Bak Postacı Geliyor- XXXI: Hâce-i Evvel Ahmet Mithat

Cemil Meriç Kırk Ambar’ın arka kapağında samimi bir itirafta bulunur: “Hepimiz Mithat Efendi’nin çocuklarıyız. İlmî tecessüsümüz yüz yıldır onun çizdiği sınırı aşamadı. Rıza Tevfik veya Hilmi Ziya, felsefeyle uğraşan birer Ahmet Mithat… Hüseyin Rahmi’yle Kemal Tahir, hikâyeci Ahmet Mithat’ın devamcıları. Ahmet Rasim’den Ali Kemal’e, Peyami Safa’dan Burhan Felek’e kadar her gazeteci bir yanıyla Ahmet Mithat. Kırk Ambar yazarı da ‘Hâce-i Evvel’in sayısız şakirtlerinden biri.”

Hâce-i Evvel yani, milletin ilmen ve fikren ilerlemesi için çeşitli bilgileri halkın anlayacağı biçim deyayan kimse sıfatıyla tanınan, bilinen Ahmet Mithat, edebiyat dünyamızın önemli simalarından biridir.  Yazı hayatına atıldığı günden son nefesini vereceği saate kadar hiç bıkmadan yazan, anlatan Ahmet Mithat âdeta bir yazı makinesidir. Harfler kelimelerle buluştukça o yazmış ve yayımlamıştır. İstanbul’da Tahtakale’de tuttuğu bir evde, ufacık bir baskı makinesi kurar ve hepsi kadın olan ev halkı ile birlikte “Letaif-i Rivayet” adlı hikâye kitabını basar sonra da çarşı pazar dolaşıp satar.

“Ahmet Mithat’ın ecdadına irfan borcu yoktur. Kendisine nur mirası kalmadı. Fakat o, kendisiyle bir hanedan başlatmak; hem kendi evladına, hem memleket çocuklarına irfan mirası bırakmak saadetine ermiştir.” [1]derken Hakkı Süha Gezgin, yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü o, bir milletin ancak okuma, kültür ve görgü yoluyla kalkınacağını ileri süren çalışkan bir yazardır.

Cenap Şehabettin onun gayretini şu cümlelerle anlatır: “Efendi merhum tam manasıyla Türkiye’nin kalem şampiyonu idi. Şimdiki çelik yazı makineleri onun parmaklarına nispetle biraz küçük oyuncaktır. Bilmem kim, onu İngiltere’deki yüksek fırınlara benzetmişti ki, içlerinden durmaksızın erimiş maden akar. Onun bu dünyada bir tek sevdası vardı: Yazmak ve mümkün olduğu kadar çok yazmak.”

Yazmak konusunda kendi gücünün farkında olan Ahmet Mithat, dostlarına “…benim günde otuz iki sahife kaleme alabilecek kadar kuvvetim olduğunu siz bilirsiniz.”[2] derken hiç de abartmamaktadır.  Yazdıkları ve yaptıkları göz önüne alındığında, onun bir yazı makinesi olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. 200 kitap ve on binlerce nüsha gazete çıkarmış, olağanüstü bir yazardan söz ediyoruz.   Ama bu özelliklerinin başında onun hiç kuşkusuz en dikkat çekici tarafı faydalı olanı, her zaman estetiğin ve zevkin önüne koymasıdır. Çünkü amacı milleti aydınlatmak, bilgi sahibi kılmaktır. Yaşadığı dönemde var olan edebî türlerin hemen hepsinden örnekler vermenin dışında, tarih, felsefe, din, biyoloji, coğrafya, astronomi, fizik, iktisat ve daha başka birçok alanda yazıları, eserleri ve tercümeleri vardır. 

Onun bu bitip tükenmeyen aydınlatma arzusu sadece İstanbul’la sınırlı değildir. Sınırlar ötesindeki Türklerin de ilim, kültür kapısını sonuna kadar aralamalarını ister. Mesela, Kazan Türklerinden gazeteci Fatih Kerimi’nin İstanbul’a gelip Mülkiye’ye kaydı sırasında Ahmet Mithat’ın yardımına başvurması, bize onun Türkiye dışındaki Türkler tarafından da okunan bir yazar olduğunu göstermektedir.  Ahmet Mithat’ın bu isteği ancak bir şartla yerine getirdiğini 28 Mart 1898 tarihli Fatih Kerimi’ye yazdığı mektuptan anlıyoruz. O şart da şudur: Mektebi bitirdikten sonra ülkesine döneceğine ve halkına hizmet edeceğine dair söz vermesidir. Yine mektuptan anlaşılacağı üzere Fatih Kerimi bu sözü yerine getirmiştir. İşte o mektuptan birkaç satır: 

“Bu babda gayret ederim amma ba’de’t tahsil burada kalmanız şartıyla değil yine Rusya’ya dönüp oradaki ihvan-ı dini talim ve terbiyeye hizmet etmeniz şartıyla![3]

Ahmet Mithat’ın bu konudaki ısrarının sebebini Ahmet Kabaklı, Hâce-i Evvelin Osmanlıcı ve Türkçü oluşuna bağlar. Çünkü Ahmet Mithat, Türkçenin belki 5000 sene önce bile bütün Asya’da konuşulduğunu söyleyenlerden biridir. 

1844’te İstanbul’da doğan Ahmet Mithat’ın asıl adı Ahmet’tir. Mithat ismi ona Tuna valisi Mithat Paşa’nın iltifatıdır. Rusçuk’ta memuriyete başlayan Ahmet Mithat, çalışkanlığıyla kısa zamanda Paşa’nın gözüne girer. Birlikte Bağdat’a giderler. İstanbul’dan Bağdat’a giden kafilede meşhur ressam Osman Hamdi Bey de vardır.  Avrupa’dan yeni gelen Hamdi Bey, bu yolculuk sırasında Ahmet Mithat’ı sohbetiyle, kültürüyle ve yaptığı resimlerle derinden etkiler. Bir başka deyişle Hamdi Bey, onu Batı’nın kitaplarıyla ve kültürüyle tanıştırır. Ahmet Mithat Bağdat’ta “Zevra”  gazetesinin müdürlüğünü yapar.  İstanbul’a dönüşte yazı hayatına uçarcasına atılır.

Gerçi yazdıklarıyla zaman zaman idareyi öfkelendirip sürgünlerden nasibine düşeni alsa da okumaktan, yazmaktan, anlatmaktan bir türlü vazgeçmez. 1873’te Rodos’a gönderilir. İlk günlerde sıkı bir zindan hayatı yaşayan Ahmet Mithat, sonraları serbestliğin imkânlarından faydalanarak hapishane arkadaşlarının da desteğiyle bir cami avlusunda Medrese-i Süleymaniye adlı bir okul yaptırır. Orada çocuklara ve mahkûmlara Batı usulünce dersler okutur. Sürgündeyken akrabası Mehmet Cevdet’e İstanbul’da Kırk Ambar isimli bir dergi çıkarttırır ve devrin fikir hayatına tesir eder.

1876’da 1. Meşrutiyetin ilanıyla bağışlanıp İstanbul’a dönünce, daha dikkatli olmaya başlar. İdareye muhalif olan gruplardan uzaklaşıp devleti istediği gibi yönetenlerle iyi geçinmenin yollarını arar. E, biraz da haklıdır adamcağız; çünkü  

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı Hükûmet’ten [4]

diyenlerin başına neler geldiğini gayet iyi görmüştür…  Bakıyorum ben de Ahmet Mithat’ı anlatırken farkında olmadan onun gibi yazmaya başlamışım. İşte, Ahmet Mithat da böyle yaparmış; mesela, bir hikâyede bir savaş sahnesini anlatırken birden savaşı kesip savaşta kullanılmakta olan topun bütün teknik özelliklerini, yapılış şeklini sade bir dille okuyucusuna sunar onu birtakım bilgilerle donattıktan sonra, hikâyeyi anlatmaya devam edermiş. Boşuna dememişler Hâce-i Evvel, diye… 

Evet, bizim Hâce-i Evvel’imiz, sürgün sonrası önce Takvim-i Vakayi’nin müdürü olur sonra döneminin en etkili gazetesini, Tercüman-ı Hakikat’i çıkartır. Bu gazete aynı zamanda Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi gibi seçkin yazarların yetiştiği mekândır. Gazetenin edebiyat kısmının sorumlusu da Lugat-i Nâcî’nin müellifi, damat Muallim Naci’dir.

Ahmet Mithat ile Muallim Naci arasındaki ilişki ise patron-çalışan, yazar-şair, öğretmen-öğrenci kayınpeder-damat gibisinden ilginç bir hâlde devam etmiştir… Muallim Naci’nin Tercümanı Hakikat’e katılması hususunda Ahmet Mithat’ın yazdığı mektuplar, Muallim Naci’nin cevapları hem yazanların karakterini hem de dönemin sosyal, kültürel atmosferini anlamamız açısından önemli belgelerdir.  Bu mektuplar bir zaman sonra Tercüman-ı Hakikat’te tefrika edilmiştir. Ancak işin tuhafı, mektuplarda tarih yoktur. 

Neyse, işte o mektuplardan birkaç satırlık bölümler ama önce Muallim Naci hakkında bir iki küçük not: 

Asıl adı Ömer’dir. Naci adını, “Muhayyelat-ı Aziz Efendi”deki hikâye kahramanı Naci’den alır. Recaizâde Ekrem’in karşısına eski edebiyatın savunucusu olarak çıkar. Bildiğiniz Zemzeme’ye karşı Demdeme’yi yazar…  

Ahmet Mithat’tan Muallim Naci’ye… 

“Şair hazretleri!

Her şeyden önce seslenmeye dikkat buyuruyor musunuz?

Yalnız seslenişim değil, şu sorum da dikkate değer.  Özentisizce yazışıp söyleşmek üzerine verdiğiniz öğüdü hemen kabul etmiş olduğumu bundan anlarsınız.

Vaktiyle benim de birçok cafcaflı yaltaklanma yazıları yazmış olabileceğimi söylüyorsunuz. Ona şüphe mi var? Fakat uzun zamandan beri o yazış yolunu öyle kesinlikle bıraktım ve sade yazmaya o kadar alıştım ki…

Bir romanda bir beytimi gördüğünüzü söylemekle birlikte, şiiri pek de sevmediğim yargısına varmışsınız. (…) …eldeki şiir eserleri içinde beğenilecek şeyleri pek seyrek görmeye başladım. Hangilerini beğeneyim? Hepsinin dediği “Sâki bana şarap ver. Sarhoş olayım. Gebereyim. Çünkü bana felek ya da sevgilim üzüntü verdi!”

Kendi söylediğim ve söyleyeceğim şeyler dahi bunlardan başka bir şey olmadığını ve olamayacağını görerek şiir defterimi bıraktım… 

Ben sizde Osmanlı şiirinde büyük bir değişmenin değiştiricisi, büyük bir yeniliğin yenileyicisi olmak yeteneği görüyorum.

Size kavuk sallıyorum sanmayınız. Ne bana sallanan kavuklardan hoşlanırım ne de kendim kavuk sallamaktan tat alırım…”

Muallim Naci’den Ahmet Mithat’a…

“Efendimiz Hazretleri!

Üçüncü yüce mektubunuzu okuyup yararlandım ve memnun oldum.   Her fıkrası gönül yüceliğinize, düşüncelerinizin doğruluğuna tanıklık ediyor. Zaten sizin gibi kamuya bilgelik dersi vermek üzere yaratılmış bir seçkin yazarın kültür şarabının oluğu olan bilge kaleminden başka türlü söz düşünülebilir mi? 

Bu mektubunuzun en çok hoşuma giden yerlerinden birisi, “ubudiyet”in (kulluğun) gerçek Tanrıya özgü olması gerekeceği, gerçeğini gösteren son parçasıdır. Ne kötü alışmışız. Şuna arz-ı ubudiyet (kulluk sunma) buna arz-ı ubudiyet! Bundan ne elde ederiz. Ara yerde gerçeğin kaybolması…

Küçük sayılan bir adam büyük sayılan bir adama bir mektup yazmak istiyor. Kalemi kâğıdı eline alıyor. Kalemi bir kere hokkaya batırıyor. Ama bu batırış yazmak içi değil. Ne bileyim ne için! Başlıyor düşünmeye. Düşünüyor, düşünüyor!

Böyle bir beye acımam. elindeki kaleme acırım. Zavallı kalem! Sen öyle ellerde Eyüp oyuncağına dönecek şey misin?”[5]

Evet, gördüğünüz gibi müstakbel kayınpederle damat arasındaki mektuplaşmalar böyle devam eder gider.  Gerçi Muallim Naci, Ahmet Mithat’ın üzerine tir tir titrediği kızı Mediha Hanım’la henüz tanışmamıştır. Lâkin tanışması da pek yakındır ve romantik bir tablo gibidir. 

Mediha 14 yaşındadır. Muallim Naci 35. Bir gördüm, bin vuruldum; dercesine bir aşkın hikâyesini yaşarlar.  Yer Beykoz, Hünkâr iskelesi. Her gün babasını karşılamak için bu iskeleye süvari kıyafetine bürünerek atına binip gelen Mediha, o gün babasının yanında yabancı bir erkek görür. 

Burada sözü Hikmet Feridun Es’in “Tanımadığımız Meşhurlar” eserine bırakalım: (2009,s.62)

“Genç kız babasını rahatsız etmemek için atının üstünden onları sadece selamlar ve atını mahmuzlayarak dörtnala kaldırır. Kapüşonunun etrafından dışarıya fırlayan kâküllerini rüzgârda dalgalandıra dalgalandıra uzaklaşır. Naci, beyaz bir atın üzerinde uçarcasına ve saçlarını havalandıra havalandıra uzaklaşan bu 14 yaşındaki kızın arkasından hayran hayran bakakalır.”

Ve meşhur, “Ey Şehsuvar dur!” şiirini o zaman söyler. Dört bentten oluşan bu şiirin ilk bendinde “şair, ata binen sevgilisine, onu dizgin etmemesine halkın gücendiğini (aslında gücenen kendisidir) söyler ve ondan durmasını ister. Bu isteğini diğer mısralarda da tekrarlar.  Kâküllerinin toz toprak içinde kaldığını; âşıktan yani kendisinden kaçılmayacağını; maşukun kararsız gönlünün karar vermesi için durması gerektiğini belirtir ve kendisinin tutkun bir piyade olduğunu ilan eder.

“Pek dizgin etme, halk ediyor inkisâr, dur

Kâküllerin amân oluyor pür-gubâr, dur

Âşıktan öyle hiç edilir mi firâr? Dur

Ârâmsız gönül biraz etsin karâr, dur

Üftâde bir piyâdeyim, ey şeh-süvâr!… Dur!

İşte, bu şiirli tanışma tablosunun ardından 9 Ekim 1884’te Beykoz’da Ahmet Mithat Efendi’nin çiftliğinde çok şatafatlı bir düğün yapılır. Düğünde Muallim Naci’nin arkadaşı, eğitimci Mustafa Reşit, bu izdivacın sıradan bir izdivaç olmadığını belirterek bu izdivaç “Hikemiyât ile Edebiyatın izdivacıdır.” der. Öyle görünüyor ki burada “Hikemiyat” yani hikmetli sözler veya felsefe Ahmet Mithat’ı, “Edebiyat” ise Ömer’in Çocukluğu’ nu yazan Muallim Naci’yi temsil eder.[6]

Ahmet Hamdi Tanpınar göre, “Mithat Efendi biraz da ‘Gil Blas’taki doktora benzer. Nasıl o, şehir halkına hastalarına bakmayı, yani hasta olmayı, hastalığı kabul etmeyi öğrettiyse Mithat Efendi de Türk cemiyetine roman okumayı öğretti.” [7]

Ve yine Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, “O, ne yeninin ne realizmin ne de romanın peşindedir. O, sadece okuyacak şey hazırlayan adamdır… Onun kitaplarıyla çalışan insan hayatına dinlenme saati girdi. Okumaya ayrılan saat… Küçük ahşap evlerde lamba başındaki saatler, başka bir mana ve hüviyet kazandı. Bütün bir aile okuma bilenin etrafında toplandı.” [8]

 

Okumak, okuyan bir toplum oluşturmak. Ne büyük mutluluk… Şayet bir gün bunu gerçekleştirirsek bu tablonun mimarı hiç kuşkusuz Ahmet Mithat olacaktır. Çünkü o, ömrünü böyle bir gaye uğruna harcayan bir Hâce-i evveldir. Ölürken bile görevinin başındadır. Gönüllü olarak dersler verdiği Darüşşafaka’da nöbetçi olduğu bir gün, 28 Aralık 1912’de, 68 yaşında, kalbi durur, vefat eder. 

 Dipnotlar

[1] Haz. Beşir AYVAZOĞLU, Hakkı Süha GEZGİN, Edebî Portreler, Timaş Yay.1999, s.29

[2] Ahmet KABAKLI, Türk Ed. Türkiye Yay. İst.1968.C.2, s.601

[3] Fazıl GÖKÇEK, İlmî Araştırmalar-8, İst.1999

[4] Namık KEMAL, Hürriyet Kasidesi

[5] Mektup Özel Sayı, TDK. Yay. Ank.2017 138-149

[6] Âlim KAHRAMAN, Beykoz Sempozyumu,2019, s.289

[7] A. Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi Çağlayan Kitabevi. İst.1976 s.460

[8] A. Hamdi TANPINAR,  age. s.459-460

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen