan’a göndermiş. O da, büyük ekseriyetin okuduğu mektuplarla ilgili olarak,-Dikkat ettim, hiç sızlanma, acziyet türü bir şey görmedim yollu bir ifade serdetmiş.Aslında o cümleyle söylemeye çalıştığı şey pek muhtemeldir ki, “İnsan Efendi”; onu aradım, ama mektuplarda hep “Kamusal Efendi” vardı, onu bulamadım demek istemiş olmalıdır diye düşündüm. O biraz üstü kapalı söylemiş bunu. Tabii orada üstü örtülü kalan, anlaşılmayan şey; vazife ağırlığının, kendine bile yer bırakmadığı bir adamla karşı karşıya oluşumuzdur. Bırakın kendisini, o hengâmede ta Maraş’tan kendisini görmeye gelen kız kardeşlerine bile vakit ayırmaya mecali yoktur.

Beton zemindeki yoncalar

Aylardan beri havalandırmaya çıktığı saatlerde bir şey dikkatini çeker.Gezinti sahasının dört yanı yüksek beton duvarlar; zemin beton… Sadece gökyüzü görünüyor. Zeminle kenarındaki beton kirişin birleştiği yerde birkaç yonca bitkisi… Yemyeşil. Hayat fışkırıyor… Etrafını çepeçevre kuşatmış dağ gibi beton bloklar umurunda bile değil… Bu yeşeren bitkinin tohumu o betonu nasıl delmiş? Gıdasını nereden alır? Hiç mi korkmuyor? Yağan yağmurlarla pırıl pırıl” (Barutçu, 247).Bu olayı anlattığı anda yine tecritte ve yalnızdır. O anda aklına, aynı zamanda ressam ve şair de olan Lübnanlı meşhur yazar Halil Cibran’ın sözleri gelir. “Hayat geriye doğru adım atmaz, dün ile ilgilenmez. Hiçbir gün doğuşu bizi, bir gün batışının bıraktığı yerde bulamaz. Biz cesur bir nebatın tohumlarıyız. Yeryüzü uyurken de biz yürürüz” (Barutçu, 248).Sonra Sevgili Nurtay diye devam eder. Nurtay dediği, o zamanlar yurt dışında firari olan Fazlı Taştan’dır. O anda bile içindeki vaiz boş durmaz. “İlahi emirle vazifeli bu milletin tarihî görevini ifa etmesi” der, (Batı’nın) iktisadî-sınaî üstünlüğünün dayanağını bulmak ve muharrik gücünü bularak arayı kapatmaya bağlıdır.İlahî emirle müeyyed bu milletin görevini ifa etme şartının Batı’nın iktisadî sınaî üstünlüğünü dayandırdığı teknik altyapıda aranması, Efendi’nin de tıpkı Gökalp gibi medeniyeti evrensel gördüğünün bariz kanıtıdır. “Millet olarak varlığımızın idamesi için zarurî gördüğümüz sanayi toplumu olma yolunda iken, Batı’da sanayileşmenin getirdiği hızlı sosyal değişmenin” olumsuz sonuçları da dikkatle gözden geçirilmelidir der.

Arkasından da Aziz Hocamızın [kim olduğu belirtilmez][6] deyimiyle “hem Türk hem Müslüman hem de çağdaş” olabilmek için hummalı bir çalışmanın içine girmeliyiz der.Sonra Nurtay’a yabancı dilini yeterince geliştirip Max Weber, Paul Hazard, Roger Garaudy, R. Aron, Goethe, Shiller ve Dosteveyski okumaları temenni eder, hem de orijinal metinlerinden (251).Belli ki Erol Güngör’ün telif ve tercüme eserlerini okumaya başlamış ve zihni bambaşka âlemlere yelken açmıştır. Bu arada İslamcı kesimlerce muteber sayılan isimlerden Mazhuriddin Sıddıkî gibi isimler de kütüphanesine girmeye başlamıştır.Mektuplarından birinde Jön Türkler’e yüklenir. Zaten o nesle yüklenmek de tıpkı Balta Limanı Sözleşmesine yüklenmek gibi o günün harcıâlem söylemlerinden biridir. O da kervana katılır. “Çoğu” der, “Batı cemiyetlerini müşahedeci bir gözle tetkik edememişlerdir.” Kaldı ki, ileri sürdükleri şeyler de “hep sihirli formüller… Kanun-u Esasiyi ilan edip parlamentoyu kurdun mu tamam…” (Barutçu, 254)Oysa Lenin öyle midir? Elin adamı “Batının siyasî, içtimaî müesseselerini derin bir tecessüs ile tetkik ile meşgul olup…” (Barutçu, 255), kendi sistemini kurmuştur demek ister. Burada Lenin üzerinden yapılan karşılaştırma çok uygun olmasa da, verilmek istenen mesaj o başarılı, bunlar başarısızdı demektir.Sevgili Yaşar der,“Saat sabahın yedisi oldu. 04.45’te bir canın okuduğu ezan ile uyandık. Ve ben halen yazmaya çalışıyorum. Penceremden karşıdaki ağaçların üst dallarını hava kapalı olduğu için koyu yeşil olarak görebiliyorum.

Buralarda bu mevsim bol yağış oluyor… Sisler arasında ta uzaklarda, tepeleri, hür ufuklara doğru hayal meyal seçiliyor. Bizden bir alt koğuşun çatısında, kırmızı kiremitlerde bir konup bir kanat çırparak dolaşan güvercinler çatılarında dolaştıkları binaların içinde yaşayan insanların kendileri gibi kanatlanmanın bitmeyen hasretinden habersiz öylece geziyorlar” (256)Bütün bunları yazarken Hz Peygamber’in Mekke’den ayrılış anını hatırlar. Hüzün basmıştır yüreğini. Ana-ata ocağından sürgün edilmiştir. “Ey Mekke” der Peygamber-i Ekber, “Vallahi sen Allah’ın en hayırlı beldesi, Allah’ın en sevgili yerisin. Eğer senden ayrılmak zorunda bırakılmasaydım, asla seni terk etmezdim”.Bir diğer mektubunda yine dışarıya olan özlem yansır ifadelerine. “Dışarıda göz kamaştırıcı bir beyazlık! Bugün hava güneşli. Serçeler, güvercinler bu her yanı yorgan gibi örten kara kışa aldırmadan rızıklarını arıyorlar” (Barutçu, 267).

Kemâle DoğruYaş otuzu geçmiş, genç Efendi de “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” durağındadır. Bu döneme ait hem Ali Akbaş hem hocası S. Ahmed Arvasi hem de Ali Güngör’e yazdığı mektuplarda bu olgunluğun emareleri açık açık görülür.Ali Akbaş ağabeye yazdığı mektup en duygusal yazılarından biridir.Hani, “Elbistan’a, Afşin’e…” der, “İlk defa Afşin’de tanışmıştık, hatırlarsınız herhalde. Bir şiir-folklor şölenine davetliydiniz” (Barutçu, 274). “Sonra ayrılık işte… Biz içeride… Siz dışarıda…” (275).Doğuş (Edebiyat) dergisinden bahseder. O yıllarda ülkücü camianın çıkardığı en etkili dergilerden biri de budur. Ethem Baran’dan, Yavuz Bülent Bakiler, Ali Akbaş, Cemil Meriç, Taha Akyol, Yahya Akengin, Mehmet Kaplan, Ayvaz Gökdemir, Bahattin Karakoç, Ahmet B. Ercilasun, Alper Aksoy, Ömer Lütfi Mete ve Mustafa Ruhi Şirin’e kadar pek çok kişinin yazdığı bu dergi 12 Eylül sonrasında çıkan dergilerden biridir. Efendi Abi de, “inanıyor ve temenni ediyorum ki ‘Doğuş’ yeni kutlu doğuşların müjdesi olsun” diye desteklerini iletir.

Sonra Doğuş’un arka sayfasında yayımlanan bir şiiri hatırlatır. Dönüp dönüp okuduğu bir şiirdir bu.Hiç sormayın nerde kaldımHer yıl bir diyarda kaldımBir ifrit ağına düştümBir kuş gibi darda kaldım (Barutçu, 278).Ali Akbaş abiyle nasıl konuşulur ki, bir yüklü adam. O da öyle yapmış ve işi şiirin mısralarına havale etmiştir.S. Ahmed Arvasî’ye yazdığı mektup. Bu da Ali Abiye yazdığı mektup gibi duygu yüklü. “Camia üzerine çöken kâbuslu günlerden sonra ev adresinizi değiştirmiş olabileceğiniz düşüncesiyle ne mektup yazabildim ne de bayram tebriği yazabildim. Bağışlayınız” diyor.Mektuptaki “…bu naçiz kardeşiniz” ifadesinden, aralarındaki ilişkinin sadece hoca talebe ilişkisi değil, çok daha derinlere inen bir kurbiyete dayandığı anlaşılıyor. Zaten ilerleyen satırlarda yazdığı “30 yıllık tefekkür cehdi de olsa Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı olmadıkça bunları duyabilmek” der, “yazabilmek, zor mesele…”.

Derin bir cehdin ve “ilahi bir kaynaktan alınan ilhamın meyveleri…” gibi ifadeler de, Ahmed Arvasî’ye yüklenen misyonun nerelere kadar uzandığını göstermesi bakımından kayda değer (Barutçu, 291).Mektup belli ki, Arvasî’nin Doğuş sayfalarında çıkan yazısından sonra yazılmış. O ana kadar dışarıda durum nedir ne değildir; belli olmadığı için irtibat kurulamamış. Mektup derin bir tazim ve hürmet duygusuyla kaleme alınmış. Bu sadece onun şahsî birikimine olan saygının değil, köklerine olan saygının da bir ifadesi, tezahürü.Bir de Ali Güngör’e yazılan bir mektup var ki, bu mektup bilhassa o dönem ve sonrasına dair yayın hayatına ilişkin tavsiye ve beklentileri dile getirmesi bakımından önemli.

“Yankı, Yeni Düşünce, Doğuş, Töre ve Türk Edebiyatı” dergilerinin yanına “İslam” dergisinin de eklenmesi kayda değer.Fakat daha önemlisi, haftalık bir haber-yorum-aktüalite dergisinde ‘haber verme, yorumlama ve kamuoyu oluşturma’ işlerinin meslekten kadrolara bırakılmasına dair yaptığı tavsiyedir. Şöyle der: “Artık hatır-gönül işi için veya rica minnet ile yazı yazdırmanın sürekli olamayacağı anlaşılmış olmalıdır”. İlerleyen sayfalarda bunu daha da teyit eder: “Her kesimde olduğu gibi dergicilikte de profesyonelleşmeye şiddetle ihtiyaç vardır” (Barutçu, 296-297).Bu tür dergilerde der, “haftalık basından seçmeler ve özetler”le, “dünya basınının ciddi yayın organlarından siyasî-iktisadî-kültürel konularda seçme yazılar özetle veya tam olarak tercüme edilmelidir”.Tavsiyeler bununla da kalmaz. “İşçiler, ücretliler, esnaf ve sanatkârlar ve kimsesiz çocuklarla çalışan kadınların sosyal güvenlik meseleleri yanında; toplu sözleşme, kredi, iş sağlığı, çocuk yuvası, anaokulu, mesken meselesi, gecekondulaşma, iç göç, çevre kirliliği, sağlık, eğitim meseleleri gibi konular sık sık gündeme getirilmelidir.”

Dahası, “din ve tasavvuf adı altında cemiyetimizi yanlış tevekkül ve kaderciliğe, pasifizme, atalete, dünya hayatından tamamen kopuşa, ilerleme ve gelişme, kalkınma mevzularına karşı kayıtsızlığa iten düşüncelerin yanlışlığı sergilenmelidir” şeklindeki görüşlerle haftalık haber dergiciliğinin misyonu daha da genişletilir  (Barutçu, 298).En nihayet Hamle’de daha önce yapıldığı gibi der, “’İnanmış aydının problemleri’ mevzuunda olduğu gibi temel meselelerin entelektüel çevrelerde tartışılmaya açılması, hatta solun okunabilir kalem sahiplerinin dahi davet edilmesi faydalı olacak bir diğer husustur” (Barutçu, 299).Bütün bu yazılanlar, Genç Efendi’nin büyük bir sabırsızlık ve kararlılıkla mahpusluk sonrası hayata hazırlandığı gibi bir izlenim uyandırır. Bunda da haksız sayılmaz. Ama siyaset, orası öyle midir? Düşündüğü gibi dava denen şeyin bütün mesafeleri eşitlediği ideal bir zemin değil, içine giren her şeyi öğütüp paramparça eden bir değirmendir orası.Gerçi kendisinin de Yeni Hayat’a dair eskisinden çok daha farklı düşüncelere sahip olduğu, bu sebeple de bir zemin yoklaması yapmadan tavır koyacağını beklemek çok doğru olmaz. Fakat böyle bile olsa, hayat denen şey her zaman tasavvurlarımızın bir ötesi, daha fazlasıdır. Kader burada da hükmünü o şekilde icra edecek, ne yazık ki bir yığın hayal kırıklığını da beraberinde getirecektir.

Netice-i Kelam

Netice-i kelam ne olacak!

On sene içeride yatan bir adam ve onun çok da kendini ele vermeyen, ketum ifadeleri. Buradan hareketle tam teşekküllü bir Efendi Barutçu portresi çizmek mümkün değil. Zaten, kişinin kendisi de dâhil hiç kimse bu gibi durumlarda nihaî bir hüküm veremez, bu mümkün de değildir. Fakat bir şey hakkında rahatça hüküm verebiliriz. Eskilerin fenâ fi’d- devlet dedikleri bir şey! Bu kavram burada, fenâ fi’d-dava formuna dönüşmüş ve Efendi Barutçu olup ete kemiğe bürünmüştür. Zaman zaman insana biraz da steril ve sentetik bir yapaylık hissi de veren bu “hazır ol” modundaki mektupların çoğunda okuyucu, genç Efendi’nin hakiki çehresini bulamaz. Çünkü bu mektuplar çok iyi ve ince bir analize tabi tutulursa, görülür ki, davaya sadakat ve adanmışlık her şeyi gizlemiş, ifna etmiştir. Bana, nedir bu her şeyi silen şey diye sorulsaydı şayet, tek kelimeyle Ülkücülük derdim.

Öyle bir ülkücülük ki bu, biri bireysel, diğeri de sosyal bir karakter kazanarak üniversal bir ülkücülüğe evirilen nihaî bir çatı, Kızılelma! Nevzat Kösoğlu Abi, bu tarz bir ülkücülüğü şöyle anlatır: “Kişinin, fert olarak nefsini temizleyip, ulaşılmaz yüceliklere kavuşmak, insan-ı kâmil olmak cehdi, sosyal şuur olarak Kızıl Elma’ya ulaşma ülküsü ile paralellik kurar; birbirini besler. Bu ceht… fert ve cemiyeti daima daha ötelere, daha yücelere yönlendirir. Osmanlı ruhu (bu) hasretle mayalan(mış); mimarî böyle oluş(muş), ses âhengimiz bu iklimde hasret Kızıl Elma’sına kanatlan(mıştır).” [7]Efendi’nin kendisi de dâhil her şeyin üzerini örten o renksiz ve tek bir makamda seyreden şey, işte buydu; içindeki Kızılelma. O nesil ve sonrasındakilerin rüyasını süsleyen bu Kızılelma ne yazık ki, o da her şey gibi kirletildi ve kullanılamaz hâle getirildi. Bu ayrı bir bahis ve bura yeri değil.Bu mektuplarda beni en fazla etkileyen taraflardan birisi, işte bu oldu. Çok yakın muarefemizin bulunduğu bu şahsiyetin hususi hallerini tanımasaydım, pek muhtemel ki ben de o ayrıntıları göremez, fark edemezdim. Bir ömrü, o ömrün en güzel yıllarını çıktığı yolun hatırına sineye çeken bu adam bana, sadece kendi dramı ve çilesini değil, aynı zamanda o neslin bütün isimsiz kahramanlarının çilesini ve sessiz sedasız bir şekilde yansıtır gibi geldi bana.Aynı yükü kardeşlerine de yüklemiş, onları da o büyük sorumluluğun altına itmişti.

Aklıma Babam ve Oğlum filminden bir sahne geldi. Kim istemişti ki senden bu fedakârlıkları! Kim bilir, belki de böyle diyeceklerdi yıllar sonra. Kim istedi senden bunu yapmanı! Sen bir başına düştün yollara, muhayyel bir davanın peşinde yıllarını verdin.İçinin bir tarafı kimi vaki, kimi muhayyel bir yığın fırtınaya göğüs gererken; bir diğer tarafı ifrit oluyor, dev oluyor, evvel zaman içinden fırlayıp gelmiş heyulalar gibi yoluna dikiliyor, onu yolundan etmeye çalışıyordu. Bir cenk meydanı gibiydi her yanı. Kaç defa uçurumların kenarına kadar gelmiş, kaç defa hangi dağ yarıklarından, buzullarından geçmişti? Kaç zaman bunlarla boğuşmuş, üstesinden gelmiş, dâhiyeleri göğüslemiş kendisi de bilmiyordu bunları.Mektuplardan hiçbiri içinde kopan fırtınaların bu taraflarına ilişkin bilgi vermez. Satırlar orada suskun, sanki bizi zahiriyle meşgul etmek ister gibi mahviyetkârdır. O kendini, tıpkı hayatında olduğu gibi burada da ketmetmiş, başka bir tarafa hapsetmiştir. O en doğal mektuplarından biri olan halası Koca Barutçu Hatçe Hatuna yazdığı mektupta bile insan aynı hisse kapılır. Fakat sonunda dayanamaz ve dudaklarından şu mısralar dökülür:Mahpusluk değil mi bunun burasıBir de bakarsın ki bugünler geçmişKadrini bilene dergâh burasıBütün evliyalar bu yolu seçmişBelli ki onu da bir başka mahpus arkadaşı yazmış, duygularını bu şekilde terennüm etmiştir. Sonra şöyle der: “Bibi, nice mübarek insanlar da geçmiş buralardan” (Barutçu, 2020: 315). Yusuf Peygamber’den Ebu Hanife’ye kadar uzanan çizgide kimler uğramamıştır ki buraya?O da bu uğrakta dirsek çürütmüş, hikmet biriktirmişti. Son sözün ne olsun diye sorsalardı, bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun olurdu diye düşünürüm.

Dipnotlar

[1] Balkanlardaki bir ilmihal kitabının başında matbu mısra. Zikreden Yahya Kemal, (1976), Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih cemiyeti Yayınları, İstanbul, s. 34.

[2] Kendisiyle kitap üzerine konuşurken, bir arkadaşına yaptığı ithafa bu ifadeyi koymuş. Ben de kendilerinin izniyle bunu kullanıyorum. Alparslan Gazinin gördüğü rüya, Murat Hüdâvendigâr’ın gördüğü rüyadır. Genç Efendi Osman Turan’ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ni okumuş, onun heyacını içinde yaşamıştır.

[3] Barutçu, Efendi, (2020), Mahbesten Mektuplar, Bukan Yayıncılık, Ankara, s. 117.

[4] Ali Akbaş abinin şiiri.

[5] İtalik vurgu bana aittir.

[6] Kim olduğunu şifahen sorduğum bu şahsın S. Ahmed Arvasî olduğunu öğreniyoruz.

[7] Kösoğlu, Nevzat (1997), Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 186.

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen