Dolar

 

Aslında bugünkü konumuz “para” ama en meşhur para “dolar” olduğu için başlık olarak onu tercih ettim.

Beni, parayı yazmaya yönlendiren ise “Türk lirası ile ihracat ve ithalat” söylemlerinin yeniden gündem olmaya başlaması. Bilirsiniz, bizde böyledir: Bir sorunu tespit ettiğimizde onu enine boyuna irdeleyip çözmek yerine bir müddet gece gündüz konuşur, sonra unuturuz. Aradan bir süre geçtikten sonra konu yeniden gündem yapılır. Yanılmamışım, kontrol ettim, “TL ile ihracat ve ithalat” konusunun seneidevriyelerinden birine daha ulaşmışız.

“Para” nedir?

Türk Dil Kurumu, parayı, “Devletçe bastırılan, üzerinde değeri yazılı kâğıt ve metalden ödeme aracı, nakit.” olarak tanımlamış.

Dikkatinizi çekmiştir: “…kâğıt ve metalden…” diyor. Oysa günümüzde artık “bitcoin” ile başlayıp sayısı şimdiden binlerle ifade edilen kripto/sanal/gizli paralar da kullanılmaya başlandı. Bunların kullanımı öyle hızlı bir şekilde artıyor ve yayılıyor ki toplam değeri 2 trilyon doları çoktan geçti. Dolayısıyla TDK, tanımına ekleme yapmak zorunda.

Bu tanım içinde beni ilgilendiren kısım ise “ödeme aracı” ifadesi. Bu bağlamda kendime (ve tabii sizlere) “Niye bazı ödeme araçları (paralar) uluslararası ticarette daha fazla kullanılıyor?” diye soruyorum. Makalenin asıl sorusu bu.

Tabii bu vesileyle “Türk lirası ile ithalat ve ihracat hangi şartlarda yapılabilir?” hatta “”Türk lirası ile ithalat ve ihracat gerekli mi?” sorularını da cevaplamış olacağım.

Travmamız (sarsıntımız) ya da dolar

Bu makale vesilesiyle birçok insana sorduğum iki sorudan ilki şu:

Ekonomik krizlerin sebeplerini saymanızı istesem neler söylerdiniz?

Herkes “siyasi, askerî, sosyal, doğal ve ekonomik” sebepler olarak sıraladı. Örnekler de verdiler.

Doğrudur ancak ben bunlara çok önemli bir sebep daha ekleyeceğim: İnsan psikolojisi.

Örneğin:

ABD borsalarındaki düşüş, ABD’lileri paniğe sürükleyip ekonomik krizin daha da derinleşmesine sebep olurken, Almanları “normalin biraz üzerindeki enflasyon” bile panikletebiliyor. Bizi panikleten ise “doların TL karşısında değer kazanması/TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesi”.

Dolayısıyla ABD’lilerin psikolojik sarsıntısı “hisse senetlerinin değer kaybetmesi”, Almanlarınki “yüksek enflasyon”, bizimki ise “doların TL karşısında değer kazanması”.

Bir olayın insanları veya toplumları sarsabilmesi için, o olayın olumsuz etkilerinden çok fazla etkilenilmiş olması gerekir. Bu etki o kadar ağırdır ki olayı yaşamamış yeni nesilleri bile derinden sarsar çünkü toplum hafızası ve kurumsal hafızalar vasıtasıyla geleceğe taşınır. Herhangi bir sebeple tekrar aynı olayı yaşama ihtimali ortaya çıktığında da “sarsıntı” insanları tepeden tırnağa etkisi altına alır. Aslında ortada tam bir kriz yokken, hatta kötü gidişat kolaylıkla önlenebilecekken bile, sırf yaşanmışlıkların etkisiyle kötü gidişat önlenemez bir hâl alabilir.

Psikolojik sarsıntının önüne geçmenin tek bir yolu vardır: İnsanlara güven vermek.

İnsanlar, ülkelerinin gücüne güven duymadıkları müddetçe, ne yapılırsa yapılsın, ne travmanın etkilerini azaltmak ne de kötü gidişatın daha da kötüleşmesini engellemek mümkündür.

İnsanlar, ülkelerinin gücüne hangi durumda güven duyarlar?

Bu soruyu, asıl sorumu yani “Niye bazı ödeme araçları (paralar) uluslararası ticarette daha fazla kullanılıyor?” sorusunu cevapladığımda cevaplamış olacağım.

Psikolojik sarsıntı tarafından bakınca, Türkiye’de yaşayan insanlar için dolar sadece bir “ödeme aracı” değil, aynı zamanda kazancının değerini koruyabileceği bir “tasarruf” aracı. Bu sebepledir ki son bir kaç yıldır yaşanan “dolara” hücum sebebiyle gerçek kişilerin bankalardaki ticari olmayan/tasarruf amaçlı döviz birikimleri, tarihte görülmemiş miktarlara yükseldi. Yastık altındakilerin miktarını bilmiyoruz. Bankadan kredi alıp buna dolara yatıranlar bile var.

Niye böyle?

Çünkü insanlar, Türk lirasının, dolar karşısında değer kaybetmeye devam edeceğini düşünüyorlar.

Niye böyle düşünüyorlar? Niye her türlü ülke sorununda insanların aklına ilk gelen dolar almak oluyor?

Bu soruların cevabını da “Niye bazı ödeme araçları (paralar) uluslararası ticarette daha fazla kullanılıyor?” sorusunun cevabını verdiğimizde vermiş olacağız.

Niye “döviz” değil de “dolar” diyorum?

Bugünün dünyasında uluslararası alışverişte en fazla kullanılan para “dolar” olduğu ve diğer paraların değerleri dolara göre belirlendiği için (ölçü/mihenk para birimi olduğu için).

Dolar, uluslararası ticarette kullanılan en yaygın para olduğu için, aynı zamanda “rezerv” para yani ihtiyaç hâlinde hemen kullanabilmek için devletlerin merkez bankalarında dolar bulundurmaları gerekiyor.

Doların, dünya ülkeleri merkez bankaları toplam rezervleri içindeki payı yüzde 60’ın üzerinde. Doları, yüzde 25’in üzerinde pay ile AB’nin avrosu takip ediyor. İngiliz sterlininin payı yüzde 4’ün biraz üzerinde, Japon Yeni’nin payı yüzde 4’ün biraz altında. Kalanı diğer paralar.

Bu bilgileri sadece bilmeyenlerin bilgisi olsun diye yazmadım. Asıl sebep, paranın adının veya hangi ülkeye ait olduğunun bu yazının yazılış amacı ile bir ilgisi olmamakla birlikte, “Niye bazı ödeme araçları (paralar) uluslararası ticarette daha fazla kullanılıyor?” sorumuzun cevabının bu oranlarda gizli olması.

Para, hayatımızın olmazsa olmazı mı?

Paranın hayatımızın olmazsa olmazı olmadığını, “mal ve hizmetin doğrudan takası” ile paranın olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılabileceğini savunanlar varsa da ben bu görüşe katılmıyorum.

Parayı eleştirenlerin, parası uluslararası ticarette kullanılmayan ülkelerin vatandaşları olmaları da tesadüf değil elbette. Sanıyorlar ki para olmadığında, parite (iki ülke parasının karşılıklı değeri) etkisi de ortadan kalkacak. “Züğürt tesellisi.” desem çok mu ileri gitmiş olurum.

Anlayamadıkları şu:

Önemli olan para değil, mal veya hizmettir, dolayısıyla “değeri olan” para değil, mal veya hizmettir; malınız ve hizmetiniz değerliyse paranız değerlidir.

Bu sebepledir ki bir alışveriş söz konusu olduğunda önce “mal veya hizmete” bir değer biçeriz. Örneğin bu yüzden A otomobili ile B otomobili arasında fiyat farkı vardır. Para ise “saklama, taşıma ve takas kolaylığından” faydalandığımız basit bir araçtan ibarettir.

“Türkiye ekonomisinin sorunları” sorulduğunda ilk aklınıza geleni söyleyin.

Bu makale vesilesiyle birçok insana sorduğum ikinci soru buydu.

“Enflasyon, faiz, dolar.” dediler.

 Bir kişi de “üretim” desin diye bekledim ama diyen olmadı.

Aslında ekonomi söz konusu olduğunda çok da kullanılan bir kelimedir “üretim”. Sohbete oturduğumuzda, “Üretmeden olmaz.” tespitini sıklıkla duyarız fakat “üretim” ilk akla gelenler arasında değil.

Bu cevaplar, vatandaşın ekonomiden şikâyetlerini en fazla mağdur olduğu üçlüyü kullanarak anlatması bakımından beklenmedik değildi. Yanlış da değildi çünkü yönetenlerimiz, sorunlarımızı bunları kullanarak çözmeye çalışıyorlar.

Örneğin “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur.” cümlesi, yıllarca ekonomik politikamızın temelini oluşturdu. Bildiğiniz gibi ben bu cümleyi “slogan” olarak değerlendirdim ve “ekonomide sloganlara yer olmadığını” söyleyerek baştan itibaren eleştirdim. Eleştirimin sebebi sadece “duruma göre doğru, duruma göre yanlış olabilecek” bir yöntemin sloganlaştırılması değildi, tek ve değişmez bir kuralmış gibi sunulmasıydı.

Örneğin bu cümlenin içinde şu sorunun cevabı yoktu:

“Faizin sebebi nedir?”

Nitekim “Faizin sebep, enflasyonun sonuç.” olduğu tezini ispatlamak için faizleri, olması gerekenin yarısına indirmiş olmalarına rağmen, yüksek enflasyonun önüne geçemediler. Ardından durum öyle bir hâle geldi ki faizleri beklentilerin de üzerine yükselttiler. Bu beklenmedik durumun sebebi sorulduğunda ise daha da beklenmedik bir cevapla karşılaştık:

“Enflasyonu düşürmek için!..”

Umarım, içine düştükleri bu garip durumdan ders çıkarmışlardır.

Sorunlarla karşılaşıldığında peşinen hiçbir çözüm yoluna “yanlış” demek doğru olmadığı gibi hiçbir çözüm yolu da “mucize çözüm yolu” değildir. Aynı zamanda başka bir ülke için doğru olan çözüm yolu, pekâlâ bizim felaketimiz olabilir. Tersi de mümkündür.

Peki! Şu hâlde doğru davranış biçimi nedir?

Kendiniz için doğru olan yolu, doğru veri ve bilgilerle tespit edip doğru önlemleri almaktır.

Yine de her halükârda yöntem tartışılacaktır. Bunun sebebi, sorun ortaya çıktıktan sonra kısa vadeli çözümlere bel bağlamaktır. Oysa sorunu temelden çözmek, krizleri başka ülkelere göre daha çabuk ve hasarsız atlatmak mümkündür.

Nasıl?

Bilim

Yukarıda, “rezerv paralardan” bahsederken ilk dört sırayı yüzde 60 ile Amerikan dolarının, yüzde 25 ile AB avrosunun, yüzde 4 ile İngiliz sterlininin ve yüzde 4’ün biraz altında Japon yeninin aldığından bahsetmiştim.

Bu noktada sorulması gereken soru şudur:

Bu ülkeleri, diğer ülkelerden ayıran özellikler nelerdir?

Aslında çok bilinen bir ayırım yapılıyor ve ülkeler ekonomik bakımdan dörde ayrılıyor: gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler ve en az gelişmiş ülkeler.

Dolar, avro, sterlin ve yen sahibi ülkelere “gelişmiş ülkeler” diyoruz.

Bize ne deniyor: Gelişmekte olan ülke. Biz de kendimizi böyle adlandırıyoruz. Dünyada bolca “az gelişmiş” veya “en az gelişmiş” ülke de var.

Gelişmiş ülkeler, aynı zamanda zengin ülkeler fakat zengin olduğu hâlde gelişmiş ülke kabul edilmeyen ülkelerde var. Suudi Arabistan gibi doğal kaynakları sebebiyle zenginleşmiş ülkeler bu sınıfa giriyor. Öyleyse “gelişmiş ülkelerin” daha temel bir farkı olmalı.

Nedir o fark?

Bana göre “bilimde gelişmiş olmaları”.

Yani farkı yaratan, bilim. Bütün büyük medeniyetler ve gelişmiş ülkelerin temel ayırıcı özelliği, bilime verdikleri önem. 

Bilim olmadan hiçbir alanda teknoloji üretmek mümkün değil. Aslında bilim olmadan hiçbir şey üretmek mümkün değil. Teknolojiden endüstriye, araştırmadan geliştirmeye, sanattan spora ve sosyal hayata kadar bütün hayatımızı kapsayan bir çerçeveden bahsediyorum. Bir bakış açısından, bir dünya görüşünden, bir kafa yapısından söz ediyorum.

Bilimin “hayatî” önemini bazen aynı, bazen farklı cümlelerle; bazen aynı, bazen farklı örneklerle ama sıklıkla anlatmaya devam edeceğim.

Hani “Millî üretim, millî üretim…” deyip duruyoruz ya…

Bilim olmadan, millî üretim de olmuyor.

Her ne kadar bilgi evrensel ise de “araştırma, geliştirme, icat ve buluş” söz konusu olduğunda bilgi “millî” çünkü araştırdığınız, geliştirdiğiniz, icat ettiğiniz, bulduğunuz size ait. Know-how olarak adlandırılan ve Türkçeye “meslek sırrı” olarak çevrilen şey aslında bu. Sır, patentle sırrı bulana tapulanıyor ve sonra aşikâr hâle geliyor ama kullanım ve kullandırma hakkı tapu sahibinde. Kullanmak için para ödemek veya taviz vermek zorundasınız. Bilginin millîliği de gücü de buradan geliyor.

İtibarlı devlet mi istiyorsunuz? Bilimi öne almadan itibarlı olamazsınız. Milletinize itibar edilsin mi istiyorsunuz? Emin olun, bilimi öne almadan kimse size itibar etmeyecektir. Paranız “rezerv para” mı olsun istiyorsunuz. Bilimi öne alın ki malınız değerli olsun, malınız değerli olsun ki paranız değerli olsun.

Bilim, aynı zamanda fertlerden başlayarak kısa zamanda topluma sirayet eden psikolojik sarsıntının da tek ilacıdır. Her kişi, her devlet ve her toplum zorluklar yaşayabilir ancak gücünü bilimden alan ülkelerin vatandaşları bilir ki ülkesinin dünyaya pazarladığı markaları, kimsede olmayan veya onlarınkinden güçlü teknolojileri, silahları ve daha önemlisi her zaman daha iyisini yapabilecek beyinleri vardır. Olumsuz psikolojiyi olumluya yani güvensizliği güvene çevirebilecek olan sadece bilimdir.

Millî üretim ile yerli üretimi karıştırmayalım. Yerli üretim, kendi know-how ve patentleriyle Türkiye’de üretim yapan yabancıların ürettikleri ile yine onların know-how ve patentiyle Türkiye’de yapılan üretime deniyor. Oysa millî üretimde asıl olan “know-how ve patent”in bize ait olması.

Dolayısıyla ben, büyüme ve gelişme için “üretme” kelimesini yeterli görmüyorum. Hızla “millî üretime” geçmek zorundayız. Yabancı yatırıma karşı olmamakla birlikte know-howlarından faydalanamadığımız müddetçe yerli üretimin, millî üretimi kovacığını da rahatlıkla söyleyebilirim. Dengenin iyi kurulması lazım.

Millî üretimi hararetle savunup desteklerken “Her türlü ihtiyacımızı kendimiz üretelim.” de demiyorum. Bu, ciddi bir planlama işidir. Bilim burada da devreye giriyor. Bilimi rehber edinirseniz nasıl yapılacağını bilirsiniz; savaşlar, afetler, anlaşmazlıklar sizi kendi başınıza üretmeye zorladığında üretir ve o olağanüstü durumu aşarsınız ama nasıl yapılacağını bilmiyorsanız, yani bilimle bağınız kopuksa işte o zaman vay halinize!..

Öyleyse gelin bir an önce en başından başlayalım yani bilimden. Bilimi bile bilimsel olarak ele alalım. Emin olun, arkası inanılmaz bir hızla gelecektir.

Yok, bilimi öne almaz, o kutuptan bu kutba savrulmaya, hayallerle ve boş övünmelerle oyalanmaya, borcumuzu borçla ödüyorken israf etmeye devam edersek bugün dolar olur, yarın yuan, belki başka bir para birimi, belki binlerce kripto paradan biri ya da para olarak altına, gümüşe veya mal takasına geri dönülebilir ama fark eden sadece değiş tokuş aracının adı veya alışveriş yöntemi olur; sorunlarımızda, sıkıntılarımızda zerrece eksilme olmaz.

Şöyle desem örneğin, kim itiraz edebilir:

Başka ülkelerin ihtiyacı olan, en iyisini veya en uygun fiyatlısını bizim yaptığınız millî mallarınız var ve dolar da hâlâ rezerv para. Bu durumda dolar, bırakın sizin için sorun olmayı, avantajınız olur. İşte bu yüzden değeri olan para değil, mal veya hizmettir. Siz değerli mal üretin, merak etmeyin, onu istediğiniz para birimi ile istediğiniz fiyata ve canınızın istediğinize satarsınız.

Son olarak bir yanılgımıza da işaret ederek uyarmak isterim:

Dün yapamadıklarımızın bir kısmını bugün yapıyor olmamız, gerçek anlamda geliştiğimiz anlamına gelmiyor çünkü dünya bizden ibaret değil. Biz bir şeyler yaparken rakiplerimizin/düşmanlarımızın ne yaptığını bilmek, karşılaştırmak ve aynı süre içinde hangi seviyeye ulaştıklarını da doğru olarak değerlendirmek zorundayız.

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen