Gülmenin Tarihi

MİZAH, TARİH ve İNSAN

“TURGAY YILDIZ’a Saygı ve Dostlukla”

Başlangıçta Gülme vardı. Yaklaşık olarak İÖ üçüncü yüzyılda yazılmış simya konusundaki bir Mısır papirüsüne göre dünya böyle oluşmuştur. Tanrı, ne zaman bir Eski Mısırlı gülse, kendiliğinden havayı temizliyor, neşeyle dünyayı yeniden yaratıyordu.[1] Yahudiler ve Hıristiyanlar da Tanrı’nın soluğunu kutsal sayarlar, ama Tanrı’ya bir ağırbaşlılık havası egemendir. Yahudi geleneğinde, Tanrı bir avuç toprağa soluğunu üfler ve Âdem’e can verir. Ne var ki, Âdem yasak meyveden tadabilmek uğruna Tanrı’ya itaatsizlik ettikten sonra. Tanrı onu en zayıf noktasından cezalandırıp soluğuna bir sınırlama getirir. Tanrı Yahudilere yaşamlarının sonunda soluklarını (ruach) ona geri vermelerini buyurur. Soluk, gelişimizle gidişimizi belirler; bir soluk alışla dünyaya gelir, bir soluk verişle dünyadan ayrılırız. Bu değerli armağanın geri verilmesiyle, yaşam çemberi sürekli olarak döner, sonsuz bilgeliğiyle Tanrı’nın her zaman son gülen olmasını sağlar.[2]

Soluk, yaşamın temel mucizesidir. Bedende doloşan bu mucizeye çok çeşitli adlar verilmiştir: Pıahna, spıritus, ruurh, afflatus. pneuma, anima. Ama adı ne olursa olsun, soluk her zaman kutsal sayılmıştır. Bütün uygarlık havanın içinden çıka gelirler. Canlının yaşamı ciğerlerimizi dolduran, bu son derece yoğunluksuz, görünmez gaza bağlıdır. Hava olmadan, gülme de olmaz elbette. Bu yüzden, gülmenin tarihi son derece soyut, elle tutulmaz bir düzeyde sorgulamayı gerektirir, bu kitabın görevi de evrendeki en bol, görünmez, elle tutulmaz öğenin izinin sürülmesini gerektirir: Hava. Üstelik gülmenin havası kendine özgü olduğu için, sorun daha da girift bir hal alır.[3] Birçoğumuz bu gazsı maddeyi lise kimya derslerimizden biliriz. Bilim, tıpkı diğer her element gibi soluduğumuz havayı da yakalayıp elementler cetvelinde bir yere oturtmuş, ona kesin bir atom ağırlığı vermiştir. Sapasağlam oturtulduğu yerinde bir kimyasal simgeye (O2) indirgenmiş, adına da oksijen -asitleştirici- denmiştir. Organik madde çürüdüğünde, oksijen molekülleri serbest kalır; sanki bitkinin ya da hayvanın ruhu birden esaretten kurtulmuş, yeniden atmosfer çevresinde dolaşacak serbestliğe kavuşmuş gibi. Ama gülme, ciğerlerimizi doldurup tüketen sıradan havayla aynı kategoride sınıflandırılmayacak kadar yüce bir şeydir. Gülmenin tarihinde, yaşamın temel mucizesi soluk değildir; soluk yalnızca teşvik edici unsurdur. Batı’nın İsa’dan önce üçüncü-dördüncü yüzyıla uzanan en eski felsefe metinlerinde, her bebeğin doğumundan kısa bir süre sonra yararlandığı başka, daha yaşamsal bir havadan söz edilir. Bu hava, Eski Mısırlı Yaradanın soluğuna çok benzer.[4]

İşte bu havayı yakalayamamıştır bilim. O, oksijene benzemez. Tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar kestirilemez nitelikteki, herhangi bir kimyasal simgeye indirgenemeyecek kadar başına buyruk bu havanın O2yle ilişkisi, suyun H2O’yla ilişkisi gibidir. Süzülmesi ya da arıtılması, denetim altına alınması, hatla kirletilmesi olanaksızdır. Meleklerle cadılar hu tür havada dolaşırlar; haleler bu havada ışıldar; ruh gölgeleri bu hava içinden ürpertici bir ışıltı saçar. Her ne kadar bu hava “Tanrı’nın soluğu”nun eşdeğeri gibi görünebilirse de, Eski Yunan ve Roma’da yaşamı hızlandırmaktan, hatta yaşamı sürdürmekten tamamıyla farklı bir işlevi yerine getirir. Bu hava yaşama ruh katar. Olympos tanrılarının bir armağanı olan bu hava, Aristoteles gibi antikçağ felsefecilerini yeni bir kategori oluşturmaya yönlendirmiştir – insanları öteki bütün hayvanlardan ayırmayı sağlayacak yeni bir kategoridir bu. Dahası bu hava, kişinin ruhunu harekete geçiren şey olduğu için, insanın varoluşu ile varlığı arasındaki ayrımı da belirlemiştir.[5] Tarih boyunca ve çok farklı kültürlerde, bebekler hayata geldiklerini ağlayarak bildirirler. Ama antikçağ dünyasında, bebek soluk almaya başladığını bir başka yolla da, harika bir yöntemle de dile getirir: Gülerek. Bu daha heyecan verici, daha sıcak, kahkaha yüklü hava, bebeğin ruhunu gülme havasıyla doldurarak her bebeği mucizevi bir yolla bir insana dönüştürür. Person / kişi sözcüğünün (Latince per-sonare) anlamı da “ses vermek” değil midir? Yaşama kahkaha sesinden daha uygun ne olabilir? Gülme yoluyla, can canlanır. Bu yüzden, yalın gülme edimi anlamla yüklü hale gelir, çünkü antikçağ dünyasında bu, her kişinin ruhsal yolculuğunun başlangıcını gösterir. Yahudi-Hıristiyan soluğundan farklı olarak, bu kahkaha yüklü hava, insanın bu dünyadan ötekine utkulu geçişini muştulayan tanrıların bir armağanıdır. Örneğin, kişinin dünyevi varoluştan kurtuluşunu betimleyen tanrılaşma edebiyatında, kişi öldüğünde, ruh bu kahkaha yüklü havanın kaldırmasıyla yukarı yükselir. Ruh gökkürenin sekizinci ya da dokuzuncu katına -ruhun geleneksel barınağı, yurdu- ulaştığında, aşağıya yeryüzüne bakar ve bedenden arınmış bilinçli bir gülüşle bütün dünyevi acıları yerli yerine oturtur. Özellikle, yolcu ta aşağılarda acınacak halde uzanan cesedine güler; gülüşü yeni kazanılmış bir özgürlüğün habercisidir.  Cicero’ya göre, ister ateşten, ister havadan oluşmuş olsun -bu ikisi de gülmeyle birebir bağdaşan şeylerdir- ruhun özü tanrısaldır ve olabildiğince çabuk cennetteki yurduna, “cennetin mutluluğu”na dönmeyi arzular. Orada, öylesine özlemini çektiği o kendine özgü hava içindeki yerini alır: “Hiçbir hız, ruhun hızına erişemez. Ölümden sonra bozulmadan varlığını sürdürürse. . . zorunlu olarak öyle hızlı taşınır ki, bulut, fırtına ve rüzgârların toplandığı bu havalar atmosferini yırtıp geçer. . . . Ruh bu yolu geçip kendininkine benzer bir töze ulaşıp onu tanıdığında, seyrek havadan oluşmuş ateşler ve güneşin değişime uğramış ışıltısı arasında durur ve artık daha yükseğe çıkmaz” (De oratore 2). Cicero’nun “bulut, fırtına ve rüzgârlar”!, belli bir gülüşe yol açan dünya uğraşları atmosferi olarak yorumlanabilir. Oysa ruhsal sakinlik adını verebileceğimiz “seyrek hava ve değişime uğramış ışıltı”, daha yüksek, daha tatmin edici bir gülüşe -Olymposlulara özgü bir gülüşe- yol açar. Tensel varoluşun tarihini topraktan gelip toprağa gittiğimiz bir yolculuk olarak betimleyebilirsek, ruh da havadan havaya ya da ateşten ateşe yolculuk eder.[6]

Bebeğin ilk gülüşü kısa sürede kendini gösterir: Antikçağ kaynakları doğumu izleyen dördüncü ya da kırkıncı günden söz etmektedir. Gülüşün tam hangi gün belirdiği son derece önemliydi, çünkü o an bebeğin yaşamını sonsuza dek ruhla dolduruyordu. Aristoteles’e göre bu an insanlar ile öteki hayvanlar arasında son derece köklü bir ayrımın oluşmasını sağlıyordu; bu yüzden, Aristoteles insanın özünü tanımlamak için gülme ânından yararlanıp insanı animal ridens (“gülen hayvan”) olarak adlandırdı. Hayvanlar âlemindeki bütün canlılar arasında bir tek insan bu kayda değer yetiye sahiptir: Gülmek. Sonuçta, dil ve gülme dışında bizi öteki hayvanlardan ayıran pek az şey var. Ne var ki, antikçağlılara göre insanlar-biricik, ruhsal yaşamını veren şey yalnızca gülmedir. Her kişi silinmez bir ölümsüzlük izi bırakan şey salt soluktan çok, bu kah kaha yüklü havadır. Demek ki “Batı” uygarlığı adını verdiğimiz uygarlığın başlangıcında, insanların tanrısal aracılığa gereksinmeleri yoktur. Varlık kazanmaları gülme yoluyla olur. Ömürlerinin sonunda, gülerek yükselirler göğe.  Ne var ki, bu gülme armağanının tanrılardan geldiğini unutmamalıyız – yürekten kahkahalar atıp, kahkahaların tadını çıkaran, o yüzden aşağıda didinip duran çaresiz ölümlülere cömertçe gülmeyi bağışlayan tanrılardan. (Eski Ahit’te bile, neşe dolu kahkahayı bir armağan olarak -üstelik az bulunur bir armağan olarak- yalnızca Yahve verebilir Yahudi halkına.) Ne muzırdır şu Yunan tanrıları. Öylesine sık gülerler, öylesine alaycı gülerler ki, birçok Yunan-Roma uzmanı onların bu davranışı karşısında şaşırıp kaldığını dile getirmiştir. C. M. Bowra bu tutumu o kadar itici bulmuştur ki, bir kuram geliştirip başından savmak zorunda kalmıştır. Bowra’ya göre tanrıların gülüşü “bir şüpheciliğin değil bir inancın göstergesidir; öylesine kendinden emin bir inançtır ki bu, inandığı şeyle alay etmekten çekinmez.”[7]

Hahhahha tanrıların aklından geçenlerin ancak cılız bir temsilcisi olabilir. Her şeyden önce, hahhahha yalnızca bir soluk vermeyi gösterir. Oysa kahkaha uzun bir aha’lar -hızlı soluk alış, ya da yogacıların deyişiyle hızlı ateş alış- dizisine daha yakındır. Bir yazarın kendi sesini bulduğunu söylediğimizde, normal bir soluk türüne gönderme yaparız – soluk alıp verme. Ama bir şiirin büyüleyici olduğunu söylediğimizde, daha tanrısal, daha ateşli bir şeyleri kastederiz; şairin olağanüstü bir tempo yakaladığını, enthusiasmous”un, “tanrısal bir gücün” bedenini sardığını ve şiirin kahkahanın oyunbaz gücüyle patlayıp ortaya çıkarak duyan herkese neşeyle esin verdiğini söylemek isteriz.Gülme, o kadar temel, evrensel ve yararlı bir tepkidir ki. Her hangi bir yerde ya da herhangi bir zamanda gülmeyen bir insan topluluğunu düşünebilmek güçtür. Günlük dilde bir insanın “mizah duygusundan söz eder, gülmenin ne kadar temel bir edim olduğunu kabul ederek onu geleneksel beş duyunun yanına yerleştiririz. On dokuzuncu yüzyılın kendinden menkul insanbilimcilerinden B. F. Hartshorne bu konuda farklı düşünüyordu. Fortnightly Review dergisinin Mart 1879 sayısında çıkan ve Seylan’daki [Sri Lanka] Vedda’lardan söz ettiği bir yazısında, Hartshorne şu şaşırtıcı sonuca varıyordu: “Akla gelebilecek her tür güldürme girişimimiz boşa çıktı. Hiç mi gülmediklerini sorduğumuzda, ‘Yo, gülecek ne var?’ karşılığını verdiler.”[8]

Hemen bir şeylerden kuşkulanıyor okur. Veddalar, bu aralarındaki tuhaf bilim adamına bir oyun oynamış, ona şaka etmiş olsalar gerek, çünkü vardığı sonuçlar belirgin bir naiflik içeriyor. Belki de o kendilerini gözlediği anlarda gülmemiş; o adadan ayrıldığında, adamcağızın gözünü (görmeyen gözünü) boyadıkları için neşeyle kahkahalar atmışlardır. Belki de Veddalar için gülme kişisel bir meseleydi, yabancıların önünde yapılması tabu olan bir etkinlikti. Veddaların ağırbaşlı tepkisini açıklayacak bir şey mutlaka vardır, çünkü asık yüzlü, ciddi insanları aklımızda canlandırmak o kadar zor değilse de, hiç gülmeyen bir insan topluluğu düşünmek son derece güç (hatta imkânsız) geliyor insana. Elbette, herkes bir şeye güler, çünkü gülme, Aristoteles’in haklı olarak öne sürdüğü gibi, tipik bir insani etkinliktir. Bu görüşü şu tarihsel kurgular -Neandertaller- üzerinde sınayalım. İlk Homo sapiens acaba neye gülmüş olabilir? Hiç kuşku yok ki, kaynana fıkraları anlatmıyor, espriler patlatmıyorlardı. Ama bu tarihöncesi varlıkların birbirlerinin hatalarına güldüklerini düşünebiliriz pekâlâ. Abartılı bir örnek vermek gerekirse, bir mağara adamının ayağı mastodon halının ucuna takılır, bütün kabileyi kahkahalara boğar. Daha sonra, sakar Neandertal ne zaman öteki kabile üyelerinin yanından geçse, hu Pöstekilerden Kayan’ı hatırlayıp gene gülerler.”[9]

Birçok gülüşün kökeni bu Neandertal örneğindeki gibidir: Ani bir beden ya da dil sürçmesinin yol açtığı beklenmedik, anlık şaşkınlık, bunun birçok nedenden ötürü bizi eğlendirmesi.” İlk olarak, tökezleyen ya da kekeleyen kişi, olağan olanı yepyeni bir yolla göstererek (yeniden sunarak) bizi şaşırtır. Tökezleyen kişi, yürümenin gramerini görmemizi sağlar, tıpkı kekemenin konuşmanın gramerini görmemizi sağladığı gibi. Bir bakıma, ikisi de günlük hayatta birer veri olarak aldığımız şeyleri elimizden çekip ah verirler. Ani bir kopuşla, tökezleyen kişi günlük etkinliğin akışını kesintiye uğratır. Bir anda, yürüme gibi basit bir hareketin bile aslını görmemizi -attığımız her adımla düştüğümüzü ve toparlandığımızı-sağlar. Felsefeci Henri Bergson hareketlerimizin sürekliliğindeki bu kopuşu “dikkatli bir uyum yeteneği, canlı bir çeviklik gerekirken, mekanik bir katılığın görülmesi”” olarak tanımlar. Bergson’un kuramı şu görüşe dayanır: İnsanlardan özellikle yürümeyle ilgili bu tür edimlerde yumuşak hareketlerin sürekli bir akışını bekleriz; bu yüzden bir insan tökezlediğinde, elinde olmadan sendelediğinde, hatta düştüğünde, onun şaşırtıcı “katılığı’na -esneklik vaadini hemen, hatta otomatik olarak yerine getirmedeki beceriksizliğine-güleriz. Ne kadar tuhaf görünür gözümüze o insan, ne kadar saçma derecesinde mekaniktir.[10]  Bergson, sezgi (intuition) yöntemiyle, daha çok güldürülerdeki (komedilerdeki) ve gülmeceli sahne oyunlarındaki gülme olgularını inceleyerek, bunlardan, gülme nedenleri üzerinde bitakım kuramlar çıkarmıştır. Bergson, gülmeyi anlamak için, gülmenin toplumsal görevlerini, işlevlerini arama yolunu seçmiştir. Şöyle ki : Bir ulusun güldüğü şeyler o ulusun sosyopsikolojik bitakım olaylarıdır ki, bunlar bir yaşam gibi doğar ve sezilemeyecek derecelerde değişmelere uğrayarak gelişir ve olgunlaşır. Bu yüzden hangi alanda olursa olsun, gülme olaylarından hiçbirisine boş verilemez ve hepsi de yaşayan bir canlılık birliği gösterir. İnsanların karakterlerini nasıl kendileriyle geçirilen uzun bir arkadaşlıktan sonra anlayabiliyorsak, gülme eylemiyle de ta başlangıçlarından beri birlikte yaşamak gerekir. Çünkü gülmek, toplumsal yaşamda gelişen ve onunla birlikte oluşan bir psikolojik yaşamdır. Bu bakımdan gülmenin toplum içinde bir canlı görevi vardır. Öyleyse gülmeyi anlamak, ancak bu görevi incelemek ve betimlemekle olabilir. Hiç kuşkusuz aklın ve duyguların nasıl bir mantığı varsa, bütün toplum bireylerini güldüren şeylerin de kendilerine özgü bir mantığı ve usa uygunluğu vardır. Bunları ortaya çıkarmakla hem insanın, hem de gülmelerin niteliği biraz daha yakından, biraz daha derinden anlaşılacaktır.[11] Bergson’a göre, insandan başka gülünç hiçbir varlık, hiçbir yaratık yoktur; doğa güzel ya da çirkin olabilir; ama gülünç olamaz. Bir hayvana gülmemiz, o hayvanda insan durumu, insan davranışı, insana benzerlik görmemizdendir. Bu yüzden çocukları sirklerde güldürmek ereğiyle hayvanları gülünçleştirmek için insan kılığına sokar, onlara insan giysisi giydirir, insanların yaptıkları şeyleri yaptırırlar. Kışın çocukların yaptıkları kardan adam, insanın benzeri olduğu için bir güldürü kahramanı olur. Karnaval maskeleri, mağazaların camekânlarında durdukça bize gülünç gelmezken, o maskeleri insanlar yüzlerine geçirince gülünç olurlar. Demek, gördüğümüz bir ayıya güldüğümüzü sanırken, gerçekte ayıda insanı görüp, onu kendimize benzettiğimizden, kendi kendimize gülmekteyiz. Bir hayvan ayağı kayıp düşse bize gülünç gelmezken, bir insan ayağı kayıp düşünce güleriz. Demek ki , insan güler ve insan yalnız, insana güler; insandan başka bir şeye gülmüşse, onda insana benzerlik gördüğü için gülmüştür. Gülen de, gülünen de, güldüren de hep insandır.[12]

Bergson’a göre, insanın gülebilmesi için, o anda duygusuz ve coşkusuz olması gerekir. İnsanın duygulanma ya da coşkulanma sırasında, onu güldürmek için gülmecenin hiçbir etkisi olamaz. Büyük bir acıma ya da sevgi duygusu içindeyken gülebilmek olanaksızdır. Gülebilmek için, hiç olmazsa bir an olsun duygululuktan ve coşkululuktan uzak kalmak gerekir. Duygu ve coşku, gülmenin düşmanıdır. Gülebilmek, güldürebilmek için kesinlikle zekânın uyanık bulunması gerekir. Zekâ, yalnız başına gülemez; gülebilmek için, uyanık bulunan zekânın, başka zekâlara değinmesi gerekir. Yalnız başına gülmek olanaksız olduğundan, böylelerine “Deli misin, yalnız başına gülüyorsun!” denilir. Örneğin bir gülmece hikâyesini okurlarken kendi kendilerine gülenler, yalnız başlarına gülüyor sayılmazlar; çünkü uyanık olan zekâları hikâyedeki kahramanlarla -yani gülmece yazarıyla – değiniyor, demektir. Güldürüleri ve gülmeceli sahne oyunlarını inceleyerek, gülmenin görevlerini araştırarak gülme kuramları koyan Bergson bu konuyu şöyle özetlemektedir : “Özetleyin komik dediğimiz şeyler, insanların bir araya toplanarak bütün dikkatlerini içlerinden birine çevirmelerinden, hem de duygu ve coşkularını susturarak yalnız zekâlarını işletmelerinden doğuyor.”[13]

Ağlamayla gülmenin henüz birbirinden ayrılmadığı bir zamanı, henüz duygu ve heyecanlarımızı net kategorilere ayırıp uygarlaştırmaya haşlamadığımız bir zamanı, bebeklerin gülmek için kırkıncı, hatta dördüncü günü beklemelerini gerektirmeyecek kadar uzak bir zamanı. O zaman bebekler dünyaya ağlayarak ve gülerek geliyorlardı.[14] Dile ilişkin bulgular bu iddiayı desteklemektedir. Bazı dil tarihçileri, örneğin Roots of English (İngilizcenin Kökleri) adlı kitabında Roger Claiborne, gülmeyi Hint-Avrupa KLEG- köküne bağlar; bu kök hem “bağırma”, hem “ses” anlamına gelir ve Claiborne’a göre Germen lauch (“yüksek sesli bağırma”) sözcüğünün kaynağı da budur. Benzeri biçimde, Claiborne’a göre, SKEI- “dilimlemek” kökünden gelen gözyaşı dökme (İng. shed) ifadesi, gözyaşlarının daha büyük, daha bütünlüklü bir bütünden “kesilmesi”, “ayrılması” ya da “koparıp alınması” gerektiği anlamını taşır, tıpkı bir duygu boşalmasını kahkahaya boğulmak (İng. hreak into laughter, sözcüğü sözcüğüne: “kahkahaya ayrılmak/bölünmek”) ifadesiyle dile getirdiğimiz gibi. İngilizce tear sözcüğünün de kâğıt üstünde bir anlam belirsizliği içerdiğini unutmamak gerekir: Bu sözcük hem kumaştaki yırtık, hem de gözyaşı anlamına gelir. Aslında, gülmeyle ağlama ikiz kardeştir, ikisi de tek yoğun histen doğmuştur; bu yoğunluk da, yapay kategori ve ayrımları eşzamanlı gülme-ağlama duygusunun çözeltisi içinde eritir. Tarihsel olarak, mutluluk ve üzüntü her zaman birbirinin zıddı olarak algılanmamıştır. Paradokslar düşkünü Giordano Bruno, insani tepkilerin en temeli olarak bu duyguların örtüşmesini görmüş ve bunu kişisel özdeyişinde dile getirmiştir: “In hilaritas tristis, in tristitia hilaris” (Sevinçteki üzüntü, üzüntüdeki sevinç). Bruno’ya göre, her kahkahada gözyaşlarının izi vardır ve her ağlama da bir parça zevki içinde gizler. Zor anlarda bile, mesela birisinin ölümüne ağladığımızda, kendi hayatımızın esirgenmiş olmasından duyduğumuz keyifli bir rahatlama payı tanırız kendimize.[15]Antropologlar sözlü kültürlerdeki gülme-ağlama ilişkisini, Çin figürü yin-yang’ı andıran bir şeye benzetmişlerdir. Yin-yang figürünü biliriz: İç içe geçmiş biri siyah, biri beyaz iki gözyaşı. Biri yere düşüyormuş, öteki yukarı çıkıyormuş gibi görünen iki gözyaşı, bir daire oluşturacak şekilde bütünleşir; bunları birbiri çevresinde dönen parçalar olarak da, birbirine sıkı sıkıya tutunmuş parçalar olarak da düşünebiliriz. Her iki durumda da, figürün bir bütün olarak başlangıcı ya da sonu yoktur. İlksel sözlü kültür dünyasında, bütün olaylar birbiriyle bağlantılı gibidir ve sürüp giden bir çevrimin parçası olarak gelişirler. Hiçbir şey bir başka şeyin doğrudan zıddı değildir. Gerçek kutupsal zıtlıklar okuryazarlıkla ortaya çıkar. Okuryazar insanlar gözyaşlarını üzüntü ve hüzün için koruyacak şekilde toplumsallaşmalardır – okuryazar haline gelmişlerdir. Okuryazarlıkla birlikte net kategoriler ve kesin tanımlar ortaya çıkar. Okuryazarlık çok fazla anlam belirsizliğine tahammül gösteremez. Örnek olarak Zen’e dönmek gerekirse, bir Zen koanının önerdiği türden zıt kavramları akılda tutabilme yetisi sözlü kültür dünyasına özgü bir niteliktir. Zen ustası sorar: “Çarpan bir elin sesi nedir?” Öğrenci, anlamına ulaşmak için soruya sık sık geri dönerek, bir kâğıt üzerinde, yakın çözümleme yoluyla düşünmez. Bunun yerine, başkalarından uzak bir yere çekilir, çözümü aklında canlandırmaya çalışır ya da anlam belirsizliğinin özünde tatmin ve rahatlık bulur. Okuryazarlık öncesi dönemlerin bir kalıntısı olarak, bize çözümsüz duygusal bir paradoks gibi görünen şey -aynı anda hem mutlu, hem hüzünlü olmak-acı-tatlı gözyaşlarımızın sularında çözüm ve akışkanlık bulur.  Modern bilince insanın bir eliyle karnını ovuştururken bir eliyle başına vurması kadar doğadışı ve rahatsız edici gelen, Platon’un nitelendirmesiyle “karma zevkler” olgusu -ağlama ve gülmenin, sevinç ve üzüntünün birlikteliği- gülmenin tarihinde baskın bir özelliktir. Platon bu duruşa “sözde kendini aşağılama ya da sözde cahillik” anlamına gelen eironi adını verir ve böylece ironi mecazını yaratır. Sokrates’e eiron der. Sokrates poz yaparak eleştiriyi savuşturur, bu arada çetrefil savlarını ileri sürüp yavaş yavaş geliştirir, kendisini eleştirenleri sessizce, onları korkutmaksızın birer öğrenciye dönüştürür. Kimse ona üstün gelme gereksinmesi duymaz, çünkü görünürde kimseye meydan okumamakta, dolayısıyla bir tehdit unsuru oluşturmamaktadır. Kendi şakasıyla, kendini yetkinin halesinden kurtarır. Ayrıca, başkaları savlarına açık olsun diye, Sokrates kendi sözde cahilliğini ortaya koyarak onları silahsız bırakır. Böylece Platon gülmenin doğasına ilişkin kendi görüşlerini canlandırıp, fiili hiçbir muhalefetle karşılaşmaksızın argümanları kazanır. Kurnaz Platon son gülen olur.[16] Ama Sokrates asla yüksek sesle gülmez. Diyaloglarda, toplumsal ilişki özenle çizilmiş olup, kibar, sessiz bir gülmeye imkân tanır: Özel ve içselleştirilmiş bir gülmedir bu. Hoşa gider, ama asla saldırganca araya girmez. Sokrates zekâsını sergilemek için asla kendini ortaya atmaz. Her zaman bir edep ve incelik örneği oluşturur. Nasıl davranılacağını gösterir. Ama aynı zamanda bir düzencidir de, çift anlamlı konuşur. İroni, tek bir ses tonuyla aynı anda iki şeyi söylemede kullanılabilecek en iyi hitabet mecazıdır – yergi anlamını ciddiyi zorlayarak sezdirir, sözgelimi onu burleske dönüştürerek her zaman biçimini kökten değiştirecek kadar eğip bükebilir. İroni, son derece ekonomik biçimde. Yunanlıların mizahi olanla ciddi olanı kaynaştırma arzularını tatmin etmiştir.[17]

İroni bir hiledir, açıkça saldırgan olmasa bile gene de bir hiledir – hem oyunbaz, hem de son derece ciddidir. Bu açıdan, Sokrates gerçekten de bir geçiş figürü niteliği taşır: En meydan okuyucu yurdunu yazıda bulacak olan bir mecazı -ironiyi- canlandırır. Gerçekten de, ironik bir sözü açığa çıkarma yetisi bir okurun okuryazarlığının son sınamasıdır. (Swift’in İngiliz edebiyatında bir metin boyunca sürdürülen ironinin olağanüstü örneği “Alçakgönüllü Bir Öneri”sinin İngiltere’de okuryazarlığın arttığı bir sırada belirmesi şaşırtıcı değildir.) İroni rastgele okur ile çözümleyici okuru birbirinden ayırır. Bir konuşmacıda yüz ifadelerine bakarak ve jestlere dikkat ederek ironiyi oldukça kolaylıkla anlayabilirsiniz, ama okurların bu tür ipucu lüksleri yoktur. İroni çabayı gerektirir. Okurlar sonunda ironiyi yakaladıklarında, kendilerini rahatlamış hissederler, ama yalnızca belli belirsiz, çünkü aynı zamanda aldatılmış olduklarını da anlarlar. Bu iç görü anında, okurlar hem metni, hem kendilerini kavrar, ne kadar naif olduklarını fark ederler.[18] O yüzden, ironiyle karşılaşma hem zevk, hem acı -neşe ve üzüntü- yaratır. İroni ustası okurların elbette kaçabilecekleri, ama ancak yazarın kastettiği anlamı -mümkünse bir çırpıda- sezerek kaçabilecekleri bir tuzak kurmuştur. Aksi takdirde, kendilerini hep kötürüm hissedeceklerdir – Hephaistos kadar kötürüm. Ama okurlar kendilerini espriye bıraksalar bile, asla yazar/yaratıcı kadar rahat hissedemezler kendilerini; o yetke konumuna iyice yerleşmiş, zavallı, aklı karışmış okurların nasıl kolayca yönlendirildiğine bakarak gizlice ve sessizce güler. İroniyle bir süre geçirdikten sonra okur her zaman sayfayı belirgin bir topallamayla okuyacaktır. Sorular peşini bırakmaz: Okumama güvenebilir miyim? Algılama gücümü mü yitirdim? Gerçekten anlıyor muyum? Böylece, eiron, Sokrates’in kendisi, muzır yumurcağın zevkini, son gülüşü -üstünlüğün yankılı büyük kahkahasını-yaşar. Kurbanın ilerlemekten başka seçeneği yoktur, biraz daha tedbirli, biraz daha eleştirel, biraz daha bilgece, biraz daha tedirgin. Platon, Sokrates’ten yararlanarak, edebiyatta modern espriyle doruğuna ulaşacak olan gülmeye, hedefine doğru dev bir adım attırır. Aynı zamanda, kalabalık gülenler safından, gülüşleri beyinlerinden değil karınlarından gelen cahillerden, bilgisizlikleriyle dikkate alınmayacak kadar budala sayılan marjinal halktan epey uzağa taşır onu.[19]

İroni mecazı, aynı anda iki karşıt şeyi söyleme yetisiyle, gülme konusunda karışık hisleri olan Platon gibi bir insana çok uygundur. Aşırı gülmeyi hem mahkûm eder, hem de onun gücünü kabul eder; üstelik bundan zevk duyar. Israrla vurgular: Hepimiz gülmeye, özellikle alaycı gülmeye karşı bu ikili tepkiyi paylaşıyoruz. Platon’a göre, tragedya seyircileri bile “gözyaşları arasında gülümsediklerini” görürler. Alay, küçümseme, yergi – bunlar bizde aynı “karma zevkleri” uyandırır. Gene de uygar, kültürlü tepkiler açıklık ve kesinliği, tek bir duygusal tepkiyi gerektirir. (Okuryazarlık, gri ya da gölgeli tonlar halinde değil bu tür seçik kategoriler, ya/ya da yapıları içinde görmeye teşvik eder. Okuduğumuzda, ironinin bizi tökezletmesi bundandır: İroni seçik kategorilerin yıkıldığı sözlü kültürde bütün canlılığıyla yaşar.) Bu üzüntü ile sevincin birleştiği “karma zevkler” fikrini Platon ilksel bir şey -o eski, bitkisel günlerden bir kültürel kalıntı- olarak görür; Platon’a göre yaşamlarımızda bunun kesin farkındayızdır. Platon’un gülmenin incelenmesi konusundaki en önemli yapıtı Philebos’ta Sokrates Protarkhos’la bu “karma zevki” ayrıntılı olarak irdeler. Bu tartışma bugün bile başkasının talihsizliklerinden neden zevk aldığımızı anlamada temel başvuru kaynağı olmayı sürdürmektedir. Bu diyalog, gülme hakkında Antikçağ’dan devraldığımız en modern sözü içerir ve duyguların nasıl edep ve görgü kurallarını bozguna uğratabileceğini açıklar – eğer duyguları, onları anlamanın bir yolu olarak, bir bilim adamının meraklı gözüyle sürekli olarak çözümlemezsek.[20]

Platon’un analizinin burada aldığı radikal biçime dikkat edilmelidir. Yaşamı en temel düzeyinde kesitlere ayırmak, onun en karmaşık ve ele avuca sığmaz alanlarından birini -duygu ve heyecanları-çözümlemek demektir. Göründüğü kadarıyla, Platon şunu ima eder: Bu duygu-heyecanların kaynağı, çok sayıda başka tepkiye model olan şey gülmedir. Gülmeyi anlama yoluyla. Platon yaşamanın ciddiliğini irdelemek amacındadır. Genel olarak, bilinçdışının haritasını çıkararak Freud’un bu alanı kendine mal ettiğini, böylece modern çağa geçilmesine öncülük ettiğini düşünüyoruz. Ama Platon, Freud’u önceler. Aslında, Platon oldukça şaşırtıcı bir şeyi başarır. Gülmenin ya da gülme eğiliminin bütün duygu-heyecanların alt katmanı olduğunu öne sürer. Gülmenin bir duygu-heyecan olarak sınıflandırılıp sınıflandırılmaması gerektiğinden tam olarak emin değilse de, onun için daha iyi bir yer bulamaz. Gülme, insanların yaşamlarında öyle temel, öyle tuhaf ve denetleyici bir işlev görmektedir ki, bir açıdan gülmeyi bir duygu-heyecan olarak ele almak zorunda olduğunu hisseder. Başka nasıl yaklaşacaktır ona? Başka ne ad verecektir? Oxford İngilizce Sözlüğü gibi en önde gelen başvuru kaynaklarından biri bile gülmeyi sınıflandıramıyor gibidir; sözlük bu kavramı “içgüdüsel bir neşe anlatımı”na indirger. Ama gülmeyi içgüdüsel olarak nitelendirmek bizi hiçbir yere vardırmaz, çünkü bir grup insanın gülünç bulduğu şeyi bir başka grup yalnızca aptalca ve çocukça bulabilir. Herkes güler, ama son derece farklı şeylere. Bu yüzden, sonuçta, sözlük tanımı bize pek de fazla bir şey söylememektedir.[21]

Barry sandres, “ Kahkaha’nın Zaferi”nde gülme için “Elbette gülme sevgi ya da nefret gibi beden yoluyla dile gelir. Ama gülme durumlara ilişkin son derece güçlü -bazen insanı kasılmaya benzer bir hale sokacak kadar güçlü- tepkiler yaratır. En ince söz oyunu, en incelikli espri -en zarif işlenmiş duygusal olay-bu gülme patlamasına yol açabilir. Tek bir atomun ayrılışının milyonlarca hızlı patlama şeklindeki zincir tepkimeyi başlattığı nükleer füzyondan daha iyi bir benzetme düşünemiyorum. Birçok kişiye göre, bu belki de modernitenin en ürkütücü ve en çarpıcı imgelerinden biridir.”[22] diyerek ilginç bir benzetme yapar. Kimi bilgeler insanı, kısa tanımlarla anlatmışlardır. “İnsan, konuşan hayvandır” denildiği gibi, “İnsan, gülen hayvandır” da denilmiş, konuşma gibi gülmenin de yaratıklar içinde salt insana özgü olduğu anlatılmıştır. Gülmek – ağlamak gibi – insanın en doğal psikofizyolojik belirtilerinden biridir. İnsanın ağlayarak doğmasını – yani ağlama sesi çıkarmasını – eski bilgeler, ölümsüz mutluluk dünyasından ölümlü acılar dünyasına gelişinden duyduğu acıdan olduğunu söylemişlerdir. Şu dörtlük de bunu anlatır :

Yâdında mıdır doğduğun günler 

Sen ağlar idin gülerdi âlem 

Bir öyle ömür geçir ki olsun 

Mevtin sana hande âleme mâtem (Doğduğun zamanı hatırlıyor musun? O zaman sen ağlarken herkes sevinçten gülüyordu. Öyle bir yaşam sür ki, bu kez sen ölürken, herkes senin ölümüne ağlasın!)[23]

Oysa bugün çocuğun doğarken ağlamadığını, birdenbire yepyeni bir başka fizyolojik ortama geçişinin tepkisiyle ağlama belirtisi gösterdiğini, bunun da ciğerlerine hava dolması sonucu olduğunu biliyoruz. Gülme, gülmece kapsamına giren olguların algılanmasıyla insanda beliren bir psikofizyolojik olaydır. Daha geniş olarak şöyle diyebiliriz: İnsanın, kendi toplumsal ortamındaki bir nedenin etkisiyle herhangi bir haz duyumu alması sonucu, bunun dışavurumu, gülme denilen psikofizyolojik bir belirtidir. Gülme eylemi, insanlara yakın düzeydeki köpek, maymun ve kimi ötücü kuşlarda çok silik izlerle görülürse de. bu gülme psikolojik değil, yüz kaslarındaki gerilme ve kıpırdama biçiminde salt fizyolojik belirti olarak kalır-, buna gülme denilemez. Salt insanlara özgü olan gülme, doğuştan sonraki 1-3 ay arasında belirir, gittikçe gelişir. Psikolojik bakımdan gülme, çok karmaşıksa da, fizyolojik bakımdan çok yalınçtır; beynin denetimi altında ve heyecan fizyolojisinin mekanizmasına bağlı bir belirtidir. Gülen insanın içinde bir boşalım, bir genişleme olur, bunun sonucu yüz kasları büzülür. Gülme daha artınca, karınla göğsü ayıran perdenin (diyafram) kasılmasıyla bütün göğüs devinir. Bu durumda “Gülmekten kasıklarım çatladı” denilir. Gülme daha da artınca kimi bezeler aşırı salgılar. Bu durumda “Gülmekten altıma işedim” denir.[24]

Prof. Dr. Rasim Adasal’a göre (Barış Gazetesi. 19 ve 26 Temmuz 1973) “Gülmede insan bilinç dışında olan ve moral benliğinin zoruyla baskıda olan bir şeyi salıverir.” Bu anlayışa göre gülme, ruhsal bir boşalımdır. Prof. Adasal, gülerek boşalımı şöyle açıklamaktadır : “Mutluluk duygusu veya haz doyumu halinde olan ve gülen bir insanın organizmasında fizik, heyecansal, ruhsal bir açılma ve bir ha yat canlılığı vardır. Mutlu insan iştahlıdır, mide-bağırsakları ve dolaşım işlemleri itibariyle dengelidir; ve bütün ruhsal fonksiyonları arasında ortak bir amaç işlemi vardır. Güldüren, coşturan, ve konuştuğu duygular ve düşünceler bu süre içinde insan ruhunu bir ucundan bir ucuna sarar; ve yüzünde birçok ünlü ressamların portrelerinde görülen özel bir neşe ve mutluluk ifadesi okunur. Rönesans dönemi ressamlarının (Madonna) larında, hatta çarmıha gerilmiş azizlerin yüzlerinde bu fizyonomi çok belirlidir. Bu bireysel olduğu kadar kollektif de olabilir. Kurtuluş savaşımızın mutlu sonucu ile Türk ulusunun her bireyinin yüzünde yansıyan sevinci, önemli bir kupa şampiyonluğunu kazanan kulüp taraftarlarının hareketli müspet heyecanları gibi… Aksine yine toplumsal ızdıraplann yüz ifadeleri de o derece canlıdır.O halde sevinmek, hoşnut olmak sevinç gözyaşları dökmek aynı zamanda duyusal (Affectif) çeşnili ruhun boşalması demektir. (…) Gülmek, istenilen koşullar altında ve sosyal bir belirti olarak boşalım yaptıran bir hal alabilir. Ailede veya aile dışında karşılıklı şakalaşmalar ve gülüşmeler geniş ölçüde kollektif gülmeler davet ederler. Eski İnkalardan kaynak alan Amerika yerlilerinde bazı psikologların yaptıkları incelemelere göre, bu insanlar kendi aralarında tabii bir şekilde neşelenerek güldükleri halde onları ziyaret edenler arasında uzun bir süre güvensizlik gösterirler; çok ciddi görünürler ve hiç gülmezler. Sonra yabancı ziyaretçinin kendi hayatlarına aykırı gelen hareketlerini konuşarak katılasıya gülerler. Demek ki gülmek bireysel olduğu kadar toplumsal bir boşalım (Deşarj) sağlar.”[25]

Gülmenin nedenleri o denli ayrı ve çoktur ki, bütün bunları bir tek nedende toplamak, hepsini bir kaynağa indirgemek imkansızdır. Bunun için tam tanımlayamasak da, yine de gülmeyi şöyle anlatabiliriz: Bir toplumsal belirti olan gülme, insanın hazlar algılamasından ve duyumlamasından doğan bir psikofizyolojik eylemdir[26]

NEDEN GÜLERİZ? 

Kierkegaard gibi kimi düşünürlere göre, iki düşünce arasındaki karşıtlık gülmemizin nedenidir. Maymun görünce gülmemiz, bize insanı ansıttığı halde insan olmayıp, onun karşıtı olan hayvan olmasındandır. Hele o maymunu insan gibi giyinmiş görürsek karşıtlık daha da ortaya çıkacağından gülmemiz artar. Hobbes’a göre, “Gülme, birden bire duyulmuş bir gururdur.” Örneğin sağlam bir insanın çolak birini ya da bir kamburu görünce gülmesi kendi bütünlüğüne karşı birdenbire bir gurur duymasından doğmaktadır. Spencer’e göre “Gülmek, sinirsel gücün doğal yatağından birden bire saparak yeni bir yola girmesidir.” Bu tanımlamasıyla birlikte karşıtlar kuramını da benimseyen Spencer görüşünü şöyle açıklıyor : “Karşıtlık iki türlü olup biri hafif bir bilinçten şiddetli bir bilince doğru yükselir; öbürüyse şiddetli bir bilinçten hafif bir bilince doğru düşer.” Yüksek düzeyde bir müzik konserinde dinleyicilerden birinin yüksek sesle esnemesi ya da aksırması, güzel bir şiir dinlenirken ordaki çocuklardan birinin “Anne, karnım acıktı!” diye bağırması, gülüşmeler yol açar. Çünkü müzik ya da şiir dinleme olgulanyla dolu bulunan bilinç, birden bire anlamsız olan başka bir olayla (esnemek, aksırmak, çocuğun bağırması gibi) karşılaşınca artık eski yatağında akamadığı gibi, yeni olguyla uyanmış olan şiddetli bilinci meşgul edecek bir nitelikte olmadığından birden bire artık kalan sinirsel güç hemen kaslara boşanarak gülmeyi ortaya çıkarır.[27]

İnsan Hangi Koşullarda Güler?

Ruhsal hastalıkları olanların gülmeleri bile, hasta kişiliklerinin dünyasıyla yaşam boyunca süren ilişkilerinin bir baskıdan kurtulma, bir boşalım için bir anlatımı, bir dışa vurumudur. Ne var ki, beynin denetimi olmadığından ya da bu denetim yeterli olmadığından bu dışa vurumlar dengesiz ve aşırıdır. Bu konuda Prof. Dr. Rasim Adasal şöyle yazmıştır :(Barış, 19 Temmuz 1973) “Hiç gülmeyen insan kadar, gereğinden fazla ve uluorta olarak aşırı gülen insan da normal sayılamaz. Melankolik bir hastanın derin iç üzüntüsünü ifade eden nöbetli hıçkırıkları kadar, hiçbir amaca ve manaya bağlı olmayan genç bir şizofren hastanın da gülmeleri marazidir. Nöbet halinde aşırı ve ölçüsüz gülmeler beyinde bir özel gülme merkezini düşündürmüştür. Yukarıda belirttiğimiz gibi, erken bunamanın ilk dönemlerinde birçok hastalarda dengesiz ve karşılıksız gülmeler görülür. (…) Ancak her heyecan gülme yaratmadığına göre, heyecanın tipi ve şekliyle gülme yüz ifadesi arasında bir özellik olsa gerektir. Beynin ruhsal kontrolü insana göre kamçılayıcı veya dizginleyicidir. Böylece beynin belirli bölgelerinde şu veya bu bozuklukları olan kişilerde gülme – ağlama dengesinin yeterli derecede kontrol edilmemesi de ölçüsüz ve etkisiz gülmeler ve ağlamalar olur.” Başından beri inceleme konumuz, beyin denetimi yetersiz hastaların patolojik gülmeleri değil, sağlıklı gülmelerdir. Ama ruh hastalarında ki denetimsiz gülmeler bile, bir dışavurum, bir boşalımdır.[28]

Hareket Komiği

Dikkatle gözlemlersek, bütün güldüğümüz kimselerin, güldürü ve gülmece kahramanlarının topluma uyarlanamayan. toplumdaşı yada bir yanlarıyla bir oranda topluma uyarlanamayan kişiler olduğunu görürüz. Dünya gülmecesinin büyük kahramanlarından Don Kişot başta olmak üzere Moliere oyunlarının bütün kahramanları, yerli gülmecelerimizde Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i, Zübük, topluma uyarsız kişilerdir. (Zübük, topluma çok iyi uyarlanmış bir tip gibi görünürse de, gerçekte genel olarak topluma değil, toplumun ancak bir egemen zümresinin gidişine kendini uyarlayabilmiş, ama toplumca yadırganan bir kişidir.) Ayağı kayıp düşen insana genellikle gülünüyor. Oysa bu insan kendi isteğiyle yere çömelmiş olsaydı gülünmeyecekti. Çömelmek yavaş yavaş olur. Oysa birden bire düşülür. İnsan, birdenbire düştüğü için mi gülüyoruz? Ama kalp durmasından bir insan birdenbire yere düşse ona gülünmez. Öyleyse düşene gülünmesi, birdenbire düşmüş olmasından değildir.[29]

Bir insanın yürürken düşmesi yada bir yere çarparak yuvarlanması, o insanın şapşallığını, bir bakıma kendini topluma uyarlayamamasını gösterir. Topluma uyarlanan insan, her an uyanık, hep tetikte olmalı, adımını attığı yeri görmelidir. Böyle olmayıp da düşen, yürürken adımlarını makine gibi atıyor demektir. Makine biteviyeliğinde, makine düzeninde adımlarını attığı için de önüne çıkacak her değişik duruma, engebelere göre ayaklarını ayarlayamamakta, bunun sonucu olarak da düşmektedir. Biz onun makineyi taklit etmesinden, makine gibi hareket etmesinden doğan bu aptallığına gülmekteyiz. Burada insanı güldüren hareket komiğidir.[30] Düşene gülünmesini, Bergson’un hareket komiği kuramıyla açıklasak da, düşen birine gülünmesinde Hobbes’un gülmenin nedenini açıklayan “birdenbire duyulmuş gurur” kuramını da doğrulamamak olanaksızdır. Düşen birinin mekanik komiğine gülünürken, bilinçaltında “Aptal düştü, ben düşmeden yürüyebiliyorum!” diye insanın kendini beğenmişliği, üstün olma avuntusu elbette vardır. Hareket komiğinin en yalıncı olan düşmeyi, çocuk seyircilerini güldürmek isteyen sirk palyaçoları çok kullanırlar. Palyaço çok kez, ayakları birbirine dolanarak düşer ki, onun bu aptallık gösterisi karşısında, seyircileri düşmemiş olmanın avuntusunu duysunlar. Düşmek, her zaman güldürücü bir olaydır; ama Don Kişot gibi yıldızlara bakarken düşmek büsbütün güldürücüdür. 

Ziya Paşa’nın,

“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim

Gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde”

(Nice acemi gökbilimci, gökte yıldız ararken, dalgınlıkla yolu üzerindeki kuyuyu görmez) diye anlattığı işte bu durumdur.[31]

Karakter Komiği 

Bir insanın toplumca yanlış sayılan bir düşünceye saplanarak topluma uyarlanamamasıyla yolda giderken düşmesi arasında, esasta büyük bir ayrım yoktur. Topluma uyarlanamayan, toplumun gidişine ayak uyduramayan da, başını gerçekler dünyasının sertliğine çarpıp gülünçlüğe düşen kişidir. Yolda yürürken düşen maddi bir engele, toplumun gidişine uyarlanamayan saplantılı kişi de manevi bir engele çarpıp düşüyor demektir. Biri mekanik komiği, öbürü karakter komiği olan bu ikisi arasındaki ayrım, mekanik komiğin yalınç oluşuna karşılık, karakter komiğinin ruhun derinliklerinde organikleşmiş bir tebelleş düşünüden (sabit fikirden) doğması dolayısıyla çok karmaşık oluşudur. Hareket komiği düzdür, yalınçtır; oysa karakter komiği, tebelleş düşünün insan psikolojisindeki organik gelişiminden ötürü her an yeni yeni  renk renk gülünçlükler gösterdiğinden çok zengindir.[32] Sürekli okuduğu ve gerçek diye inandığı şövalye macera romanları kahramanlarının büyüsüne ve çekiciliğine kendisini kaptırıp, günün birinde kendisini de bir şövalye sanan Don Kişot, manevi engellere çarpıp yuvarlanan, topluma uyarlanamayan, şövalye ahlakı tebelleş düşünüsünden kendini kurtaramayan bir kişidir. Kırlarda gezerken bir tepede, iri kolları devinen büyük bir şey görür. Çevresine, ortamına uyarlanan kişi, gördüğü şeyin ne olduğunu gözlemlerine, algılarına dayanarak anlamaya çalışır; ama Don Kişot okuduğu şövalye romanlarının etkisiyle, nasıl olsa yolu üzerine bir devin çıkacağı saplantısına kendisini kaptırdığından, ona, karşısına ilk çıkacak her iri, her büyük şey dev görünecektir. O, kesinlikle bir dev görmek zorundadır. Hayalindeki dev, herhangi bir görüntüde cisimleşmelidir. Topluma uyarlanmış kişi, eşyaya göre düşünceler edinirken, topluma uyarlanamayan Don Kişot düşüncelerine göre eşya yaratmaktadır; gördüğüne göre düşüneceğine, düşündüğüne göre görmektedir.[33]

Şarlo (Charles Chaplin) ilk filmlerinde, özellikle sessiz, sonraları da sözsüz filmlerinde daha çok mekanik komiğe önem vermiş, makineyi taklit eden, makineleşen (topluma yabancılaşan) makine insan rolleri yapmıştır. Sonraları çevirdiği filmlerdeyse hareket komiğiyle birlikte karakter komiği de yaratmıştır. Herhangi bir karakter, toplumsal ve doğal yaşamı sürdüğü sürece gülünç olmaktan kurtulmuş demektir. Bir karakterin gülünçlüğe düşmesi, toplumsal yaşama karşı katılaşması, ona uyarlanamamasıyla başlar. Bir karakterin gülünç olması için, iyi ya da kötü olmasının hiç önemi yoktur. İyi bir karakter de, toplumdışı yönleri varsa gülünçtür. [34]

Saçmanın Mantığında Gülmece

Gülmecenin gizini çözmeye, mekanizmasını, yapısını anlamaya çalışan bilginlerin, düşünürlerin her biri gülmeceyi bütünüyle değil, zorunlu olarak bir yada bir iki yanından görebilmişlerdir ve kendilerine yakın olan gülmece türünü, biçimini açıklamışlardır. Bu da doğaldır. Her çağda, her yerde, yaşamın bütün alanlarına dağılmış ve çok değişik biçimlerde görünüşleri olduğu için, gülmece ayrı ayrı görünüşlerinden birine göre açıklanmıştır. Bütün bu açıklamalar, gülmecenin görünüşlerini anlamamız için yararlı olmuştur. Gülmecenin bir açıklanması da, saçmanın mantığı üzerine kurulu olduğu kuramıdır. Hiç kuşkusuz, gülünç olan başkalarına da gülünç görünen, ama gülünç olduğunu kendisi bilmeyen kişinin de kendine özgü bir mantığı vardır. Bu mantık, kendi dışındakilere saçma gelse de, gülünç olduğunu kendisi bilmeyen kişi için saçma değildir; yada şöyle diyelim, o saçmanın ona göre bir mantığı vardır. (Bir güldürü kahramanının özellikle gülünçlük yapmaması, rolünü, gülünç olduğundan habersiz olarak oynamasının gerektiği üzerine,Müfettiş’ in yazarı Gogol’ün, bu oyununun nasıl oynanacağını anlatan önemli bir yazısı vardır. Gogol, bu yazısında, gülünç olanın gülünçlüğünden habersiz, kendine özgü bir mantığı olduğunu açıklar.) [35]

Ulusların gülmece anlayışlarındaki ayrımları ise, Prof. Dr. Rasim Adasal şöyle anlatmaktadır  (.Barış, 19 Temmuz 1973): “Fakirliklerine ve birçok yoksunluklarına rağmen bazı memlekette yaşayanlar kolay ve sık gülerler. Oysa Avrupa’nın kuzey insanları (İngilizler gibi) refah içinde ve demokratik bir rejim altında yaşadıkları halde daha az gülerler; hafif gülümserler. Bir tren yolculuğunda kompartımanımızda az konuşan ve güldürücü konuşmalarımıza gerektiği kadar katılmayan, ve ilgisiz görünen bir yolcunun su veya bu ulusa mensup olduğu yargısına varılabilir. Ancak bu ne marazi bir haldir yani hastalıktır, ne de rahatsızlık ifadesidir.”[36] Dünyanın birçok yanlarına dağılmış olan Çingenelerin de güleç kişiler oldukları göze batacak denli bellidir. Kimi ırk ya da uluslardaki bu çok belirgin gülmeler, ulusal ve ırksal bir özellik olmaktan çok, onların çok uzun yıllar boyu içinde yaşadıkları ekonomik ve toplumsal koşulların yarattığı birikimin kuşaklardan kuşaklara geçmiş kalıtı, görüntüsü olmalıdır. Bir durgun suya atılan taş, nasıl suyun yüzeyinde gittikçe genişleyen ve belirtisi gittikçe azalıp sonunda yiten halkalar çizerse, nasıl bir radyo vericisinin havaya gönderdiği sesler gittikçe genişleyen küreler olarak yayılırsa, gülmece de insanlara böyle yansır, insanları böyle etkiler. Suyun yoğunluğunun, taşın ağırlığının, halkaların derinliğini ve sürmesini etkilediği gibi. İnsanların gülmecelerden etkilenme oranı da değişik koşullara bağlıdır. Toplulukların yaşadıkları ülkenin iklimi, coğrafyası bile, gülmecenin doğmasında, üremesinde, kendilerini etkilemesinde değişiklikler göstermekte, ayrımlar yaratmaktadır. Çok kez yalnız bir ulusça, yalnız bir toplumca, yalnız bir toplulukça bilinen öyle ortaklaşa düşünce, nükte, alay vardır ki, bu bilinmedikçe, onun içinde bulunduğu gülmeceyi başkaları anlayamaz. Kimi gülmece yapıtlarının, gülmece fıkralarının bir dilden başka dile çevrile-memesinin başlıca nedeni budur.[37]

Bergson’a göre de, bizi güldüren şeylerin ulusallıkla ilişkisini görmeyenler, hu konuda soyut düşüncelere kapılarak gülmenin nedenlerini yanlış göstereceklerdir. Gülmeyi, doğal ortamı olan ulusal yaşamda görmedikçe anlayamayız. Gülmeceyi yaratış, sonra da anlayış ayrımları, kültür ortaklıkları olan ya da yaşama koşulları az çok birbirine benzeyen uluslar arasında daha azdır. Bu ayrım yalnız uluslar arasında değil, aynı ulusun ayrı bölgesinde yaşayan – yani yaşam koşullan değişen – insanları arasında da vardır; aynı ulusun, aynı bölgesinin kültür düzeylerinde ayrım bulunan insanları arasında da vardır. Ayrı ayrı iş dallarında çalışanlarda, ayrı uğraşlarda toplananlarda bile, yine yaşam koşullarının yarattığı karakter ve anlayış birliği nedeniyle, gülmece yaratma ve gülmece anlamada ayrımlar görülür. Bir ulusta en kalın çizgisiyle en çok görülen özellik demek olan ulusal karakterler de gülmece oklarının hedefi olmuşlardır. Örneğin. İskoçyalıların eli sıkılığı, İrlandalıların ve Marsilyalıların abartmacılığı, Türklerin boş vermişliği ve yavaştan alışları, Yahudilerin paracanlılığı, İngilizlerin ağırkanlılığı, Gürcülerin dalgacılığı, İtalyanların avareliği, Almanların aşırı disiplinciliği gibi, genel ulusal karakter üzerinde -ki bunlar da dünya toplumuna uyarsızlık demektir- gülmece fıkraları uydurulmuştur. İş dallarının, uğraşların, mesleklerin bile karakter oluşturduğu gerçektir. Her mesleğin halka yararlı olmak için ortaya çıktığı açıkken, kimi meslekten olanlar zamanla, halkın kendileri için var olduğunu sanmaya başlarlar; kimi politikacılar, kimi askerler, kimi din adamları böyledir Moliere, Tartuffe komedisinde bu türlü din adamlarını. Zoraki Tabipte (Le Medicine Malgre) bu türlü hekimleri, Çapek de Şvayk romanında bu türlü asker ve askerliği alaya alış, onların gülünçlüklerini, mesleklerin gerçek amacından saptırılmasını ortaya koymuşlardır.[38] Her mesleğin ancak kendi ortamında öğrenilen ve ancak kendi ortamında geçerli olan bir mantığı vardır. Bu mantık, o ortamdan başka her yerde yapmacık ve sahte olduğu için gülünç olur. Örneğin kışladaki askerliği evde, okuldaki öğretmenliği sokakta, mahkeme kürsüsündeki dili gazinoda, cami vaazını stadyumda sürdürmek, gülmecenin konusu olur. Görülüyor ki, yalnız ulusların değil, ayrı ulustan ayrı bölge insanlarının meslek topluluklarının bile gülmece yaratmalarında ve gülmeceden etkilenmelerinde ve gülmece oklarına hedef olmalarında ayrımlar vardır. Bu ayrımların tek nedenden ileri geldiğini sanmak yanlış olur Çünkü yaşamın derinlerinde olan bir değil, birçok karmaşık nedenler vardır. Örneğin Fransızların gülmeceye aşırı düşkünlükleri ne ve birçok gülmece yazarı yetiştirmiş olmalarına karşılık, neden komşuları Almanların gülmeceleri güçsüzdür, neden Almanlar büyük gülmece yazarlarından yoksundurlar? Bu soruları cevaplandıran aşağıya aktaracağımız yazı, bu nedenlerin nice derinlerde ve karmaşık olduğunu gösteriyor[39]

“Bütün Avrupa’da, İtalya, İngiltere, Hollanda’da olduğu gibi, Fransa’da ve Almanya’da insancı düşüncenin (Akılcı olsun, deneyci olsun) gelişimi, ülkenin iktisadî gelişimine, yani ticaret ve sanayi burjuvazisinin gelişimine sıkı sıkıya bağlı oldu. Tiers Etat’nın varlığı ya da yokluğu toplumda insancı ya da mistik yazarların durumunu da belirledi. Fransa’da insancı ve akılcı yazarlar, halklarına ve tüm ulusa organik bağlarla bağlıydılar. Halklarına katılıyorlar, halklarının düşünce ve duygularını anlatıyorlardı, […] bir Montaigne, bir Racine, bir Decartes, bir Moliere, bir Voltaire ülkelerinin ve çağlarının en yetkin anlatımlarıdırlar. Yazılarının arkasında, ulusun tüm kültürlü bölümü vardır, bu yüzden saldırıları tehlikeli, yergileri dokunduğu her şey için öldürücüdür. Eski bir atasözü Fransa’da “gülünçlük öldürür” derken bu durumu pek güzel anlatır.[40]

Almanya’da durum taban tabana karşıttır. Toplumsal ve iktisadî gelişmenin gösterdiği büyük gecikme, iki yüz yılı aşkın bir süre boyunca güçlü bir ticaret ve sanayi burjuvazisinin hemen hiç olmayışı insancı ve akılcı güçlü düşünce akımlarının filizlenmesini engelleyince. Almanya her şeyden önce mistikliğe ve duygusal ve sezgisel taşlamalara açık oldu. Bu yüzden ülkede kendilerini çevreleyen halkla, toplumla gerçek ilişkileri olan insancı ve akılcı yazar ve düşünürler ortaya çıkmadı. (…) Bu açıklamayla ilgili bir başka belirleme: Anlattığımız şeyler Almanya’da yergici ve güldürücü yazarların neden çok az olduğunu açıklar. Gülmek, diyordu Bergson, tümüyle aydınca bir tutumdur. Gücül olarak yenilmiş, yakılmış olana gülünebilir ancak; gelecek açık olduğu zaman, bütün halk insanın arkasında olduğu zaman gülünür. Bu yüzden gülmek, aşağı yukarı ulusal bir özellik oldu Fransa’da. Bu nedenle Alman akılcıları ve insanları hiç gülmediler. Kavgaları çok trajikti, durumları çok yalnız ve çok sıkışıktı. Topluma ve bütün halka karşı bir kavgada tek başlarına yükümlenmiş olarak, gittikçe kendi zayıflıklarını, rakiplerinin güçlülüğünü gördüler; gülmek onlarda bir tedirginlikti; bir Alman insancısı gülerse, yergisi trajik bir ses kazanır.”[41] Lucien Goldmann, Fransa’da olduğu gibi, Almanya’da ticaret ve sanayi burjuvazisinin olmayışı ya da iki yüz yıl gecikmesi yüzünden, insancı ve akılcı (hümanist ve rasyonalist) akımların da geciktiğini anlatan bu yazısında, neden Fransa’da gülmecenin gelişip de, Almanya’da gelişmemiş olduğunu da açıklamış oluyor. Fransız yazınının gülmece zenginliğinin ve Alman yazınının da gülmece yoksunluğunun tek nedeni bu olmayabilir, ama önemli ve baş neden bu olmak gerekir. Aynı yöntemi Türkiye’ye uygularsak, yani akılcı ve insancı düşünce akımlarının gelişmeyişinin bir ülkeyi gülmeceden yoksun bırakması gerektiğini Türkiye için düşünürsek, yanlış bir sonuç elde ederiz. Sanayi ve ticaret burjuvazisinin oluşmakta gecikmesi yüzünden insancı ve akılcı düşün akımlarının doğmaması nedeniyle gülmece doğmamış olsaydı, Türkiye’nin gülmeceden çok yoksun olması gerekirdi. Oysa Türk halkının çok zengin gülmecesi olduğu, aydınlar düzeyinde de zengin bir gülmece edebiyatı olduğu ortadadır. İki durum, Almanya ve Fransa için uygulanan yöntemin yanlışlığını göstermez, Türkiye’deki gülmece zenginliğinin başka nedenlerden doğduğunu gösterir. Bir ulusun gülmece zenginliğini ya da yoksulluğunu. Lucien Goldmann sınıfsal nedenlerle açıklamaktadır. Türkiye’de de gülmecenin zenginliği, yine sınıfsal nedenlerle açıklanabilir. Ancak, Fransa’da, iki yüz yıl gecikerek de Almanya’da burjuvazinin egemen sınıf olması yolundaki savaşından doğan gülmece, Türkiye’de başka sınıfların, ama yine de egemenlerle halkın savaşımı sonunda doğmuştur. Görülüyor ki, bir ulusun gülmece zenginliğinin ya da yoksunluğunun nedenleri oldukça karmaşıktır. Bir parçasını aktardığımız bu yazıdan, gülmece yazarlarının halklarına ve tüm uluslarına organik bağlarla bağlı olması, halklarına katılmaları, onların düşünce ve duygularını anlatmaları, halkın gülmece yazarıyla birlik olması gerektiği gibi doğruların ortaya çıktığını da görüyoruz.[42]

Beyin Vücut İletişimi ve Mizah

Vücudun karmaşık bir iletişim sistemi vardır. Vücuttaki bütün hücrelere gelen ve diğerlerine giden devamlı bir bilgi akımı vardır. Vücuttaki bütün organ sistemleri bu iletişim sistemi ile birbirlerine bağlanmıştır. Bu iletişim sisteminin elemanları aşağıda kısaca ele alınmıştır.[43]

Ligantlar: Vücuttaki mesajları taşıyan ve transfer eden bağlardır. Ligantların taşıdığı mesajlar çok değişik özelliklerde olabilir. Bunlar; ‘Nefes alma gibi basit ya da ‘kıpırdama önünde yılan var’ gibi karmaşık uyaranlar olabilir. Ligantlar beyinde ne olduğunu vücuda, vücutta ne olduğunu beyne haber verir. Aynı zamanda amino asitler ile hücrelerin iletişimini sağlarlar. Üç temel ligant; nörotransmitterler, steroidler ve pepditlerdir.

Nörotransmitterler: Beyin içinde ve sinir sistemi boyunca bir nörondan diğerine bilgiyi taşıyan en küçük yapıdaki ligantlardır. Etki mesafesi kısadır komşu nöronlar arasında mesaj taşır.

Steroidler: Kolesterolden hormon türlerine dönüştürülmüş maddelerdir. Hormonlar bu doku tarafından üretilir, kan yoluyla uzak mesafeli hedef organa ulaşır. Bu ligantlar için reseptörler endokrin sistemde, beyinde ve bağışıklık sisteminde bulunur.

Peptitler: Protein yapısında olan bu maddeler bilginin depolanmasında ve bu bilginin vücutla iletişiminin sağlanmasında etkendir. Bunlar hem komşu organlara hem de vücudun bütün organ sistemlerine ulaşırlar.

Reseptörler: Hücre membranında yer alırlar ve ligantlardan gelen mesajları kabul ederler. Her hücre üzerinde on binlerce reseptör vardır. Her reseptör belli ligantları kabul edecek şekilde dizayn edilmiştir, örneğin hücre üzerinde 10.000 opioid reseptör olabilir. Bu, herhangi bir opioid taşıyıcı peptidin herhangi 10.000 reseptöre iletilebileceği anlamına gelir. Bir peptit reseptöre bağlandığında, peptitin taşıdığı mesaj reseptöre aktarılır. Bundan sonra peptit reseptörden ya ayrılıp mesajı iletmek üzere yoluna devam eder ya da vücutta yeniden işlem görür. Reseptörün aldığı mesaj hücreyi belirli bir şekilde değiştirir. Hücrede bazı fizyolojik akti-viteler başlar ve bu da bir olaylar zincirini doğurur. Hücreye gelen mesaj belirli bazı proteinlerin sentezi ve kan dolaşımına gönderilmesi olabileceği gibi bölünmeye başlaması da olabilir. Hücre ayrıca kendi peptitlerini yaratarak beyne mesaj gönderir. Bu, organda problem olduğu mesajı da olabilir. Daha önceleri vücudun sistemlerinin bağımsız olarak çalıştığı düşünülmekteydi, ama peptit ve reseptörler üzerine yapılan araştırmalar sonucu bilim adamları peptit ve reseptörlerin organlar ve sistemler arasında bağlantı kurduklarını anladılar.[44]

Beyinden Vücuda 

Bedenimiz üzerindeki kontrol ve etkimiz konusunda kendimizi küçümsüyoruz. Bizler kalbimizin, midemizin kendiliğinden çalıştığını ve onların üzerinde bir kontrolümüz olmadığını düşünüyoruz, oysa yapılan araştırmalar bunun tam aksini gösteriyor. Duygularımızın oluşum mekanizması ve değiştirilebilme kapasitesi hakkında pek fazla bilgiye sahip değiliz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz birçok korku, öfke, sevinç duygularının aslında taklit yoluyla öğrendiğimiz, belki de bir başkasının duygulanımları olduğunun farkında değiliz. Ne güzel ki duygulanımlar ve duyguların dışa vurumları yeniden öğrenilebilir, öğretilebilir, değiştirilebilir. Kontrolümüz altında olmadığını düşündüğümüz duygu ve düşüncelerimizi açığa çıkarmak ve olumsuz duyguların yaratacağı çöküşü yaşamaktan kurtulmak için yollarımız var. Gülmeyi kullanarak düşüncelerimizi, duygularımızı ve algılarımızı değiştirebiliriz.[45]Bizler özellikle baş edemeyeceğimize inandığımız durumlar ve anlarda stresin yarattığı olumsuzluklarla karşı karşıya geliyoruz. Stresli iken algılarımızı kapatıyoruz ve bundan bağımsız olarak yaşamaya başlıyoruz. Bu da bize değersizlik hissi vererek içinde bulunduğumuz stres döngüsünü iyice koyulaştırıyor. Diyelim ki bir partiye gittiniz. Şıksınız ve etrafınızdaki herkes sizinle ilgilenmek için sırasını bekliyor. Yanınızdan geçen sakar biri üzerinize içki döküyor ve etrafınızdakilerin gülmelerine maruz kalıyorsunuz. Parti daha yeni başlamış ve siz sabaha kadar eğleneceğinizi hayal ederek oraya gelmişken, birden kendinizi kötü hissedip partiden ayrılmak istiyorsunuz. Size gerçekten yardımcı olmak isteyen arkadaşlarınızı azarlıyorsunuz ve arabanızı kullanırken öfkelisiniz. Eve geldiğinizde ailenize kötü davranıyorsunuz, belki de ertesi gün partideki hiç kimse ile karşılaşmak istemiyorsunuz. Bu aksiliğin etkisini birkaç gün üzerinizden atamıyorsunuz. Bu belki basit bir örnek ama yaşanılan böylesi bir olumsuz durum sizin birkaç saatinizi, birkaç gününüzü ya da birkaç haftanızı kendinizi kötü hissederek geçirmenize neden olabiliyor. Eğer orada kendinize gülmeyi başarabilseydiniz, diğerleri ile gülebilseydiniz belki de o parti anılarınız arasında katıldığınız en çılgın ve eğlenceli parti olarak kalacaktı.[46] İşte bu noktada kötü hissettiğiniz böylesi durumları, gülme ile nasıl değiştirebileceğinizin fizyolojik açıklaması: Gülme, peptit havuzuna değişik kimyasallar salgılama potansiyeline sahiptir. Gülme peptit akımını değiştirerek daha olumlu hatıraları, kendimizle ve başkaları ile ilgili daha olumlu duyguları tetikleyebilir. Stresli durumu bir çöl olarak hayal edin ve onu geçmeye çalıştığınızı düşünün. Hava çok sıcak ve ter içindesiniz, aşırı derecede susamışsınız ve kendinizi güçlükle taşıyorsunuz. Birden gülme bir vaha gibi karşınıza çıkıyor, serin havuza kendinizi atıp tazeleniyorsunuz. Çölü geçmek için yolculuğunuza yine huzur içinde tazelenmiş bir insan olarak başlıyorsunuz. Adımlarınız hafif ve daha enerjik; kendinizi yaratıcı hissediyorsunuz. Bütün umutlarınız yeniden yeşermiş. Nasıl bazen ağlamak bize stresli durumla daha iyi baş etmemiz konusunda yardımcı olursa, gülme de aynı etkiyi yapar. Her ikisi de emosyonların birikmesinin önüne geçer ve peptit akımını sağlar, birinde ağlayarak o duyguyu boşaltırsınız, diğerinde gülerek…[47]

Eskiden otonom sinir sistemimiz tarafından yönetilen kalp hızı, vücut ısısı gibi fonksiyonlarımız üzerinde insanın kendisinin hiçbir fonksiyonu olmadığı düşünülürdü. Ancak son deneyler, bir insanın bu tür vücut fonksiyonları üzerinde kontrolü olabileceğini göstermiştir. Candace Pert, Emosyon Molekülleri (Mollecules of Emotion) adlı kitabının “Hissettiklerimizi Niçin Hissediyoruz” bölümünde, bir insanın ellerinin sıcaklığını 5-10 derece yükseltme yeteneğinin olduğunu kayıt altına aldıklarını ve bu deneyimi yaşayan kişilerin vücutlarında gerçekleştirmiş oldukları bu değişikliğin farkında olduklarında, o anı düşünerek, aynı deneyimi fizyolojik olarak yeniden oluşturabileceklerinden bahseder.[48]Norman Cousins dirseğini kırmıştı; doktoru dirsek kanlanmasının az olduğu için iyileşme sürecinin uzun olacağından söz etmiş. Norman Cousins her gün 20 dakika süre ile dirseğine kan aktığını hayal etmiş. Sonuç dirseğinin rekor sürede iyileşmesi olmuş. Bu olay, bilincimizi fiziksel yapımızı değiştirmekte kullanabileceğimizi gösteren iyi bir örnektir. Mizahı anlamakta da bilincimizi kullanıyoruz. Mizaha verdiğimiz fiziksel tepki olan gülme, bedenimizde vücut sağlığımız için yararlı olan bazı değişiklikler olmasına neden olmaktadır.[49] Duygularımızı ifade etme şeklimiz başkaları ile iletişimimizde çok önem taşır, bu ifadelerin çoğu otomatik cevaplardır. Sevmediği bir yiyecek verilen çocuğun ifadesi iğrenmektir. Bunu anlamak ve değerlendirmek kolaydır. Duyguların mimiklerimizle ifade edilmesi, birbirimize uygun tepkiler vermemize olanak tanır. Yalnız bu duyguların ifadelerinin algılanması ve buna uygun tepki verilmesi her zaman bu örnekte göründüğü kadar basit değildir. Bir insan çok üzgün görünüyorsa, ayakkabısı ile ilgili şaka yapmak için uygun bir zaman olmayabilir ya da tam aksine bu onun ihtiyacı olan şey de olabilir. Yüz ifademiz duygularımızı sergileyebileceği gibi saklayabilir de. Duyguların ifadelerinin saklanmasına bir örnek olarak poker yüzü verilebilir. Poker yüzü deyimi, poker oyunu sırasında elleri ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olursa olsun, aynı yüz ifadesini koruyan insanlar için kullanılır. Bu kontrolün bir kısmı bilinçdışıdır, bir kısmı başka insanları seyrederek geliştirilebilir. Bazı insanlar mutlu bir yüz ifadesi takınmakta çok başarılıdır. Bu yetenek seyirciye duygularını yansıtmak için yüz ifadelerini kullanan oyuncular için çok faydalıdır, insani duyguları yansıtmak için hazırlanan bilgisayar programları, en zor hazırlanan türdür, insan yüzünde çok sayıda duygu yansıtan kas mevcuttur. Kasların gerçek simülasyonu ancak kafatası yapısı üzerindeki kasın hareketlerini, çene rotasyonunu ve cildin esneme ve katlanma özelliklerini taklit ederek yansıtılabilmiştir. Bu çalışmalar bize önemli bilgiler sağlamıştır.[50]

Araştırmalar yüz kaslarımızı özel ifadeler vermek üzere manipüle etmenin, ruh halimizi etkilediğini göstermiştir. Ruh halimiz gülmeye uygun olmasa bile gülerkenki yüz ifademizi kullanmak, gülüyormuş gibi yapmak vücudumuzda aynı duyguları yaratmaktadır. Bunun çok önemli bir güç olduğu ortadadır, eğer kendimizi daha mutlu bir ifade takınmaya zorlarsak, bu bir süre sonra daha mutlu hissetmemize yardımcı olacaktır, gülümser bir ifade takınmak da gerçekten gülümsememize bir zemin hazırlayacaktır. Ayrıca güldüğümüz zaman yüzümüzde oluşan mutluluk ifadesi, etrafımızdaki kişilerle iletişim kurmamızı kolaylaştırarak artı bir kazanç sağlar. Strack, Martin ve Stepper yaptıkları çalışmada deneklerden, bir kalemi ya dişleri arasında dudaklarına dokundurmadan ya da sadece dudakları ile tutmalarını istemiş. Bu hareketler yapıldığında oluşan yüz ifadesi, gülme sırasındaki yüz ifademizi sağlıyor. Bir kontrol grubuna da kalemi sadece elleri ile tutmaları söylenmiş, daha sonra deneklere karikatürler gösterilerek bunları ne derece komik buldukları sorulmuş. Kalemi dişleri ile tutanlar karikatürleri kontrol grubundakilere göre daha komik bulmuşlar. Araştırmacılar sadece yüz kaslarını manipüle ederek deneğin modunun değiştirilebileceğini ve gülmeyi simüle eden yüz hareketlerinin komiklik skalasını artırdığını saptamıştır.[51]

Vücut dilimiz de tıpkı yüz ifademiz gibi duygularımızı ifade etmemizi sağlayan otomatik bir reaksiyondur. Bir insanın yaşadığı duygulan duruşuna, hareketlerine, jestlerine bakarak ya da sesinin tonundan çok kolay tanımlayabiliriz. İletişim sırasında ağzımızdan çıkan sözcüklerin anlamından daha ziyade söylediklerimizi vurgulamak için kullandığımız beden dili akılda kalmaktadır. Bu durum, duyduklarımızdan daha çok gördüklerimizi hatırladığımızı göstermektedir. Birini dinlerken olumlu vücut dili kullanmak, dinlediğimiz insana ya da konuşmasına ilgi duyduğumuzu gösterir. Bir olaya ilgi duyuyorsak daha fazla hareket yapma eylemine gireriz. Düz ses tonu, kısıtlı hareketler ilgisizliğin işaretidir. Yine de başkalarının vücut dilini yorumlarken dikkatli olmak zorundayız, vücut dili durumlar ve kişiler arasında farklılık gösterir. Kolları çaprazlayan herkes kendini izole etmiş ya da öfkeli değildir. Toplantıda esneyen bir insan da her zaman sıkılmış olarak yorumlanamaz.[52]

Gülme ve Gülme Teorileri

Gülme fizyolojik bir deneyimdir. Belirli koşullar altında ritmik ve sesli bir şekilde gerçekleşen, kaslarımızın kasılıp gevşemesini sağlayan, farklı mimikler yaratmamıza, düzensiz iç çekmelerle solumamıza, yüzümüzün kızarmasına ve nemlenmesine sebep olan bir durumdur. Gülme, vücudumuzdaki birikmiş gerginliği ortadan kaldırır. Gülme, neşe ve mutluluk duygularını ortaya çıkarır. Neden güleriz? sorusuna cevap vermeye çalışan önde gelen üç teori; Üstünlük Teorisi, Uygunsuzluk Teorisi ve Rahatlama Teorisidir.[53]

Üstünlük Teorisi

Üstünlük teorisi, ilk olarak antik çağ düşünürlerinin öne sürdükleri bir teoridir. Günümüzde daha da geliştirilmiştir. Eflatun da buna benzer bir teori ileri sürmüştür. Üstünlük teorisine göre insanın kendini üstün hissettiği geçici durumlar ve eylem anlarında, belirli bir insan ya da karakterde kusur olduğu ya da ortada bir dezavantaj durumu olduğu için güldüğü ileri sürülür. Ünlü bir film yıldızının televizyonda gösterilen basın toplantısında yüzüne pasta atılması, gören herkesin gülmesine yol açar. Durumun ciddiyeti bozulmuş, bir dezavantaj ortaya çıkmış ve ünlü kişinin mükemmel duruşunda bir bozulma meydana gelmiş, durumdaki değişim seyircide bir üstünlük duygusu yaratmış ve bu da gülmeye yol açmıştır. Jose Antonya Jaureg’e göre; duyu organlarımızdan bize, durum ya da kişilerde bir kusur olduğu ile ilgili bilgi geldiği her zaman güleriz. Sosyal bir varlık olan bizlerde, yanlış bir iş yapıldığında hem kendimize hem de çevremizdekilere burada bir hata olduğuna dair sinyal verecek otomatik bir cevap mekanizmamız vardır, örneğin: Bir mezuniyet partisinde elbisenin üzerine sütyen giyen bir adamla karşılaştığımızda yani sosyal kalıpların üzerine çıkıldığında güleriz. Bunlar üstünlük hissini pekiştirir. Ben senden daha iyiyim reaksiyonudur. Gülme evrensel olsa da, gülmeye neden olan sosyal gaflar bir toplumdan diğerine büyük değişiklikler gösterir. Sosyal gafların ardından gelen gülme aynı zamanda bir cezalandırmadır. Benzer bir durumda karşımızdakilere kuralların bozulduğuna dair sinyal vermek isterken; ciddi bir hata yapan ve bu hatadan utanç duyan kişi için ise üzüntü duyarız. Yukarıdaki örnekte anlatılan suratına pasta fırlatılan kişi ya da elbisenin üzerine sütyen giyen kişi bizim yakın arkadaşımızsa onunla ilgili olarak üzülürüz. Bir kültürde aşırı gülmeye sebep olan olaylar, bir başka kültürde hiçbir tepkiye yol açmayabilirler.[54]

Uygunsuzluk Teorisi

Mantıksal alan ortadan kaybolduğunda ve normal şartlarda bir arada bulunmayan olaylar aynı anda ortaya çıktığında mizah doğar ve güleriz. Thomas Veatceh’in öne sürdüğü mizah teorisine göre; bir şeyin mizahi olarak algılanabilmesi için aşağıdaki üç öğenin olması gerekmektedir.

1- Yanlış (Y): Bir şeylerin yanlış olduğuna dair algı vardır. Bir olay olması gerektirdiğinin dışındadır.

2- Normal (N): Olayın gerçekte normal olduğu ve işlerin yolunda olduğuna dair bir algı vardır.

3- Eş zamanlılık (E): Yanlış ve normal aynı anda var olursa, kişinin kafasında aynı anda ortaya çıkarsa, bir uygunsuzluk bir başka uygunsuzlukla neticelenir, mizah oluşur ve gülme ortaya çıkar.[55]

Rahatlama Teorisi

Üstünlük teorisi ile uygunsuzluk teorileri, üstünlük ya da uygunsuzluk duygularının niçin böyle abartılı fiziksel reaksiyonlar oluşturduğunu tam olarak ortaya koymazlar. Freud tarafından ortaya atılan rahatlama teorisi, mizah ve gülme arasındaki bağlantıyı açıklamaya çalışır. Freud’a göre beynimizdeki bazı güçlü sansürcüler, bizi yasak düşüncelerden uzak tutmak için bilinçdışı bariyerler oluştururlar. Bu görüşe göre gülünç olan, yasak düşünce ve duygularımızla ilgili baskıları ortadan kaldırır. Sonuç olarak bir sinirsel enerji boşalması gerçekleşir. Bu enerji boşalımı zevk verici bir deneyimdir. Bunun kanıtı da gülmenin getirdiği iyi duygulardır. Bilincimiz, eğer mizah gibi bir amacımız olmasaydı, şakanın konusu olan yasak konu ile konuşmamıza ya da düşünmemize izin vermeyecekti. Freud mizahı, içsel sansürcümüzü atlattığımız bir yol olarak görmüştür. Sansürü bir şekilde kaldırdığımızda yasak düşüncelerle ilgilenmemize izin verilir. Ayrıca gülmenin; bu yasak konularda düşünmenin ve konuşmanın yarattığı sinirsel gerginliği giderdiği ileri sürülmüştür. Freud, genellikle şakaların çifte anlam içerdiğini söylemiştir. Toplum tarafından konuşulması hoş karşılanmayan kavram ya da cinsel şakaların genellikle o eylem ya da durumu ifade eden sözcük yerine, kabul gören başka bir sözcük kullanılarak konuşulması yaygındır. Bu şekilde bir konuşma, bunu dinleyen kişide kendi içindeki yasak isteklerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bunun nedeni sansürcülerin sadece yüzeysel anlamı algılaması, yorum-şakanın içinde saklanmış olan yasak istekleri görememesidir. Freud’un teorileri agresif mizah ve seks ile ilgili şakalar konusunda geçerli görülmektedir. Sansürcü teorisi ayrıca, bir şakanın ikinci kez dinlendiğinde neden o kadar komik algılanmadığını da açıklar. Geçen zaman içinde ya yeni bir sansürcü oluşturulmuştur ya da eskisinin kapsama alanı genişletilmiştir. Bir şakanın başkaları tarafından komik olarak değerlendirilmesindeki anahtar öğe, yeni olması, ilk defa duyulması ve sürpriz faktörü içermesidir.[56]

1960’lı yıllardan sonra gündeme gelen yeni teorilerden biri de, Robert Provine aittir. Laboratuvar ortamında gülme kaybolduğu için Provine araştırmacıları kamuya açık alanlarda dolaştırmış ve gülmekte olan insanların davranışlarını kaydettirmiştir. Araştırma sonucunda gülmenin büyük oranda şakalar ya da öykülere bağlı olarak ortaya çıkmadığı saptanmıştır. Gülmeye neden olan konuşmaların sadece %10 kadarı komik olarak değerlendirilmiştir. Bu açıdan gülmenin sosyal bir fonksiyon olduğunu ve gruptaki bireyler arasında bir bağ oluşturduğunu ileri sürmüştür. Gülmeyi yaratan öğelerden biri de gülmenin kendisidir. TV’de komedi dizilerine gülme dublajı yapılmasının nedeni de budur. Gülme bulaşıcıdır ve salgınlara neden olur. Buna bir örnek; Afrika’da manastırda yaşayan kızlar arasında başlayan gerginlik kıkırdama salgınıdır. Bu gülme salgını bir hafta sürmüştür. 1962 yılında Tanzanya’nın bir bölgesinde meydana gelen gülme salgını iki yıl sürmüş ve bine yakın kişiyi etkilemiştir. Salgın, gülme krizinin meydana geldiği 40 köy karantinaya alınarak durdurulabilmiştir. Kişiler, herhangi bir şey onları kızdırdığında, korkuttuğunda, üzdüğünde, sıktığında ya da strese soktuğunda, duygularını ifade etmek yerine, biriktirmeyi tercih ederler. Gülme, bu duyguları zararsız bir yoldan boşaltmak için iyi bir yöntemdir. Gülme, gerginliğin boşalmasına ve duyguların serbest kalmasına yardım eder. Stres altındaki insanlar, bu nedenle komik bir film izlemeye giderler ya da komedyen izlerler. ‘Gülme en iyi ilaçtır sözü de bu nedenle söylenmiştir, böylece insanlar sıkıntılarından kurtulmak için en iyi ilaç gülmeyi kullanmış olurlar.[57]

MİZAH NEDİR? 

Mizah (Arapça). Dilimizde eğlence, alay, şaka, latife gibi manalara gelmektedir. Güldürücü söz, durum veya davranış, fıkra, hikâye, resim ve karikatür de ba-zan aynı anlamda kullanılmaktadır. Mizah’ in başlıca gayesigüldürme’dir. Ayrıca düşündürebilir de. Güldürücü bir duruma, olaya, görünüşe veya düşünceye tuhaf veya komik denir. Mizah ile insanın ilişkisi mizaca, iklime, kültüre, dil ve âdetlere vb. göre değişir. Ancak mizah her zaman zekâ ile doğrudan ilgilidir. Mizahta güldürme esas olmakla beraber küçük görme bahis konusu değildir. Mizah ve şakanın biraz ağırı alay ve istihzaya götürür. İstihzada gizli ve iğneleyici bir alay vardır. Alay ve istihza’nın ötesinde ise hiciv bulunur. Hiciv’e küçük görme, küçük düşürme karışır. Burada tariz, terzil ve tezyif duyguları hâkim olur. Bu konuda batı dillerinde birbirinden ayrı muhtevaya sahip üç kelime vardır ki yeri geldikçe Türkçe’de de kullanılmaktadır. 

1.Hümur: Latince’den gelen kelime, “alışık olunmayan, normalin dışında kalan” davranışlardan, durumlardan veya olaylardan çıkan mizahı karşılar 2. Espri: Fransızca olan kelimenin bizdeki karşılığı nüktedir. Espride gaye bir kişiyi, bir düşünceyi, bir olay veya davranışı “gülünç-duruma sokarak veya gülünç yönünü belirterek başkalarını güldürmektir”. Bu sebeple espride bir “iğneleme” görülür, 3. İroni. Yunanca’dan gelen kelimenin Türkçe karşılığı alaya almak’tır. Burada da espride olduğu gibi bir “iğneleme” vardır. Ancak esprideki zekâ inceliği ve zerafetten uzaktır. Bazan çok kabalaşabilir ve incitici olur. Alaya alınan kimse küçümsenir, alayda ayrıca mübalağaya da yer verilir. Anglosaksonlar daha çok hümur’u. öbür batılılar espriyi tercih edip geliştirmişlerdir. Ancak Oscar Wilde İngiliz olduğu halde eserlerinde daha ziyade espriye yer verir.[58]

Bütün dillerde, sözlükler mizahı, birbirinden az çok ayrımlı olarak anlatsalar da, şu anlayışta hepsi birleşirler: Mizahta gülme varılır; gülme olmayan şey mizah olamaz. Mizahın kökeninde gülmeden başka bi şey aramak doğru olmaz. Ancak bu gülmenin oranı, kasıkları çatlayıncaya dek, katılırcasına gülmekten, bıyık altından gülmeye. gülümsemeye, belli belirsiz gülümsemeye (La Jacond gülümseyişi), gözlerinin içi gülmeye, dıştan hiç belli edilmeden içten gülmeye dek değişir; ama hepsi de mizahın kapsamı içine giren, mizahın konusu olan gülmedir. Böyle olduğu için de, daha Türkçe Sözlük’e girmemiş olmakla birlikte, Arapça mizah sözcüğünü kimi yazarlar “gülmece” olarak özleştirmişlerdir. Gülmece, mizahın Türkçeye çevirisi olarak bizce de uygundur. Bugüne dek pek çok düşünür, bilge, gülmecenin ne olduğu üstüne açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunlar incelenirse, çoklukla birbirine uymayan düşünceler olduğu görülür. Somut eşyanın kavramları üstünde bile kesin anlaşmaya varamadığımıza göre, gülmece gibi, toplumlara, sınıflara, uluslara göre ayrılıklar gösteren soyut bir kavram üzerinde anlaşmaya varmamız elbet daha çetindir. Gülmecenin birçok değişik tanımlarının yapılması da bundandır. Çünkü herkes kendi anladığı gülmeceyi tanımlamaktadır. Bu tanımların her biri bir tür gülmeceyi tanımlaması bakımından doğrudur, denilebilir.[59]

Gülmecenin değişik türlerde oluşu, ayrı toplumların ayrı koşullarda bulunmasından, aynı toplumda da ayrı sınıfların bulunmasındandır. Yaşam koşullan birbirine benzeşik toplumların halkları, birbirlerinin gülmecesini daha kolay anlarlar. Hangi ulusun, hangi sınıfın gülmecesi olursa olsun, işlevi güldürmedir; gülmecenin içinde güldürme öğesi (komik) bulunmalıdır. Kierkegaard, komik’i şöyle tanınılıyor : “Komik, yaşamın her aşamasında vardır, çünkü nerde yaşam varsa orda karşıtlık vardır ve nerde karşıtlık varsa orda komik vardır.” Thomas Hobbes, gülmeyi başkalarının ayağı sürçtüğü zaman bizim kendimizi güvende görmemizden doğan böbürlenmemiz, “âni üstünlük duygusu” diye açıklıyor.[60] Her tanımlamanın, tanımladığı şeyi sınırlamasından ötürü, sürekli değişmekte olan zaman içinde eksik kalabildiğini de düşünerek, yine de gülmeceyi en genel belirtisiyle tanımlamaya çalışalım ki, konumuzu inceleyebilelim : “Gülmece, seslendiği insanı, hangi oranda olursa olsun, sağlıklı olarak güldürebilen her şeydir.” Çünkü güldürmek, gülmecenin işlevidir. Gülmecede bulunabilecek her türlü niteliklerin. Görevlerin hepsi, güldürmek işlevinden sonra gelir. Bir oranda olsun güldürmeyen bir şey gülmece değildir. Gülmecedeki gülmenin sağlıklı olması çok önemlidir; çünkü sağlıklı olmayan gülmeleri doğuran etkenlerin hiçbiri, gülmece sayılamayacağından konumuzun dışında kalır. Gıdıklanarak bir insan güldürülebilir; ama bu sağlıklı bir gülme olmadığı için, gıdıklamak gülmece sayılamaz. İsterikler ağlama ve gülme nöbeti geçirirler. Başta şizofren denilen erken bunamalar olmak üzere belirli ruh hastalıklarında anlamsız, düzensiz, bitevi (kesintisiz) olan patolojik gülmelerin etkenleri ruhsal bozukluklar olduğu için, böyle gülmeleri doğuran etkenler de gülmece değildirler. Kanlı savaşların en yoğun çarpışmalarında sinirleri bozulup kahkaha atan askerler görülmüştür. Bu türlü gülmelerin kaynağı sinir bozukluğu olduğundan, savaşın bu gerilimi de gülmece olamaz. Güldüren haplar, mutluluk hapları, güldürücü gaz bombalan da, kimyasal maddelerin etkisiyle insanları güldürdüklerinden sağlıklı gülmeler değildir. Aptal gülüşler, yalancıktan gülmeler, yaranma gülmeleri de, daha bunlara benzer sağlıklı olmayan gülme etkenleri de gülmece sayılamazlar.[61]

Sağlıklı, gülmeceyi yaratan her şey gülmecenin kapsamına girdiğine göre; yazılı ve sözlü bütün gülmece eserleri, gülmece hikâye ve romanları, yergi, taşlama, alay, eğlenme, şaka. güldürü (komedi), güldürücü pantomim ve danslar, tersinleme, karikatür ve türleri, gölge oyunları (Karagöz vb.) kukla oyunları, gülünçleştirme (parodie ve argoda tiye almak, kaba gülünç (grotesque), güldürücü anekdot ve fıkralar, nükte (sprit), ters yansılama (Allegorie), eski ve yeni argodaki, dalga geçme, tefe koymak, maytap geçmek, gırgır ve bunlar gibi olan herşey gülmecenin içine girer. Görülüyor ki gülmece geniş kapsamlı, yaşamın her yanına yayılan bir sanat, bir iştir.[62]

MİZAH (GÜLMECE) VE YERGİ’NİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Batı Edebiyatında Gülmece ve Yerginin Gelişimi: 

Dünya var olalıdan beri her toplumda gülmece de vardır, yergi de. Hiçbir toplum bunun dışında değildir. Bir yerde kötülükler, haksızlıklar, kayırmalar, düzensizlikler varsa, o yerde, yerginin ve gülmecenin olması doğaldır. İlk çağlarda, yerginin de gülmecenin de acımasız olduğu bilinir… Toplumsal yaşamın gelişimiyle birlikte bunlar dolaylı söylemlerle yumuşatılmış, sözcükler daha da seçilerek kullanılmıştır. Böylece güldürü öğesi ağır basan komediler oluşmuş acıklı tiyatronun yerini gülmece almıştır. Eğiten, iğneleyen bazen de sertleşerek toplumu uyaran bir tür olarak gelişmiştir. Yunanlılar bunun öncüsüdür. Ortaçağ’da yaşayan sanatçılar, bu türü kullanarak haksızlıkları yapanlardan, kraldan ve kiliseden öçlerini almışlardır. Orta Çağda Kralı ve kiliseyi alaya alan öykücüler de gelişmiştir. Öykücüler, yazdıkları yapıtlara gülmece öğeleri de katarak onları yerden yere vurmasını bilmişlerdir. (Bizim anonim halk edebiyatımızda olduğu gibi. Keloğlan, İncili Çavuş…). O dönemi Aziz Nesin şöyle yorumlar: “Perikles’in yönetiminde Atina yücelmiş, kalkınmış, sonradan kötü yönetime düşerek halk yoksullaşmış, ezilmiş ve toplum çürümüştür… Halk çektiği sıkıntı içinde, eskiden yaşanmış mutluluğu anarak iyi bir geleceği özlemektedir. Ama bozuk bir düzen içinde yaşamakta ve bu bozuk düzeni iyice değiştirmek için de başkaldırmamakta, üstelik bozukluğa, kötülüğe de katılmaktadır. İşte Aristophanes, böyle bir ortam içinde yetişip ölümsüz komedyalarını vermiştir.”[63]

Mizah türünde dünyaca tanınmış yazarlardan bazıları şunlardır: Yunanlılardan Aristofanes ve Lukianos;Romalılardan Horatius; İtalyanlardan Boccacio: Fransızlardan Rabelais(1490-1553), Le Sage, Voltaire; İspanyollardan,Cervantes (1547-1616); İngilizlerden Chaucer, Shakespeare(1564-1616), Fielding, Willima Law, Jonathan Swift, Boswell, Charles Lemb, Jane Austen, Oscar Wilde; Almanlardan, WiIhelm Busch; Amerikalılardan, Mark Twain.[64]

Rabelais(1490-1553), Ortaçağdan Rönesans’a geçişte önemli bir isim olan François Rabelais, baba-oğul iki dev Gargantua ve Pantragruel’in maceralarını anlattığı beş ciltlik eseriyle Fransız ve dünya edebiyatına unutulmaz eserini vermiştir. Gargantua, bu külliyatın en tanınmış eseridir. Gargantua obur bir devdir. Eser, devin hayatını doğumundan başlayarak anlatır. Realizmi fanteziyle, Rönesans bilgeliğini müstehcen esprilerle buluşturur. Rabelais eseri ironi ve mizahla zenginleştirir, yer yer destansı diliyle dönemiyle alay eder.[65] Cervantes(1547-1616), Mizahın, ironi’nin mantığını anlama açısından dünya edebiyatının unutulmaz eserlerinden biri olan Don Kişot’tun yazarıdır. Osmanlı Türklerine karşı savaşan ve beş yıl esir kalan Cervantes’in biz Türklerle de ayrı bir ünsiyeti de vardır. Bu eserde; gülmeceye konu olan kahramanların mantığı, kendilerince hiç de saçma olmayan, ama gerçekte topluma göre saçma olan bir mantıktır ki bu da saçmanın mantığıdır. Nitekim Theophile Gautier gülmeceyi “Saçmanın mantığı” diye tanımlamıştır. Her gülünç şeyin, hiç olmazsa bir yönden karşıtlığı vardır ve bizi güldüren şey, görünür bir biçimde ortaya konmuş bir saçmadan başka bişey değildir. Bir başka görüşe göreyse, gülünç olan saçmanın önce benimsenmişken, sonradan düzeltilen biçimidir; ya da bir yönden saçma olup da öteki yönden mantıklı olarak açıklanabilen herşey gülünçtür. Don Kişot’un yel değirmenini dev görmesi saçmadır, ama bu saçmanın Don Kişot’a göre bir mantığı vardır. Sonra da. bu saçmanın mantığıyla, dev diye yel değirmenine saldırması, saçmadan doğan bir gülmecedir. Buradaki saçma, doğrulara (verite’lere) aldırmamak, onları kendi isteğince yorumlayarak değiştirmek demektir. Yel değirmeni görünen bir doğrudur. Don Kişot’un isteğiyse bir dev görmektir. Yel değirmeni doğrusunu kendi isteğine göre dev olarak yorumlaması, O’nun mantığı, yani saçmanın mantığıdır.[66] Dostoyevski’ye göre Don Kişot, insan düşüncesinin en son ve en büyük sözü, insanın ifade edebileceği en acı ironidir.[67]

Shakespeare (1564-1616), dünya ve İngiliz edebiyatının en büyük tiyatro yazarlarındandır. Tiyatro eseri olarak trajedileri, komedileri ve tarihi eserleri ile soneleri ve şiirleri bulunmaktadır. Komedileri: Aşkın çabası Boşuna, Bir yaz Gecesi, Cymbline, Fırtına, Hırçın Kız, İki Soylu akraba, Kısasa Kısas, Kış Masalı, Kuru Gürültü, Onikinci Gece, Perikles, Size nasıl geliyorsa, sonu İyi Biterse, Venedik Taciri, veronalı İki Centilmen, Windsor’un Şen kadınları, yanlışlıklar Komedisi.[68]

Türk Edebiyatında Gülmece ve Yerginin Eski Bir Geleneği Vardır: 

İsmet Zeki Eyüboğlu, “Gülmenin yurdu ocağı Anadolu’dur.” der. Bütün kişileri güldüren, eğlendiren, gülme-eğlenme olanaklarını yaratan büyük tanrılar Anadolu’da doğmuş, Anadolu’da egemenlik sürmüştür. İçkiyi şarabı bulup insanların eğlenmelerine, gülmelerine olanak sağlayan Diyonis (Grek dilinde Dioysos) bir Anadolu tannsıdır… der ve Midasın Kulakları öyküsünü şöyle anlatır: Tanrı Apollon düşünmüş taşınmış Kral Midas (i.ö.715-676)’ı yargıcı seçmiş bu yarışmada. Kim daha iyi, daha güzel çalgı çalarsa ödül ona verilecekmiş. Yarışma sonunda Midas ödülü Marsyas’a verince öfkelenen Apollon ona bir oyun oynamış, kulaklarını eşek  kulaklarına dönüştürmüş. Bu olaydan sonra Midas’ın kulakları bir gülme, eğlenme aracı oluvermiş Anadolu’da.” İlkçağda, Anadolu’da kurulan büyük oyun yerlerinde (tiyatrolarda) güldürü aracı olarak maskenin kullanıldığını tarih belgelerinden öğreniyoruz. Side, Bergama, Efes, Manisa… oyunluklar ilkçağ Anadolu’nun önemli kültür merkezleridir. Çok tanrılık döneminde özgürce ortaya konulan gülmecenin Tek tanrıya geçişte yasaklandığını İsmet Zeki Eyüboğlu şöyle belirler: “Hristiyanlık buna neden olarak İsa’nın çektiği acıları ileri sürdü. Arkasından gelen İslâmlık, kendinden önceki tektanrıcı dinlerin etkisiyle gülme yasağını daha da pekiştirdi. Bu tür yasaklar, yalnız Anadolu’da değil, Avrupa ülkelerinde de bütün katılıklarıyla ortaçağ boyunca egemen oldu….Ancak bu acı, bu üzüntü toplumun bütün kesimlerini egemenliği altına alamamış, eski alışkanlıklar, eski gelenekler için için sürmüş, kurum niteliğini yitirmekle birlikte, varlığını korumuş , kişisel bir yaratma olarak günümüze değin gelmiştir. İşte  Nasrettin Hoca, Bektaşî, Bekri Mustafa, İncilli Çavuş, Karagöz. … Bu eski geleneğin değişik nitelikte birer ürünü olarak doğmuştur.”[69]

Ferit Öngören bu döneme Antik Dönem der ve şunları söyler: “Antik Anadolu mizahı tanıtılırken, Noel Baba’dan söz edilmeli… Noel Baha’nın Antik Anadolu mizahıyla ilişkisi şimdilik, Anadolu doğumlu olmasındandır. Ezop, Anadolu’lu olduğu halde Batı mizahına kaynaklık etmiştir… Mizahın Atası sayılan Diyanizos’un bile atası durumunda olan Sabaz Anadolu’ludur.” der. Ferit Öngören Türk mizahını şu bölümlere ayırır: 1. Antik Anadolu Mizahı, 2. Selçuki Mizahı, 3. Osmanlı Mizahı, 4. Cumhuriyet Öncesi Anadolu Mizahı.[70]

Gülmece ve Yerginin Gelişiminde Halk Ozanının ve Divan Şairinin Yeri:

Genel olarak “yergi ve gülmece”in kökeninde eleştiri vardır. Gülme olgusu ikinci plândadır. Gülmece daha çok eğlencede başı çeker. Topluluğu güldürmek için yapılır. Orta Oyununda, Karagöz ve Hacivat’ta… Keloğlan’da… gülmece vardır. Ama Nasrettin Hoca’da, Dede Kokut Hikâyeleri’nde gülmekten çok “ders” vardır. Bektaşî fıkralarında ise gülmece öndedir. Halk şiirinde gülmece öğesi “öğüt” ve “ders” öğesi ile yan yanadır. Onları birbirinde ayıramazsınız. Halk ozanı Tanrı ile alay eder, gülersiniz. Ardından düşünürsünüz. Bu iki olgu iç içedir. Bu nedenle sevilir, yüzyıllara uzanır. Dil onu güçlendirir. Uzun ömürlü oluşu ondandır. Ders verir insanlara. Toplumsal gücü oluşturur. Bu açıdan bakılırsa “gülmece” sözcüğünden daha çok “mizah” sözcüğü yakışır. Bu nedenle “gülmece” her zaman mizahın yerini tutmaz. İkisinin de benzeşen yanları vardır. Ama eşit değildir. Yapıtta bazen mizah derim, gülmece derim, hiciv derim, yergi derim; nedeni o anda öyle algıladığımdandır.[71]

Halk ozanı halkın sorunlarını halkın diliyle, hoşgörünün güzelliği içinde Tann’yı da içine alarak eleştirel bir çizgide sürdürür. Dayanağı halktır. Onun dışına çıkamaz. “Yiyeceği bulgur, içeceği ayran” örneği. Güzellik buradadır. Küfürsüz konuşur, edepsizleşmez. Sert çıksa bile onu yumuşatmasını bilir. Tanrı sevgisi özdendir. Yakınması candandır. Yergi öyle değildir. Yergi eleştirinin yoğrularak incelmiş (zarif) biçimidir bence. Hiciv yerine yergi sözcüğü de ona çok yakışır. Neden mi? Hiciv kişisel ya da toplumsal olsun, özünde eleştiri vardır. Toplumdaki bozukluklar, kötülükler, hırsızlıklar, yalanlar, dolanlar yerden yere vurulur. Bunu yaratanlar “dile dolanır”. Ağır eleştiri aracıdır. Buna rahatlıkla yergi denilir. Eğer küfür değilse. Bazen kişisel eleştiri yergiye dönüşür. Yergi az gelir. Küfür başlar, yerginin (hicvin) güzelliği bozulup gider. Halk şiirinde yergiden çok mizah vardır. Küfre pek rastlanmaz. Divan şiirinde yergi öne çıkar. Hele kişisel yergide çoğu kez küfür öndedir. Yenilir yutulur cinsten değildir. Bunda dilin de etkisi vardır. Arapça, Farsça sözcüklerle küfür söylemek hem zordur, hem kolaydır. Anlaşılırsa zor, anlaşılamazsa kolaydır. Çünkü divan şairi yabancı sözcüklerle oynamasını sever. Onu bir dil öğesi olmaktan çıkarır, bilmeceye (sanata demiyorum) dönüştürür. Bu da onu mutlu kılar. Tıpkı çocukların oyuncaklarıyla oynaması gibi.[72] Yergide olsun, mizahta olsun kaynak, kişidir, yönetimdir ve yöneticidir. Kişi ve kişiler olmazsa toplum olamaz. Kişi ve kişiler kötü olmadan toplum bozulamaz. Kişisel eleştiri ya da yergi toplumsal yerginin ölçeğidir. Toplumsal eleştiride yönetim ve yönetici öndedir. Yapılan yergide, kişilerin mutlu yaşadıkları, eğilmeden dövülmeden, sömürülmeden özgürce yaşadıkları güzel günlere özlem gizlidir. Bu özlem bireysel yergiyi, toplumsal eleştiriyi çabuklaştırır. Bunları yapanlar, topluma yön verenler, güzel günleri özleyenler çoğu kez ozanlardır, şairlerdir, yazarlardır, sanatçılardır. Başka bir söylemle toplumun ezilmişleri, hor görülmüşleridir.[73]

Ezel Elverdi ve arkadaşları’nın hazırladığı eserde Divan Edebiyatında mizah şu şekilde değerlendirilir: İslâm dini insanları küçük düşürmeyi, onlarla alay etmeyi hedef alan mizahı yasaklamıştır. Bu konuda âyetler ve çokça hadis vardır Yalnız karşıdaki insanın da hoşuna gidecek türden şakaların yapılabileceğine dair hadisler bulunmaktadır. Latife adını alan bu türden şakalar Hz. Peygamber tarafından da yapılmıştır Kınalızâde Ali Efendi Ahlâk-ı ala-i adlı eserinde mizahı “dilin âfetlerinden biri” olarak gösterir, ifratından kaçınılması gerektiğini belirtir. Haddi aşan mizah incitici olur, hatır kırar, hatta şeref lekeler. Hiciv yolu insanlar arasında kin ve haset tohumları eker. Bu çerçeveden divan edebiyatına baktığımız zaman mizahi unsurların pek de zengin olmadığı görülür. Mizah esasen şiiri küçültücü bir tavırdır. Hafiflik alâmeti sayılır. Ancak yine de divan şairleri zaman zaman mizaha başvurmuşlardır. Birbirlerine karşı hiciv oklarını atmışlardır. Bunların pek çoğu mevki hırsı, hased ve kıskançlıktan doğmadır; bir kısmı da şaka, latife bâbında has mizah olarak görülebilir. Agah  Sırrı Levend divan edebiyatımızda görülen mizahi eserleri şöyle sıralar: 1. Hezlâmiz kıtalar ve beyitler, 2. Muhtelif şekillerde yazılmış hezlgüne manzumeler, 3. Manzum latifeler, 4. Mensur fıkralar, 5. Mektuplar, arzıhaller, 6. Münazaralar, 7. Mülatafalar, 8. Nâmeler, 9. Başkalarının eserleri ile yapılan hezlâmiz manzumeler, 10. Şerhler, 11. Nazireler, bu yolda yapılan tehziller (Divan edebiyatı, 1941). Mizahı hiciv derecesine vardıran şair ve ediblerin pek çoğu sövgü, müstehcen ifade, hakaretâmiz sözlere yer verir. Böylece oluşan mizah külliyatı birikim halinde şifahi olarak ağızdan ağıza yayılır, pek az miktarda yazıya geçer. Divan edebiyatımızın mizahi sayılabilecek başlıca eserleri arasında şunlar vardır: Harnâme (Şeyhi XV. a.), Dâfiu’l-gumûm ve râfiu’l-hümûm, Cerrnâme, Kaplucanâme(Gazali Deli Birader, XVI. a.), Pire manzumesi (Fütuhi, XVI. a ). Sansar Mustafa hikâyesi (Tıflı, XVII. a.), Hezliyyât(Nevizâde Atai, XVII. a.). Hezliyyât (Osmanzâde Tâib. XVII. a.), Seknâme (Firaki Dede, XVIII. a.), Hirrenâme,Hezliyyât, Letâif (Ebubekir Kâni, XVIII. a.), Mutâyebat-ı Türkiyye (Latin harfli bs. 1943. Abdülhalim Galib Paşa, XIX. a).[74]

Gülmece ve Yergide Dil:

Türk edebiyatının İslâmlıktan önceki döneminde sözlü olarak bilinen yergi ve gülmece ürünleri Türk dilinin kendi özelliği içinde gelişmiştir. Bunları elimize geçen ilk yazılı örnek olan Divanü Lügati’t Türk’ten öğreniyoruz. İslâmlıktan sonraki dönemde yergi ve gülmece (hiciv ve mizah): a. Türk Halk edebiyatı yergi ve gülmecesi b. Klâsik Türk Edebiyatı (Divan edebiyatı) yergi ve gülmecesi diye iki koldan gelişir. Başlangıçta özgün bir dille halkın sorunlarını, güldürücü öğeler de katarak anlatan yapıtlar doğar. Önceleri an Türkçeyle başlayan yergi ve gülmece dili, her yüzyıl biraz daha yozlaşır. Dil Arapça ve Fars-çanın etkisinde kalır. Bu kez halk ozanlarında “divan” şairlerinin kullandıkları sözcükleri kullanma özlemi başlar. Hece ölçüsünün yanında aruzla yazma denemeleri de sürer. Ama başarılı olamaz. Yine de yergi ve gülmece halkın sıcaklığıyla serpilir. Bu XIX. Yüzyıla, yani Tanzimat’a değin sürüp gider.[75]

Türk edebiyatının ilk mizah örnekleri şüphesiz sözlü gelenekte ortaya çıkan unsurlardır. Deyimlerde, atasözlerinde, bilmecelerde, tekerlemelerde, masallarda, hasılı anonim örneklerde sık rastlanan bir olgudur. Divanü  lügatit-Türk, Kutadgu Bilig, Dedem Korkud’un kitabı bu konuda örnekler taşımaktadır. Dede Korkut hikâyelerinin başında yer alan “kadınların tasnifi ve tasviri” bölümünde çizilen kadın tipleri mizahî açıdan çok başarılıdır. Masallar (Özellikle Keloğlan vb. gibi), fıkralar, seyirlik oyunlar (Karagöz, Ortaoyunu vb.), çocuk oyunları, köy seyirlik oyunları hemen hemen mizah unsuruna dayanmaktadır. Hareketler, sözler, kafiyeli deyişler, yanlış anlamalar, mantık ve gerçek dışı durumlar, birbiri ardınca tekrar edilerek dinleyici veya seyircide mizahi yaklaşımı yaratırlar. Nasreddin Hoca. Bekri Mustafa„ İncili Çavuş, Bektaşi, Tıflî gibi tiplere yaslanan fıkralar yanında Türk yazılı ve sözlü edebiyatında çok gelişmiş bir fıkra geleneği bulunmaktadır Buna zaman içinde renkli kişilikleri ile meşhur olan, nesilden nesle intikal eden, zekâlarının inceliği ve sözlerinin zerafeti ile tanınan simaları da ilave etmek gerekir. (Koca Ragıb Paşa, Kcçecizâde Fuad Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Fıtnat Hanım, Şair Eşref, Neyzen Tevfik,… gibi). Meddah‘ların konak ve kahvelerde anlattıkları hikâyeler de büyük ölçüde taklide ve mizaha yer vermekte, seyircinin ilgisini bu açıdan toplamaktadır. Bu güldürme esası Meddah ve Ortaoyunu geleneğinden alınan unsurlarla Tuluat tiyatrosuna yansıyacaktır. Âşık edebiyatında ise mizahi unsur daha ziyade atışma, deyişme, taşlama gibi âşıkların karşılıklı olarak söyledikleri şiirlerde görülür. Bunun yanı sıra bazı destan türleri doğrudan mizaha yaslanmaktadır (Züğürtlük, Otlakçı. Mirasyedi, Esnaf, Uyuz, Tahtakurusu ile pire… vb. destanları gibi.[76]

İslâmlık öncesi Türk edebiyatında dil Türkçedir. Ölçü hecedir. XI.yüzyıldan sonra İslâmlığın kabulüyle Arap ve Farsçanın etkisiyle her şey değişir. Aruz ölçüsü de kullanılır. Türk dili, halk edebiyatı, Tekke ve Âşık edebiyatını sürdürenlere kalır. Böylece Türk edebiyatında yol ayrımı başlar. Halk ozanı alır eline sazını, söyler şiirini ezgiyle. Halkla birlikte. XVII. yüzyıldan sonra halk ozanları yeni bir yöntem denediler. Aruz ölçüsünü de kullanmaya başladılar. Âşık Ömer, Gevheri buna öncülük ettiler. XIX.yüzyıla gelinceye değin bu bu istek gittikçe arttı. Divan şairleri gibi yazmak moda oldu. Erzurumlu Emrah, Dertli, Seyranî, Bayburtlu Zihni ve Emrah bunlar içinde olanlarıdır. Divan şairleri de XVII. yüzyıldan başlayarak hece ölçüsünü denediler. Örnekler vermeye çalıştılar. XVIII. yüzyılda Nedîm, Şeyh Galip hece ölçüsü denemelerini sürdürdüler. Tanzimat’la birlikte bu bir akım olarak gelişti.[77]

Gülmece ve Yergide Değişim:

Tanzimatla birlikte gülmece bir akım olarak gelişti. Divan edebiyatı ile süregelen yergi ve mizah edebiyatımız Tanzimat edebiyatı ile yeni bir değişim çizgisine girer. Çevirilerle başlayan yenilikler Lehçet ül Hakâyık’la yeni bir yüz kazanır. Edebiyat-ı Cedîde ‘de duraklayan yergi ve mizah, 20. yüzyıl başından başlayarak siyasallaşır. Dil, yergi ve gülmecenin başarısında bir ölçüttür. Dili iyi kullananlar, diğer bir söyleyişle dilini iyi bilenler bu yarışta öndedir. Çünkü dil toplumsal yapının çimentosu gibidir. Kişiler ve kişilerin sorunları onunla ortaya konulur. Yine onunla çözüme ulaşılır. Halk ozanları bunu başarır. Kendi diliyle yani halkın diliyle konuşur. Dedikleri anlaşılır. Onların sorunlarını, dertlerini, acılarını dile getirir. Sevinçlerini onlarla paylaşır. Bir yanlışlık varsa hemen söyler. Sorumlulardan hesap sorar. Niçin? der. Sorumlu kim olursa olsun onun yakasına yapışır. Asık suratla değil gülerek, güldürerek. Bazen suçlu “şah”tır, “padişahtır, bazen “ağa”dır; bazen de “Tanrı”‘dır. Bunu yaparken hiç çıkar düşünmez, kendisini ateşe atar. Ama hep kazanır. Halk onun dediklerine hem güler, hem inanır. Tanrı bile ondan hoşlanır. Yüksünmez. O, Tanrı’ nın da halkın da sevgilisidir. Çünkü yüzyıllar öncesinde ne dediyse hep doğru çıkmıştır. Yanlışı yoktur. Çünkü dili bizden, özü bizden, derdi bizden. Dediklerinde yalan yoktur. Halk ozanı budur. Gülmecesiyle, diliyle, yorumuyla bize bakar ve ağlarken bile hep güler ve de güldürür. Bu Anadolu insanın ta kendisidir. Cumhuriyet Dönemi yergi ve gülmecesinde yüzyıllarca süren ayrım yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Hece-aruz kavgası yok olmuştur. İsteyen istediği biçimi, istediği konuyu, özde ve içerikte yaptığı değişimleri kendi diliyle sergilemeye başlamıştır. Divan şiiri, halk şiiri ayrı biçimler içinde aynı dili konuşur olmuştur. Cumhuriyet döneminde edebiyat yergi ve gülmecesini kendi yaratmıştı. Öykünmede, kopyalamadan. Yergi ve gülmece Türk siyasal tarihinin oluşum çizgisini belirler.[78]

Batı Tesirinde Gelişen Türk Edebiyatında Mizah: 

Tanzimat dönemi, toplumun siyasi ve içtimai hayatında olduğu gibi sanat ve fikir hayatında da “batılılaştığı” bir devredir. Bu dönemde mizah da batılı bir mâna kazanmaya başlar. Toplun ve siyaset hayatında, bilhassa gazete ve dergilerin yayınlanması ile birlikte aktif bir rol üstlenir. Kişisel ve toplumsal eleştiri içinde kendine düşen görevi yerine getirmeye başlar. Her ne kadar eskiden gelen alışkanlık ile kişilere yönelik hiciv yine ön planda görülse de, aksaklıkların giderilmesi, baskılara son verilmesi, şu veya bu siyasetin takip edilmesi için bir araç olarak mizaha başvurulur. Sadrazam Âli Paşa’nın 1866 da Girid’deki karışıklıkları bastırmak için yaptığı icraatı alaya alan Ziya Paşa’nın Zafernâme’si, Namık Kemal’in Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’yı konu alan Hirrenâme’si, Ethem Pertev Paşa’nın Av’ave’si, Eşref’in Deccal, Şah ve Padişah’ı, Ali Bey’in Lehçetü’l-hakayık’ı, Seyyareler’i Tanzimat devrinin başarılı mizah örneklerindendir. Siyasi şartların elverişsizliği sebebi ile Servet-i fünun döneminde mizah bir duraklama devri geçirir, 1908 den sonra yeniden canlanır. Cenab Şahabeddin ile Hüseyin Suad batılı mizah anlayışını yaygınlaştırırlar. Cenab, Dahhak-ı mazlum imzası ile yazdığı bu tür yazılarını kitap haline getirmemiştir. Gâve-i zâlim takma adını kullanan Hüseyin Suad mizahî şiirleriniGâve’nin destanı adlı kitabında toplar. Fecr-i Âti devrinde mizah yazarı olarak Fazıl Ahmed Aykaç öndedir. Zarif nükteleri ve bilhassa tanınmış yazar ve şairlerin üslûplarını taklitte gösterdiği başarı ile dikkatleri çeker. Onun bu türdeki eserleri,Divançe-i Fazıl fi vasf-ı efazıl  (manzum), Harman sonu (mensur). Kırpıntı (mensur), Şeytan diyor ki (mensur) gibi kitaplarıdır. Ayrıca Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Rıza Tevfik de bu yolda eserler verirler.[79] 1908 meşrutiyeti ile birlikte mizahi neşriyatta bir patlama görülür. Bir anda etrafı elliye yakın mizah dergisi doldurur. Bunların çoğu uzun ömürlü, olmaz. II. Abdulhamid devrine, jurnalcilere, sabık devlet adamlarına saldıran, onlarla alay eden pek çok yazı, resim ve karikatür neşredilir. İttihat ve Terakki önceleri padişah aleyhine yürütülen mizahi neşriyatı desteklerse de kendisi iktidara gelince bunu engellemeye çalışır. Milli edebiyat ve Milli Mücadele devirlerinde siyasi ve sosyal konularda yapılım mizah iyice yaygınlaşır. Ankara hükümeti ile İstanbul’u tutanlar ayrı ayrı dergiler etrafında mizahtan yararlanırlar. Dönemin başarılı yazar ve şairleri arasında şu isimler vardır: Neyzen Tevfik (Kolaylı) (Hiç, Azab-ı mukaddes). Halil Nihad (Boztepe) (Siham-ı ilham. Âyın-i devran, Maytab), İhsan Hamamı (Dıvan-ı ihsan, Hamsıname), yazılarını bir araya toplamayan Hüseyin Rıfat (Işıl), Abdülbaki Fevzi (Uluboy), mizahi yazılarında “Kirpi” adını kullanan Refik Halid Karay(Kirpinin dedikleri. Sakıtı aldanma inanma kanma. Ago Paşa’nın hatıratı. Guguklu saat).[80]  Cumhuriyetten sonra çıkarılan mizah dergileri etrafında daha ziyade yeni düzeni tutan, geçmişi eleştiren, rejimin savunucusu bir mizah anlayışı geliştirilir Sedat Simavi, Cemal Nadir, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Sermet Muhtar. Ercüment Ekrem, Osman Cemal. Namdar Rahmi. Ratip Tahir vb. gibi yazarlar ile bunlara katılan karikatürcü zümresi mizah neşriyatına katkılarda bulunur. Fiske imzasını kullanan Orhan Seyfi Orhon (Fiskeler, Asrı Kerem, Kulaktan kulağa), Çimdik imzasını kullanan Yusuf Ziya Ortaç (Şen kitap, Sarı çizmeli Mehmet aga), “Çamdeviren ve Deli Ozan” imzalarını kullanan Faruk Nafiz Çamlıbel(Tatlı-sert), dönemin mizahı içinde önde gelen isimlerdendir. Çok partili hayata geçiş ile birlikte tek parti döneminin donuk, soğuk ve salona dönük mizah çizgisi zenginleşir, genişler. Tek parti döneminin son zamanlarında Aziz Nesin ile Sabahattin Ali’nin çıkardıkları Marko paşa dergisi politik mizahı yaygınlaştırır. Sol eleştiri mizaha yansır. Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, karikatürcü Mustafa (Mim) Uykusuz, Bedii Faik, Selami İzzet, Bülent Oran, Selçuk Kaskan, Oktay Verel gibi imzalar mizah sahasında parlamaya başlarlar. Karikatür mizah dergilerinde giderek önemini ve yerini genişletir. Karikatüristler peş peşe dergi çıkarmaya çalışırlar. Akbaba dergisi 1960 lara kadar bir mektep görevini üstlenir. 1989 daKarikatürcüler Derneği kurulur, uluslararası yarışmalar düzenlenir. Haldun Taner, Vedat Saygel, Sulhi Dölek, Muzaffer İzgü, Çetin Altan, Adnan Veli, İlhan Selçuk, diğer çalışmalarının yanı sıra mizahi türde eserler verirler Ancak geçen zaman içinde mizahi hikâye ve roman iyice geri plana düşer Süavi Süalp’in tesiri ile yeni bir mizah anlayışı ortaya çıkar. Bu anlayış zekâ inceliği, ifade kıvraklığı, normal mantık düzeni dışına doğru kayan çarpıtma esası ile bayağılığın sınır çizgisinde, müstehcene dönük bir mizah anlayışını kısa vurucu metinlerle dergilere yayar. Gırgır’ (1973) bu akımın en geniş ve etkili uygulama alanı olmuştur. Karikatür, ifade ve mizah anlayışı ile hemen hemen bütün basın organları bu çerçevede neşriyat yaparlar. 1970 sonrasında, B. Shaw’ın çok ciddi bir iş olarak tarif ettiği mizah, sanatla ilgisini neredeyse koparır, bayağılığın bataklığına yuvarlanır. Konularının yarısı televizyona dayalı, geri kalanı sansasyon yaratan gazino sanatçılarına, futbol vb. ye ayıran mizah dergileri son derece sulandırılmış, kaba bir mizah anlayışını, daha ziyade seks çerçevesinde sürdürürler.[81]

TÜRK ROMANI ve MİZAH

Türk Romanı’nda mizah, Tanzimat dönemi yazarlarına kadar uzanmaktadır. Fakat mizah ile ironi arasında net ayrımların yapılmadığı bu dönem yazarları için mizahî roman yazma niyetiyle roman kaleme almışlardır diyemeyiz. Örneğin: Ahmet Mithat’ın ironik öğeler taşıyan bir romanı “Müşahedat”tır. Bu roman üst kurmaca örneği olup, “romanın romanı”dır. Her ne kadar Ahmet Mithat Efendi bu romanını, Emil Zola’yı örnek alıp “natüralist roman” örneği olarak nitelendirse de, “Müşahedat”, bir romanın nasıl yazıldığını konu alması yönüyle üst kurmacadır. Üst kurmaca olduğu için de ironiktir. Kendisini de roman kahramanı olarak görevlendiren Ahmet Mithat, yeni bir roman yazma isteğini şöyle dile getirir: “Beş on günden beri benim kafamda bir roman dolaşıyordu. Ne güzel vakalar tahayyül ediyordum. Ne güzel entrikalar buluyordum.” Romanın bir yerinde de Ahmet Mithat, niçin roman okuduğumuz sorusuna cevap verir: “Roman -hem tabii de denilen surette yazılan roman okumaktan maksat yalnız bir adamın sergüzeştini tetebbu değildir. Asıl ahvâl-i âlemi tetebbudur.” Ahmet Mithat, romanında kendini de roman kahramanı olarak kurguladığını söyler: “Daha garibi şu ki, güya ben de romanın eşhas-ı vakasından birisi imişim gibi romana karıştırılmaktayım.” Ahmet Mithat’a göre böyle bir teknikle yazılan roman, “reh-i narefte”dir. Yani yeni bir tekniktir. Yeni bir teknik denemek, var olanı beğenmemek anlamına geldiği için ironiktir. İroni genelde “gülme”; bu bağlamda da hep mizah ve hicivle irtibatlandırılmış; çoğu zaman da bunlarla karıştırılmıştır. Ancak ironinin komik olan ile bir ilişkisi vardır. Daha doğrusu ironi, bir gülme biçimidir.Ancak ironi komedi gibi kahkahanın değil, buruk gülümseyişin peşindedir. “Edebiyatımızda roman yeni bir tür olarak görüldüğü için, romancılarımızın -birkaç istisna hariç- ironi konusunda bilinçli bir tavır sergiledikleri söylenemez. Bazı yazarlar bilinçli olarak değil de, yenilik arayışlarını sürdürürken tesadüfen ironik anlatımı yakalamışlardır. Çoğu da yaptığının ironi olduğunun farkında değildir. Bu yazarların başında ilk romancımız Ahmet Mithat Efendi gelir. “İstanbul’da Bir Don Kişot” romanında Ahmet Mithat, Hamzanameler, Binbir Gece Masalları, Muhayyelat-ı Aziz Efendi gibi kitapları okuyan; ilm-i simya öğrenen ve cin ve peri hikayeleri anlatan şeyhleri dinleyen Daniş Çelebi’nin, okudukları ve dinlediklerinin tesirinde kalıp kendini başka biri olarak görmesi ve komik olaylar yaşaması anlatılır. Parodik bir roman olan “İstanbul’da Bir Don Kişot”, romanın adından da anlaşılacağı gibi, Cervantes’in “Don Kişot” adlı romanının bir parodisidir. 

Cumhuriyet Dönemi Mizahî Türk Romancılığı hayli zengindir. Fakat birkaç örnek vermemiz gerekirse; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesinden bahsetmeden geçmek mümkün değildir: Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944): Ahmet Hamdi Tanpınar, Hüseyin Rahminin mizahî romanı konusunda (Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969) şunları yazar:[82] [83] “Hüseyin Rahmi’nin mizahı biraz psikoloji ile birlikte yürüseydi insanları biraz fert ve talih olarak görseydi, ne kadar iyi olurdu. O zaman kitaplarını dolduran ve çoğu gerçekten lezzetli olan o konuşmalar sadece geçerken yakalanmış küçük çizgiler ve onların bazen abartmaya kaçan orkestrasyonu halinde kalmazlardı. O zaman herkes kendi talihinin hissiyle yaşanmış bir hayatın tecrübesi içinden ve onun kendi ağzında kalmış tadıyla konuşacağı için, kitaplarının sonuna koyduğu o felsefi mülahazalar, o soyut düşünceler bu eserleri boşuna ağırlaştırmazdı. Hüseyin Rahmi, bu eksiği hayat sevgisiyle giderir. Birey olarak pek az kimseyi seven, tesadüf ettiği her yüz, her karakter karşısında bu kadar soğuk bir gözlemci olan bu yazar, yaşamın kendisi karşısında ne kadar sıcaktır. Şıpsevdi’nin, Bir Muadelet-i Sevda’nın,Mürebbiye’nin güzel yanları, insanın yendiği yanlardır. O zaman yergisel bir eserden bekleyeceğimiz en yüksek şeye, yaşam sıtmasına kavuşuruz.

Mizah, meslek olmamak şartıyla güzeldir. Onu her şeyin yerine koyduğumuz zaman, evren bir sırıtmadan başka bir şey olmaz. İnsanın bugün gibi, dün de yalnızca gülebilmesi için budala olması gerekir. Hüseyin Rahmi, komiği bir yerde durdurmasını bildiği için güzeldir. Bunu bazen nerdeyse farkında olmaksızın yapar. O zaman bir Meftun Bey in, bir Recai’nin gülmekten daha başka bir şeye, daha yüksek bir şeye layık olduğunu anlarız. O zaman sevmek ve acımak dediğimiz mucizeli dünyaya gireriz. (…) Onun (Halit Ziya’nın) yanı başında ve tam karşıt kutupta eserlerini veren Hüseyin Rahmi Gürpınar’da ne bu idealisation ve ne de bu üslup hevesi vardı. O, sıkı sıkıya yerli hayata bağlıydı. Ama Hüseyin Rahmi’nin alaturka-alafranga hadleri arasında kalan gözlemi yahut mizahı insana yabancıydı. Hemen hiçbir eserine sevginin sıcaklığını koymamıştı. Kişi ve karakter repertuarı yukarıda sözünü ettiğimiz halk sanatlarına çok bağlı olan bu yazarın eserlerinde şu ya da bu nedenlerle eskinin içinden çıkamayanlar gülünç ve biçare, yeniye doğru gidenlerse tabiatıyla sakat ve yarımdırlar. Bu yüzden hep toplumun sorunlarıyla uğraşmasına rağmen hiçbirine gerçek bir derinlik koymamış, çok çok sağlam yapılı romanlarında bir yığın kuklayı oynatmaktan ileriye gidememiştir, denebilir. Hüseyin Rahmi ilk romanlarında -sonradan doğrudan doğruya polis ve tefrika romanına düşer- belki de memleketteki hürriyetsizlik dolayısıyla yalnızca gülünç karşıtlıkları karşılaştırmakla yetiniyordu. Bu yönden bakılırsa onun romanlarında özellikle göze çarpan şey, işsiz ya da iş terbiyesini layıkıyla alamamış bir toplumun allak bullaklığıdır. Ama itiraf edelim ki, bu tarzda bir görüşü daha çok eleştirinin bir yorumudur. Herhalde bu tatlı yazarın halkımıza okuma zevki aşıladığı ve onun komiğinde var olduğu inkâr edilemez. Rıfat Ilgaz( 1911-1993), Yansıma’da, (Eylül 1974) Kendi mizahını şu şekilde anlatır: Kimi kitaplarımın üstüne “güldürü” diye yazmadım değil. Biraz da dil akımının dışında kalmamak için. Mizah çok anlamlı bir sözcük bence. Mizahçı sözcüğü de anlamlı. Mizahçı olmak isterim de, güldürücü, gülmececi olmak istemem. Ozan olmaktansa şair olmak daha hak edilmiş bir ad gibi gelir bana. Yok eğer okurlarımız bizlere bu adları uygun buluyorlarsa, varsın kullansınlar tepe tepe… Şunu demek istiyorum: Mizah edebiyatın bağımsız bir türü olmadığı gibi, bağımsız bir edebiyat türünün içinde süs de değildir. Herhangi bir yazara büyük bir mizah yazarı’dır demekle onu hemen edebiyatın sınırları içine alıvermiş olmalıyız. (…) Son mizah ürünlerine baktıkça da aynı tutarsızlıkları görüyor, mizahı yolundan çevirenlere kuşkuyla, korkuyla bakıyoruz. Mizah, kendilerini halktan yana gösterenlerin elinde halkın zararına kullanılıyor. Çağına yakışır devrimlerini henüz yapmamış toplumlarda mizahın ‘gırgır geçme’, ‘laf salatası yapma’, ‘şunun bunun dalgasına taş atma işi’ olarak ele alınması mizahın gülmece güldürmece, dil üstünde kaydırmaca olarak nitelenmesi, tanımlanması en azdan halkı uyutma, oyalama, hızını kırma anlamına gelmez mi? Mizah, yaşanmış altın çağların özlemini çekmekten ötürü yeni altın çağlara erişmek için geçerli bir silah olmadığı gibi, halkımızı hoşgörülere hazırlayan, pişkin kişiler yapmayı sağlayan demokratik bir rahatlık hapı. bir sinameki de değildir. (…) Şunu demek istiyorum : Mizah, düzenin laçka olduğu, değer yargılarının ters yüz edildiği çağlarda geçim dengesinin egemen sınıf çıkarına bozulduğu dönemlerde vurucu gücünden ortalama bir şeyler katar, halkı atılımlara hazırlar, yüreklendirir, gerçekleri kendi kurallarına uygun biçimde bütün gülünçlüğüyle, zavallılığıyla ortaya çıkarıp ezilenlerin, haksızlıklara uğrayanların gözüne sokar.”[84]

Cumhuriyet dönemi Türk Mizahının şüphesiz en tanınmış isimlerinden biri de Aziz Nesin’dir. Aziz Nesin (1915-1995) Kuleli Askeri Lisesi’ni, sonra Harp okulunu bitirmiştir. Bir süre subaylık yaptıktan sonra gazete ve fıkra yazarlığına geçmiştir. Sabahattin Ali ile birlikte Marko Pâşa, Merhum Paşa, Alibaba gibi mizah dergileri çıkarmıştır. Yazılarından dolayı hapse girmiş, bazen de sürülmüştür. Bir ara Düşün Yayınevi’ni kurmuştur. Dünyaca tanınan bir mizah yazarıdır. Eserlerinde realizm ve ironi dikkat çekicidir. Toplumun aksayan yönlerini eleştirir. Eserleri Türk edebiyatında en çok basılan kitaplar arasına girmiştir. Romanları gevşek yapılı olup bol tekrara dayanır. Teknik yönü yetersizdir. Başlıca eserleri: Geriye Kalan, Fil Hamdi. Biz Adam Olmayız, Vatan Sağ Olsun, Zübük, Tatlı Betüş, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Şimdiki Çocuklar Harika, Hoptirinam, Aziz Dededen Masallar, Çiçu, Dünya Kazan Ben Kepçe’dir.[85]

SONUÇ

Neden Gülmeliyiz?

Toplumun bir parçası olmak, insanlarla bir arada yaşamak, sorumluluklar, krizler, baş etmeler ve bu arada varlığımızı da sağlıklı bir şekilde devam ettirmeye çalışmak… Yaşamdaki zorluk belki de budur. Birçok insan belki kendini beyninin yönettiğine inanabilir. Saliha Koç diyor ki “Ben şuna inanıyorum (bilimsel yayınlar da bunu destekliyor); beynim, vücudumdan gelen uyarıları değerlendirerek beni yönetiyor. Yani aslında bir şey hissettiğimde onu önce içsel yaşıyorum, sonra çevremdekilerin yaşadıklarımı anlamaları için onları davranışa dönüştürüyorum ve davranışa dönüştürdüğüm aşamada da fizyolojik olarak vücudumdan salınması gereken hormonlar, enzimler salınarak yaşadığım duyguyu hücrelerime varana kadar kendime yaşatıyorum. Duygularımızın bizi eyleme geçiren, motive eden, çevremizde-kilerle yaşayabilmemizi sağlayan, hayatımıza renk katan ve sosyal ilişkilerimizi düzenleyen kısacası çevremizden kabul görmemizi sağlayan fonksiyonları bulunmaktadır. Şimdi aklınıza şöyle bir soru geliyor olabilir; eğer duygularımız bu kadar önemliyse biz bunları yönetebilir miyiz ve öğrenebilir miyiz? Cevabım kesinlikle EVET… Duygularımızı öğrenebiliriz, farkına varabiliriz, yönetebiliriz hatta değiştirebiliriz. Duygularımızı değiştirebilmek belki de en zor olanı… Bunu neden yapmalıyız? Peki yapmak istiyor muyuz? Hepimizin yaşarken kırılganlıkları, mutlulukları, üzüntüleri, havai kırıklıkları vardır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde üçüncü basamakta olan ait olma, başkaları ile ilişki kurma, kabul görme hatta ikinci basamakta yer alan güvenlik ihtiyacımız bile başkaları tarafından karşılanılan ihtiyaçlarımızdandır. Kısacası ilk basamaktaki temel ihtiyaçlarımızdan sonra kendini gerçekleştirmeye giden yolda başkaları ile yürüyoruz. Bu ihtiyaçlarımızın sağlıklı olarak karşılanması için başkalarına ihtiyaç duyduğumuz kesindir. O nedenle ilkokuldan başlayan formal eğitimimizde insanın sosyal bir varlık olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Şimdi bunların gülme ile ne alakası var diyebilirsiniz. Kabul gördüğümüz sosyal çevrede tercih edilen mi, edilmeyen mi olmak istiyorsunuz? Sanırım hepimiz tercih edilmek istiyoruz. Ancak herkesin yaşadığı sosyal çevre, bizim içinde yaşadığımız sosyal çevredir. Korkular, kaygılar, krizler, mutluluklar bizim hayatımızın da bir parçasıdır. Peki tüm bu duygular içinde dengeyi sağlamak için ne yapabiliriz?”[86]

Gülmeyi Deneyelim

Vücudumuz üzerinde kontrolümüz yok diye korkmayın, henüz fark etmediğimiz, keşfetmediğimiz duygu ve düşüncelerimizi açığa çıkarmak ve çöküş yaşamaktan kurtulmak için yollarınız var. Gülmeyi kullanarak düşüncelerimizi, duygularımızı ve algılarımızı değiştirebiliriz. Bir problem üzerinde yoğunlaşmışken, bizi rahatsız eden duygusal bir tecrübemiz yüzünden veya yaşadığımız öz değer eksikliği yüzünden kendimizi stres altında hissedebiliriz. Olaya bakış açımızı değiştirebilmeyi becerip ona gülebilirsek, fizyolojimizi de olumlu olayla karşılaştığında gösterdiği mutluluk reaksiyonunu yaşatabiliriz. Daha pozitif bir hafıza oluşturarak kendimizle ve başkaları ile ilgili daha pozitif duyguları tetikleyebiliriz. Böylece stresli bir durum karşısındaki olumlu bir bakış açısı ortaya çıkmış olur ve vücudumuz bunu öğrenebilir. Özellikle gülerken vücudumuzda sayıları artan peptitler yani hafıza proteinlerimiz her zaman bu durumu hatırlayacaktır.[87]

Günlük hayatımızda duygularımızı etkileyecek pek çok şey vardır. Bunlar renklerden tutun da toplum, din, aile hayatı, elbiseler, medya,müzik ve meditasyona kadar her şey olabilir. Duygularımızı negatif etkilerden korumak için renk terapileri (aura soma) uygulanabilir. Örneğin yeşil renk; hipnotik ve sedatif, nörotik durumlar, anksiyete, tükenme duygusunda yararlıdır. Sakinleştirici etkisi olduğu için ameliyathanede ve hastane kıyafetlerinde kullanılır. Mor; yatıştırıcılık özelliği en yüksek olan renktir. Kırmızı; tehlike duygusu, negatif duygular ve heyecan uyandırır. Mavi; stabilite, sakinlik, olgunluk, güven ve gençlik hissi verir. Sağlıklı, iyi fonksiyonlu, olgun bir kişiye dönüşmek için çocuklukta temel ihtiyaçlarımızın karşılanmış olması gerekir. İçinde bulunduğumuz çevre kim olduğumuzu ve ne hissettiğimizi kabullenmeli ve bunlara değer vermelidir. Anne babamız da bizi kabullenmeli, tek ve kıymetli olarak görmelidir. Bu ihtiyaçlarımız karşılandığında iç kaynaklarımızı kendi ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde geliştirebilir ve diğer insanlarla olan iş ve oyun etkileşimlerimizde yapıcı yollar oluşturabiliriz. Ne kadar fonksiyonel veya disfonksiyonel bir aile içinde yetiştiğimiz, kendimiz ve etrafımızdaki dünya konusundaki hislerimizi şekillendirebilir ve algılarımızı, davranışımızı, sağlığımızı etkilemede önemli rol oynar.[88]

Duygularımızla başa çıkma, sağlığımız için hayati bir önem taşır. Bunun için en önemli şey duygularımızı sevmektir. Duygularınızı sevin… Duygularımızla başa çıkmanın yolları onlarla yüzleşmek, kabullenmek ve onları aşmaya çalışmaktır. Her zaman duygularımızı yaşarız; bu nedenle onlarla başa çıkmayı öğrenmemiz gerekir. Duygularımız baskılandığında depresyon, anksiyete, panik, yeme bozuklukları gibi sayısız yollarla su yüzüne çıkacaktır. Çoğunlukla insanlar hissettiklerini yaşamak istemeyebilirler. Duyguları utanmalarına, suçluluk hissetmelerine neden olabilir. Duygularımızı baskılamaya ve ihmal etmeye çalışsak bile onlar bizi terk etmezler ayrıca onları baskılamaya çalıştığımız dönem içinde kendimizi çok kötü hissederiz; biriken bastırılmış duygularımız strese neden olur. Duygularımızla baş etmeyi öğrenmeliyiz; buradaki zorlayıcı unsur,baş etme sonrası hangi duyguyu hissedeceğimizi asla bilmiyor olmamızdır. Ancak yapabileceğimiz tek şey duygularımıza verdiğimiz tepki şekli üzerinde kontrol ve hakimiyet kurmaktır. Duygularımıza yabancılaşmayıp daima onlarla temas içinde kalmak, duygularımıza gösterdiğimiz davranışsal reaksiyonlarımızı kontrol etmemize çok yardımcı olacaktır. Aksi halde biz duygularımızı değil, duygularımız bizi kontrol edecektir.[89]

Sağlık, vücudumuzun doğal durumu olan fiziksel iyelik hali ve duygusal mutluluk olarak tanımlanabilir. Bu durum, hayatımızda istekler ve bu istekleri karşılayacak kapasite ve iç kaynaklarımız arasında vücudumuz denge kurabildiği sürece oluşur. Böylece sağlıklı ve iyi kalabiliriz. Fiziksel ve ruhsal sağlığımız bir denge durumundadır. Stres bu dengeli durumda tansiyon yaratır ve dengeleri bozar. Bazen bu tansiyon kişisel gelişim yolunda kapasitemizi artırarak, potansiyelimizi harekete geçirmeye katkıda bulunacağı için yararlı olabilir. Bazen de stres, üzerimizde iç kaynaklarımızın başa çıkabileceğinden daha fazla talep olduğu için şiddetli bir dengesizliğe yol açarak bize zararlı olacaktır. Bu durumun sonucunda fiziksel ve ruhsal iyelik halimiz de bozulacaktır. Bazı koşullar altında gülme negatife dönmüş olan bu dengeyi düzeltmemize ve daha kolay başa çıkmamıza yardımcı olabilir.

Kahkaha atmak ne işe yarıyor?[90]

Tansiyonu düşürüyor ve dengeliyor,

     Bağışıklık sistemini güçlendiriyor,

     Pozitif duyguları öne çıkarıyor,

Ağızda antibakterileri artırıyor,

Vücutta pozitif kimyasal maddeler artış gösteriyor,

Yaralar daha çabuk kapanıyor.

Gülümseyerek güne başlayın!

Her sabah gülümseyerek kalkın. Gününüz daha iyi geçecektir.

Sizi mutlu eden olayları düşünmeye çalışın.

Kendinizi zayıf hissetmeyin. Zayıf taraflarınızı yenmeye çalışın.

Yapmak istediklerinizin bir listesini çıkarın ve onları yapın.

Kahkaha egzersizini günde en az beş dakika yapın.

Günde en az on dakikayı kahkaha atmaya ayırın.[91]

Mizah gülmeyi yaratmada bir araçtır. Gülme fizyolojik bir reaksiyondur ve öğrenilebilir. Gülme bilinçli bir davranışımız olup, bilinç genellikle gülmenin ardından oluşur. Gülmeye karşı beynimizin her noktasında bir değişim olur, bu da fizyolojimizi olumlu yönde etkiler. Hele de hastane koridorlarında bir hastalıkla uğraşırken, hayata bakış açımız olumsuzken ve kendimizi belirsiz bir durumda hissederken mizah bizim kurtarıcımız olabilir. Mizah sadece espri yapmayı değil komedi kitapları okumak, komedi filmleri seyretmek, fıkra okumak gibi bizde gülmeyi yaratacak bir dizi faaliyeti de kapsar. Bunları yapmak sorunumuz olmadığı anlamına gelmez; bunla-sadece bulunduğumuz durumdan bizi uzaklaştırarak aradan geçer, zamana bağlı olarak olaya bakış açımızı değiştirmektedir. Mizah, duygularımızı anlamak ve zor durumda onları elde etmek için kullanılabilecek çok basit bir yöntemdir.[92] Mizahın psikolojik yararları inanılmaz boyuttadır. Sıkıntı içindeyken, stres altındayken veya herhangi bir yoğun duygu varlığında sadece probleme odaklanırsınız. Hatta probleme o kadar çok gömülmüşsünüzdür ki bazen bir çözüm bulabilmeniz bile olanaksızlaşabilir. Şöyle ki; etrafı çok yüksek duvarlarla çevrili bir havuz hayal edin, dünyada bu havuzdan başka bir şey yokmuş gibi hissedersiniz. Bu havuzun dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu algılayabilmeniz için dışarıya çıkmanız şarttır. Bunu yapabilmeniz için bazen küçük bir yardıma ihtiyacınız olabilir. Mizah, problem havuzumuzdan sağlam zemine tırmanabilmemiz için gerekli merdiveni sağlar, mizah sayesinde dış dünyanın daha kapsamlı ve daha gerçekçi bakış açısına sahip olur ve problemin önemini daha iyi anlarız. Mizah bulunduğumuz negatif durumdan bizi uzaklaştırıcı deneyimdir. Beynimizi önceki duygulanımlardan temizler ve vücudumuzu yeni eylemler için tazeler.[93]

Gülme mutluluk ve neşe duygularını ortaya çıkartır. Çözümsüz kaldığımız zamanlar hayal kırıklığı içindeyken bize yeni iç görüler kazandırır. Mutlu ve neşeli iken bir problem üzerinde çalıştığımızda; çaresizlik, yetersizlik, değersizlik duyguları ile dolu olduğumuz zamanlara oranla daha yaratıcı oluruz. Bir proje üzerinde birden fazla çalışan insan varsa bu düşünce daha aşikâr olur. Paylaşılan gülme, grup içinde birlik ve beraberlik ruhu doğmasına yol açar. İnsanlar güldükleri zaman yüksek sesle düşünmek ve öneriler getirmek konusunda daha özgür ve rahat davranırlar. Çünkü gülme sayesinde aşağılanma ihtimalinden korkmazlar ve düşüncelerini paylaşım konusunda risk alabilirler. Gülme ayrıca daha gerçekçi ve daha riskli iletişimlere de kapı açar. Bazen insanlar, içinde bulundukları durumdan ürkmüş ve kendilerini ifade edemeyecek bir durumda olabilirler. Eğer kaygılarını abartılı bir şekilde ifade edecek mizahi bir yorum yapılırsa güleceklerdir. Bu onlara daha sonra üzerinde konuşmaktan kaçındıkları ve rahatsızlık duydukları konu ve kaygılarını açıkça tartışabilme imkânı verir.[94]

Hepimiz hayatımızda mizaha ihtiyaç duyarız. Gülmek sadece olumsuz duygulan yok etmekle kalmaz, sağlığımız için de yararlıdır. Gülme terapisinde insanlara, olaylara, objelere komik olmasa da açıkça gülmeleri öğretilir. Bu, mizahın zor durumlarla başa çıkma konusunda yardımcı olarak kullanılması amacıyla yapılır. Bir problemimiz olduğunda ya da zor bir anda gülebilme yeteneği bize güç ve üstünlük duygusu verir. Mizah ve gülme ümitli ve pozitif bir yaklaşım doğurur. Mizah, problemimize yeni bir perspektifle yaklaşmamızı sağlar. Gülme, biyokimyasal değişikliklere yol açarak vücudumuzu rahatlatır, birikerek vücudumuza zarar verebilecek oluşumları engeller. Olumsuz duyguların boşalmasını sağlar. Güldüğümüzde temel olarak acımızla oynuyor oluruz. Gülme sıcak, bağlayıcı ve bulaşıcıdır. insanların mizahla ilgili zevkleri birbirinden çok farklı olabilir. Bir kişinin komik bulduğunu başka bir insan itici ya da üzücü bulabilir. Palyaçolar ise pek çok insanın favorisidir. Bu nedenle terapötik mizah yöntemi olarak palyaçolar seçilmiştir.

Günlük hayata mizahı daha çok katmak için aşağıdakileri yapabilirsiniz.

Karikatür ve şaka sikeçleri biriktirin,

Kendinize komik dosyası hazırlayın,

En çok stres hissettiğiniz yere koyun,

İnternetteki şakalardan yararlanın,

Günlük tutun, komik olayları yazın,

Günde bir kere hakikaten gülün,

Gülmeyi yayın,

Esprili sözleri kullanın, iyice abartın,

Hayatınızdaki ironik durumları tespit edin ve çaba sarf edin,

Yüksek sesle gülmeyi unutmayın.[95]

Bu konularda bir şeyler okumaya başladığımda aslında gülmeliyim, gülmeliyim diye kendimi hipnotik bir dille kandırarak yaşamıyordum. Herhalde ben şanslı insanlardanım, gülmeyi belki de çocukluğumdan beri biliyordum. Hayırların bile iletişim kurduğumuz kişilere gülerek söyleneceğine inananlardanım. Bunun yarattığı etki de hiç fena olmuyor. Bunu şuradan anlıyorum; henüz gülerken başıma fırlatılan bir nesne olmadı. Bunları yazarken uygulamanın hiç de kolay olmadığını biliyorum. Ancak size kendi hayatımla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Sabahın altısında bir arkadaşımla boğaz köprüsünün üzerinden geçerken bana anlattığı iki fıkra araba kullanmamı bile engelleyecek şekilde beni güldürmüştü. Şimdi fıkraları hatırlamamama rağmen boğaz köprüsünün üzerinden her geçişimde ne kadar güldüğümü hatırlıyorum ve yüzümde tebessüm oluşuyor; birden ruh halimin değiştiğini fark ediyorum. Sizler de şimdi yazacağımı mutlaka deneyin. Sizi güldüren bir fıkra ezberleyin ve bunu düşünün… vücudunuzdaki etkiyi takip edin. Bir arkadaşınızın yanına gittiğinizde ‘Bugün çok iyi görünüyorsun, ne kadar mutlusun’ cümlesi ile karşılaşıyorsanız başarmışsınız demektir.[96]

Kahkahayla Gülmenin Bazı Faydaları

Öfke ve kin duygusu bağışıklık sistemini zayıflatıyor. Neşeli ve bol kahkaha atan kişilerin ise bağışıklık sistemi daha kuvvetli. 

Güldüğümüzde yüzümüzde 15 kas birlikte çalışıyor. Bu da yüzümüzün genç kalmasını sağlıyor.

Güldüğümüz zaman tümör ve virüslerle savaşan hücrelerimizin sayısı da artıyor.

Özellikle ruhsal bazı hastalıkların tedavisinde gülme terapisi kullanılıyor. Hastalar üzerinde olumlu etkileri olduğu gözleniyor.

Alman Dr. Heiner Uber Gülme Prensibi adlı kitabında, gülmenin 11 yararını şöyle sıralanıyor:

Cinsel yaşamın daha iyi olmasını sağlar.

Soğuk algınlığından korur.

Şeker hastalığına karşı korur.

Tansiyonun dengede kalmasını sağlar.

Vücuttaki ağrıların azalmasına neden olur.

Stresi yok eder.

Mutlu hissettirir.

Saldırgan ve sinirli olmayı engeller.

Fiziksel olarak iyi hissetmenizi sağlar.

Sindirime yardımcı olur.

Kötü huylu tümörlerle mücadele eder.[97]

Olumlu Mizah, Gülme ve Gülmenin Fiziksel Etkileri

Gülme, doğuştan gelen terapötik (iyileştirici) özelliği olan bir mekanizmadır, mizah entelektüel düşünce ile ilgili bir süreçtir ve sonradan öğrenilir. Bir insanın mizah duygusunun olması, çok gülmesi anlamına germez. Ancak mizah, gülmeyi yaratmada bir araç olarak kullanılabilir. Son 25 yıldır araştırmacılar, duyguların sağlık üzerindeki etkisini ölçmekte, duygusal durumumuzla bağışıklık sistemimizin çalışması arasındaki ilişkileri anlamaya ve daha fazla bilgi edinmeye çalışmaktadırlar. Bu araştırmaların bir kısmı, mizah ve gülmenin sağlık üzerindeki yararlarını ortaya çıkarmıştır. ABD, Avrupa, Avustralya, Japonya ve Güney Amerika’daki hastaneler; hastalar, hasta aileleri ve personel için bu yönde programlar hazırlamaya başlamışlardır. Bu programların bazıları palyaço ziyaretleri, bazıları komedi, video ve TV gösterileri, bazıları da ‘mizah terapistlerinin hastaları ziyaret etmesi üzerinde odaklanmaktadır. 

Bilimsel araştırmalar mizah ve gülmenin, stresi azaltıp bağışıklık sistemini güçlendirdiğini, insanların değişimle başa çıkmalarına yardımcı olduğunu göstermiştir. Sağlık ve sağlığın sürdürülmesinin önemi yadsınamayacağı için gülmenin sağlayacağı duygusal rahatlığa her zaman ihtiyaç olacaktır.[98]

Mizahın ve gülmenin yararları çok boyutlu olarak ele alınmakta ve fizyolojik, sosyal, psikolojik ve bilişsel yararı tanımlanmaktadır. Fizyolojik yararları, solunum sistemi, kardiyovasküler sistem, kas iskelet sistemi, gastrointestinal sistem, endokrin sistem, merkezi sinir sistemi ve bağışıklık sistemi üzerindeki olumlu etkileri bulunmaktadır. Sosyal etkileri; iletişimin, olumlu tutum, güven duygusu ve esnekliğin, yaratıcılığın artması olarak görülmektedir. îş yerindeki etkileri; ekip ruhunun kazanılması, çatışmaların ortadan kalkması, stresin azalması, iş tatmininin artması, öğrenme sürecinin hızlanması, üretkenliğin artması, maliyetlerin düşmesi ve kârlılığın artmasıdır. Mizahın bir insanın davranışsal ve duygusal sağlığı üzerinde oldukça belirleyici bir etki yaptığı bilinmektedir. İnsanın kendisine yönelik olumsuz ya da karamsar yaklaşımının, bedeni üzerinde olumsuz etki yaptığı, olumsuz ve eleştirel duyguların vücutta bir zincirleme reaksiyon başlatarak bağışıklık, hormon ve sinir sistemi arasındaki karmaşık iletişim ağını etkilediği, olumlu veya iyimser yaklaşımların ise iletişim akışının artmasına yol açtığı yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur.[99]

Gülümseme bebeklerin ve çocukların kullandığı ilk dildir. Gülümseme aynı zamanda bebek ile iletişimde karşılıklı dikkat ve etkileşimi getirir. Kahkaha ise vücudu harekete geçiren türde bir gülümsemedir. Ne yazık ki her yerde kahkaha atamayız. Başkalarının bu davranışımızı nasıl karşılayacakları konusunda endişeliysek, saygın bir imajı korumak konusunda duyarlıysak, gürültümüzle başkalarının rahatsız olacağını hissediyorsak ya da kültürümüzde gülmeye ilişkin güçlü tabular varsa kendimize hakim olmak için çaba gösteririz. Vücudumuzun olumlu mizaha ve gülmeye karşı cevabı iki aşamalıdır. Uyarılma döneminde fizyolojik belirtilerde artış gözlenir, bunun ardından ise tüm organlarımız dinlenme dönemindekinden daha az bir enerji ile çalışmalarını sürdürürler. Mizah ve gülmenin sistemlerimizde yarattığı etki ve değişiklikler aşağıdaki gibidir.[100]

Solunum Sistemi: Solunum hızı ve derinliği artar. Akciğerlerin içinde sürekli olan hava miktarı azalır. Bu da nefes alıp verme sırasında akciğerlerin daha fazla havalanmasına ve akciğerlerin bir atık ürünü olan balgamın kolay çıkmasına neden olur.

Kalp-Damar Sistemi: Gülmenin başlangıcında kalp hızı ve kan basıncı artar, izleyen dönemde ise her ikisi de düşer. Artık kişinin kan basıncı normal düzeyin altındadır ve el, kol, bacak gibi uç organlara kan akımı artmıştır.

Kas ve iskelet Sistemi: Gülme eyleminin başlamasıyla, nefes alışımız değişir. Bu değişiklik, ağızdan akciğerin en uç noktalarına kadar solunum kaslarının etkilenmesine sebep olur. Yüz kasları, kol ve bacak kasları önce kasılır, sonra gevşer ve bu devam eder. Kasların kasılıp gevşemesi dokuların ihtiyacı olan kanlanmayı sağlar.

Sindirim Sistemi: Salgılar artar, sindirim kolaylaşır, barsak hareketleri karın kaslarının hareketlenmesi ile hızlanır. Bu da sindirim sisteminin, sindirimde gerçekleşen kendi kendine hareketlerin düzenli olmasını sağlar.

Merkezi Sinir Sistemi: Ağrıya tolerans artar, stres algısı, öfke ve anksiyete azalır. Kontrol hissi, olumlu ve iyimser ruh hali ortaya çıkar. Bireyin özgüven ve özsaygısı artar.

Hormon Sistem: Gülme, endorfin ve steroid hormonlarının salınımına neden olarak hücre düzeyinde direncimizi artırır. Direnci artan hücrenin dayanıklılığı, vücudun savunma sistemine katkıda bulunur.

Bağışıklık Sistemi: Gülmeyle beraber bağışıklık sistemimizde yer alan ve bizim hastalanmamızı engelleyen vücut savunucularımızın sayısı artar. Ayrıca IgA, IgM ve IgG konsantrasyonları yükselir, B-lenfosit sayısı artar. Kompleman 3 miktarı çoğalır. Bunların kanda artması ve yüksek seviyede yaşamımızda yer alması, kanser gibi tedavisi zor hastalıkların oluşumunu engeller ve enfeksiyonlara karşı vücudumuzun direncini artırır.[101]

Olumlu Mizah ve Gülmenin, Düşüncelerimize ve Algılarımıza Etkileri

Mizah ve gülmenin sosyal etkilerine bakarsak; gülme, iletişimde iki yönlü etkileşimi destekler, insanları birbirlerine yakınlaştırır, olumlu tutumu teşvik eder, destekleyici bir ilişkinin devamlılığını • sağlar, güven duygusunu pekiştirir, esnekliği ve yaratıcılığı geliştirmenin yanında olaylara farklı bir bakış açısı ile yaklaşmamızı sağlar.

Mizah ve gülme bireyin, dünyayı daha geniş bir açıdan görmesine yardımcı olarak stres düzeyini azaltır. Mizah stres yaratan olaylar karşısında bireylere, olayların o kadar da güçlü ve korkutucu olmadığını göstererek strese karşı koruyucu etki yaratabilir. Shakespeare “Hiçbir şey iyi ya da kötü değildir, onu iyi ya da kötü yapan şey düşüncelerdir” sözünün ne kadar haklı olduğunu, yaklaşımımızın olayların etkilerini değiştirdiğini daima aklımızda tutmalıyız. Olumsuz stres altında iken probleme odaklandığımızda; çözüm gözümüzün önünde bile olsa göremeyiz. Yoğunlaştığımız olumsuz durum bakış açımızı daraltır, etrafımızdaki olaylara karşı dikkatimizi azaltır ve olumlu duygularımızı yaşamamızı engeller. Mizah, kısa bir süre de olsa içinde bulunduğumuz bu durumun dışına çıkmamızı sağlar ve bakış açımızı değiştirebilir.[102]

Duygularımızın Sağlığımız Üzerindeki Etkileri

Bir insanın tutum ve duyguları sağlığı üzerinde çok belirli bir etki yapar. Bu konu psikolojik durumun immün sistem üzerine etkisini inceleyen bilim dalı olan psiko nöro immünolojinin çalışma alanına girmektedir. Olumsuz ve eleştirel duygular vücutta zincirleme bir reaksiyon başlatarak bağışıklık sistemi, hormon sistemi ve sinir sistemi arasındaki karmaşık iletişim ağını olumsuz etkiler. Olumlu veya iyimser yaklaşımlar ise bunlar arasındaki iletişim akışının artmasına yol açarak sistemi olumlu etkiler. Psikolojik durumumuzun dayanıklılık sistemimiz üzerinde etkisini inceleyen çalışmalarda, bilim adamları, olumlu ve olumsuz hissettiğimizde moleküler düzeyde ne olduğunu araştırmaktadırlar. Bu alanda çalışan araştırmacılardan önde gelen bir tanesi moleküler biyolog olan Candace Perd’dir. Emosyon Molekülleri (Emotion Mollecules) adlı kitabında doğrudan bu konu ile ilgilenmektedir. Duygulara bağlı oluşan değişikliklere örneklerden bir tanesi, olumlu hissettiğimizde kanda ve bağışıklık sistemimizde endorfin düzeyinin yükselmesidir. Endorfinler sağlığımızı ve bütünlüğümüzü olumlu etkileyen hormonlardır.[103]

KAYNAKLAR

Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Çağlayan yayınları, İstanbul, 1969.

Ahmet Mithat efendi, İstanbul’da Bir Don Kişot (İktibas), Türk edebiyatı, sayı: 385.

Aziz Nesin, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı, (Yayına Hazırlayan: Turgut Çeviker), Adam Yayınları, İstanbul, 2001.

Barry sandres, Kahkahanın Zaferi, (Çeviren: Kemal Atakay), Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2001.

Ezel Elverdi ve arkadaşları (Hazırlayanlar)Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 6.cilt, dergah yayınları, İstanbul, 1986, s.384.

Henri Bergson, Gülme: Komiğin Anlamı Üstüne Deneme, Ayrıntı Yayınları, (çev. Yaşar Avunç) ,İstanbul, 1996.

Ömer Özcan, Başlangıştan Günümüze Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah (Yergi ve Gülmece), İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2002,

Rabelais, Gargantua, Çevirenler: Sabahattin Eyüpoğlu ve arkadaşları), Türkiye iş Bankası yayınları, İstanbul, 2000.

Saliha koç, İyileşme ve İyileştirmede Gülümsemenin Gücü, sistem yayıncılık, İstanbul, 2009.

Seyit Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Akımları, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1980.

Şaban Sağlık, Türk Romanı ve İroni, Hece Dergisi, Sayı, 124, 2007.

 

[1] Barry sandres, Kahkahanın Zaferi, (Çeviren: Kemal Atakay), Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2001, s.17.

[2] Barry sandres, a. g. e., s.18.

[3] Barry sandres, a. g. e., s.19.

[4] Barry sandres, a. g. e., s.19.

[5] Barry sandres, a. g. e., s.20.

[6] Barry sandres, a. g. e., s.22.

[7] Barry sandres, a. g. e., s.23.

[8] Barry sandres, a. g. e., s.23-24.

[9] Barry sandres, a. g. e., s. 24-25.

[10] Barry sandres, a. g. e., s. 25. Henri Bergson, Gülme: Komiğin Anlamı Üstüne Deneme, Ayrıntı Yayınları, (çev. Yaşar Avunç), İstanbul, 1996.  

[11] Aziz Nesin, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı, (Yayına Hazırlayan: Turgut Çeviker), Adam Yayınları, İstanbul, 2001, s.24.

[12] Aziz Nesin, a. g. e., s.25. 

[13] Aziz Nesin, a. g. e., s.26.

[14] Barry sandres, a. g. e., s.54.

[15] Barry sandres, a. g. e., s.55. Leonardo da Vinci, sanatçılar için insanların duyguları/heyecanları üzerine bir kitap yazmıştır: İlk kez 1551 yılında Paris’te yayımlanan Resim Kitabı. Leonardo şu gözlemde bulunur: “gülen kişi ile ağlayan kişi arasında gözler, ağız ya da yanaklarda herhangi bir farklılık yoktur; tek fark, kaşların çatılışında görülür, ağlayan kişide kaşlar aşağı çekilir, gülen kişide yukarı kaldırılır.”

[16] Barry sandres, a. g. e., s. 116.

[17] Barry sandres, a. g. e., s. 116-117.

[18] Barry sandres, a. g. e., s. 117.

[19] Barry sandres, a. g. e., s. 117-118.

[20] Barry sandres, a. g. e., s. 118.

[21] Barry sandres, a. g. e., s. 119.

[22] Barry sandres, a. g. e., s. 119.

[23] Aziz Nesin, a.g.e., s.21.

[24] Aziz Nesin, a.g.e., s.22.

[25] Aziz Nesin, a.g.e., s.22-23.

[26] Aziz Nesin, a.g.e., s.23.

[27] Aziz Nesin, a.g.e., s.23-24.

[28] Aziz Nesin, a.g.e., s.25.

[29] Aziz Nesin, a. g. e., s.27.

[30] Aziz Nesin, a. g. e., s.27.

[31] Aziz Nesin, a. g. e., s.27.

[32] Aziz Nesin, a. g. e., s.27-28.

[33] Aziz Nesin, a. g. e., s.28.

[34] Aziz Nesin, a. g. e., s.28.

[35] Aziz Nesin, a. g. e., s.29.

[36] Aziz Nesin, a. g. e., s.32-33.

[37] Aziz Nesin, a. g. e., s.32.

[38] Aziz Nesin, a. g. e., s.33.

[39] Aziz Nesin, a. g. e., s. 34.

[40] Aziz Nesin, a. g. e., s.34.

[41] Aziz Nesin, a. g. e., s.34-35.

[42] Aziz Nesin, a. g. e., s.35.

[43] Saliha koç, İyileşme ve İyileştirmede Gülümsemenin Gücü, sistem yayıncılık, İstanbul, 2009, s.20.

[44] Saliha Koç, a. g.e., s.20-21.

[45] Saliha Koç, a. g.e., s. 21.

[46] Saliha Koç, a. g.e., s.22.

[47] Saliha Koç, a. g.e., s.22-23.

[48] Saliha Koç, a. g.e., s.23.

[49] Saliha Koç, a. g.e., s.23.

[50] Saliha Koç, a. g.e., s.24.

[51] Saliha Koç, a. g.e., s.23-24.

[52] Saliha Koç, a. g.e., s.25.

[53] Saliha Koç, a. g.e., s.32.

[54] Saliha Koç, a. g.e., s.32-33.

[55] Saliha Koç, a. g.e., s.33.

[56] Saliha Koç, a. g.e., s.34.

[57] Saliha Koç, a. g.e., s.35.

[58] Ezel Elverdi ve arkadaşları (Hazırlayanlar)Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 6.cilt, dergah yayınları, İstanbul, 1986, s.384.

[59] Aziz Nesin, a. g. e., s.19.

[60] Aziz Nesin, a. g. e., s.19-20.

[61] Aziz Nesin, a. g. e., s.20.

[62] Aziz Nesin, a. g. e., s.20-21.

[63] Ömer Özcan, Başlangıştan Günümüze Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah (Yergi ve Gülmece), İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 19.

[64] Ezel Elverdi ve ark., a. g. e., s. 384.

[65] Rabelais, Gargantua, Çevirenler: Sabahattin Eyüpoğlu ve arkadaşları), Türkiye iş Bankası yayınları, İstanbul, 2000.

[66] Aziz Nesin, a. g. e., s. 29.

[67] Şaban Sağlık, Türk Romanı ve İroni, Hece Dergisi, Sayı, 124, 2007, s. 96.

[68] Seyit Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Akımları, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1980, s. 27.

[69] Ömer Özcan, a. g. e., s.20.

[70] Ömer Özcan, a. g. e., s.21.

[71] Ömer Özcan, a. g. e., s.21.

[72] Ömer Özcan, a. g. e., s.22.

[73] Ömer Özcan, a. g. e., s.22.

[74] Ezel Elverdi ve ark., a. g. e., s. 385.

[75] Ömer Özcan, a. g. e., s. 24.

[76] Ezel Elverdi ve ark., a.g.e., s.385.

[77] Ömer Özcan, a. g. e., s.24.

[78] Ömer Özcan, a. g. e., s.25.

[79] Ezel Elverdi ve ark., a.g.e., s.385.

[80] Ezel Elverdi ve ark., a.g.e., s.385-386.

[81] Ezel Elverdi ve ark., a.g.e., s.386.

[82] Aziz Nesin, a. g. e., s.70-71.

[83] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Çağlayan yayınları, İstanbul, 1969.

[84] Aziz Nesin, a. g. e., s. 315. 

[85] Aziz Nesin, a. g. e., s. 340.

[86] Saliha Koç, a. g. e., s. 5.

[87] Saliha Koç, a. g. e., s. 6.

[88] Saliha Koç, a. g. e., s. 6-7.

[89] Saliha Koç, a. g. e., s. 7-8.

[90] Saliha Koç, a. g. e., s. 8.

[91] Saliha Koç, a. g. e., s. 9.

[92] Saliha Koç, a. g. e., s. 9.

[93] Saliha Koç, a. g. e., s. 9-10.

[94] Saliha Koç, a. g. e., s. 10.

[95] Saliha Koç, a. g. e., s. 11.

[96] Saliha Koç, a. g. e., s. 11-12.

[97] Saliha Koç, a. g. e., s. 12.

[98] Saliha Koç, a. g. e., s. 39.

[99] Saliha Koç, a. g. e., s. 39-40.

[100] Saliha Koç, a. g. e., s. 40.

[101] Saliha Koç, a. g. e., s. 41.

[102] Saliha Koç, a. g. e., s. 42.

[103] Saliha Koç, a. g. e., s. 42-43.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen