Ekonomi-Güven İlişkisi Üzerine

“Güven” kelimesi, özellikle Amerika ile yaşadığımız “rahip Brunson” krizi ile tetiklenen son ekonomik krizin başladığı, Covid 19’un da üzerine tuz-biber ektiği yılların en çok duyulan kelimesi. Bu süreçte yönetenlerimiz sıkça “kendilerine güvenmemizi” istediler, istemeye de devam ediyorlar. 

Ben, bu isteği hep tuhaf bulmuşumdur. Özellikle siyasilerinkini çünkü vatandaş, her kime oy veriyorsa zaten güvendiği için veriyor. Bu birinci aşama. İkinci aşamada ise onlar yaptıklarıyla bu güvene layık olmak zorundalar. Diğer bir söyleyişle “yaptıkları, yapacaklarının teminatı” olmak zorunda.

Aşağıda sizlere “güven” ile ilgili birkaç örnek vereceğim. İçlerinde siyasetçi olmayanlardan örnekler de var ve hem güven vermek onların da görevi hem de “yaptıklarının, yapacaklarının teminatı olması” kuralı elbette onlar için de geçerli.

İki kesimin ortak özelliği, karar verme ve uygulama yani yönetme yetkisine sahip olmaları.

Güvensizlik, 2014’ün başında başladı

Aşağıdaki alıntı, 24 Ocak 2014 tarihli “Ekonomide hasar büyüyor” başlıklı makalemden:

“Perşembe günü yazıya başlarken Merkez Bankası (MB) dolara müdahale etti; hızla 2.30’a doğru giden dolar 2.15 seviyelerine düştü, üç saat içinde tekrar çıktı. Cuma günü 2.33’ü geçti. Müdahale miktarının 3 milyar dolara yaklaştığı söyleniyor. Böylesine büyük bir miktar bile dövizin ateşini düşüremedi. 

Hükûmet, dövize müdahale yoluyla, ‘seçime kadar’ doları 2.30’un altında tutabileceğini hesaplıyor. Bunun döviz stoklarımızı riskli şekilde eriteceği (sadece 35 milyar doları bize ait) bilindiği hâlde ‘faiz silahının’ kullanılmasını istemiyor. Faizleri yükseltirse ‘oy kaybedeceğini’ düşünüyor. Aylardır bu tehlikeli oyun oynanıyor, amaç yerine araç tartışması yapılıyor. Nitekim hafta başında MB, faizi yükseltmeyeceğini tekrar ilan etti fakat bu laftan ibaret kaldı, piyasa faizi yüzde 11’e dayandı. Hükûmet, piyasanın olan bitenin farkında olmadığını sandığı ve kartları açık oynamadığı için bir ‘güven krizi’ de yaşanıyor; döviz ve faiz birlikte yükseliyor.

‘Güven krizi’nin temelinde, içeride ve dışarıda ‘düşman üreterek’ ekonomik başarısızlığın faturasını başkalarına kesme gayreti var. Hükûmet bundan vazgeçmezse doların 3.00 TL’ye hatta daha yukarı çıkması bana göre sürpriz olmayacak. Borsa, enerji maliyetleri, işsizlik, enflasyon bundan nasıl etkilenir tahmin etmek zor değil. Büyüme mi? Onu unutun zaten.”

Bu paragrafın içinde hangi tespitler var: 

  1. Türkiye’nin gerçekleri ile hareket etmemek.
  2. Ekonomi biliminin gerçekleri ile hareket etmemek.
  3. Gerekeni ve gereğini zamanında yapmamak.
  4. Devletin döviz rezervlerinin boş yere harcanması.
  5. Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale.
  6. Şeffaflık yerine gizlilik politikasının tercih edilmesi.
  7. İçeride ve dışarıda düşman üreterek başarısızlığın faturasını başkalarına kesme gayreti. Hatalarla ve gerçeklerle yüzleşmemek. Ürettikleri mazeretlere zamanla üretenlerin kendilerinin inanmaya başlaması.
  8. İçeride ve dışarıda, insanların olan bitenin farkında olmadığını sanmaları.
  9. Bütün bunların sonucu olarak “güven sorunu”.

Yukarıdaki paragraf sadece tespitler ve öngörüler içermiyordu, her zamanki gibi aynı zamanda yönetenlerimize bir uyarıydı.

Hafızamızı şöyle bir yoklayalım. O günden bu güne ne değişti? Sadece rakamlar. Onlar da öngördüğümüz gibi olumsuz yönde değişti.

O günden bu güne her geçen gün ekonomik krizi daha ağır yaşadığımıza, dolar yine 10 TL’ye göz kırptığına, faizler devlet eliyle yüzde 20’ye dayandığına, işsizlik alıp başını gittiğine göre başımıza gelenlerden ders almış mıyız? Almamışız. Covid 19 sorunu olmasaydı da gecikmeli olarak bugün yaşadığımız ekonomik sorunları yaşayacaktık. Hiç şüpheniz olmasın.

Döviz alanın eli yanar

İşte duymaktan gına getirdiğim bir cümle daha: “Döviz alanın eli yanar.”

Yıllar içinde bu cümleyi duymaktan öylesine bıkıp usandım ki kim kullanırsa hemen “Yanmayacak.” şeklinde karşılık vermeye başladım. Yıllardır böyle sürüp gidiyor.

Sonuç:

Yanmadı. Tersine, dolar alanlar yüksek oranda kâr etti. Görünen o ki kâr etmeye de devam edecekler.

Tabii ki yönetenlerimizin her türlü krizde “İnsanlar paniğe kapılmasın.” diye sözlü yönlendirme yapmaya çalıştıklarını biliyor ve anlıyorum fakat eğer belli bir sürede, örneğin “Döviz alanın eli yanar.” cümlesini kurmaya başladığınızdan itibaren bir yıl içinde dövizde bir gerileme başlamazsa hesap tersine döner. Döndü de… 

Yıllardır dövizle ilgili yaşadığımız şudur: 

İnsanlar baktı ki “döviz alanın eli yanmıyor”, bu cümle her kurulduğunda “Döviz al!” olarak anlamlandırdı. Diğer bir söyleyişle dövizi düşürmek için gerekli zamanda gerekli önlemler alınmadığı, sadece lafla düşürülmeye çalışıldığı için ortaya “güven sorunu” çıktı. Böyle durumlarda zamanla sorun öyle bir hâl alır ki artık doğru ekonomik politikalar uygulamaya başlasanız bile insanlar size şüpheyle bakar ve dövize yönelmekten vazgeçmez. 

Hatırlayın lütfen! “Döviz almayın!” çağrılarının ayyuka çıktığı hatta döviz alanların “vatan haini”, satanların “vatansever” olarak adlandırıldığı günlerimiz bile oldu (hâlâ böyle) ama vatandaşın dövize olan ilgisi hiç azalmadı. Veriler gösterdi ki dövize en çok talep olan iller arasında, iktidarın en çok oy aldığı iller ön sıralardaydı. Yani bu öyle bir durumdur ki vatandaş, farklı sebeplerle oyunu vermeye devam edebilir ama dolarını vermez. Sözle önlenmeye çalışılan panik misliyle geri gelir ve hasar, telafisi on yıllar alacak düzeye erişebilir. Şimdilerde bu aşamadayız. Bir nevi “ekonomik sırat köprüsü”ndeyiz.

Yeni Merkez Bankası Başkanı ve güven

Yeni Merkez Bankası Başkanı Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu, 29 Nisan’daki ilk basın toplantısında 2023 yılı için yüzde 5 olan enflasyon hedefini koruduklarını, bu Nisan’da enflasyonda tepeyi göreceğimizi ve bu hedeflere bizim de inanmamızı yani kendilerine güvenmemizi istedi.

Ben de toplantının hemen arkasından yaptığım sosyal medya paylaşımımda, “İnanalım da Sayın Başkan, niye inanalım?” diye sordum. 

Bu soru, özellikle son iki yıl içinde Merkez Bankasında yaşanan başkan ve politika değişiklikleri ile değişiklik yöntemleri düşünüldüğünde sorulabilecek en normal ve mantıklı soruydu.

Ayrıca Yeni Başkan’ın, Merkez Bankasının politikaları konusundaki fikirlerini, yazılarından yakından biliyoruz.

Bu şartlar altında, sunumunu ve sorulara verdiği cevapları da dikkate aldığımda konuyu şu sorularla açtım ve şüphelerimi de açıkça yazdım:

  1. “Sıkı para politikasının kararlılıkla ve sabırla sürdürüleceğini”ifade ettiniz. Doğal olarak soruldu: “O zaman niye Başkan olarak yayımladığınız ilk metinden bu ifadeyi çıkarmıştınız? Ne değişti de şimdi (kısa süre sonra) yine metne kondu?” Tatmin edici bir cevap veremediniz. Dolayısıyla şimdi ben de şöyle sorayım: Yarın, yine durup dururken, “Sıkı para politikasından vazgeçtik.” demeyeceğinizi veya böyle düşünmemizi sağlayacak tasarruflarda bulunmayacağınızı nereden bileceğiz?
  2. “Harcanan 128 milyar dolar”ile ilgili soruyu geçiştirdiniz. Hatırlatayım: Siz siyasetçi değilsiniz. Uyarayım: Hatırınızın selefinizden fazla olduğunu sanmıyorum.
  3. Soruları önceden almıştınız. Şeklen sesli olarak tekrar sordurdunuz ve cevaplarınızı da önünüzdeki kağıttan okudunuz. Bıraktığınız intiba şudur: Konulara hâkim değilsiniz.
  4. Sürekli “ben”diyerek konuştunuz (düşünüyorum, öngörüyorum vs.). Siz, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası adlı devlet kurumunun başkanısınız ve açıkladığınız kararlar, başkanı siz olsanız da bir kurul tarafından alınıyor. Yine de bu tavrınızı beğendim (!). Maalesef, fiili durum bu!.. O kurul üyeleri, her gelen başkana göre neredeyse yüzde 100 farklı kararlara imza atabildiklerine yani Türkiye’nin gerçekleri ve ekonomi biliminin rehberliğinde alınan kararlara imza atmak yerine, gelen başkanın istediklerini onayladıklarına göre bu durumu ifşa etmenin bir sakıncası olmasa gerek.
  5. Yeteri kadar soru sordurmadınız. Sorulanlar da geçiştirildi, güven verici cevaplar verilmedi.
  6. Dua edin de ABD faiz artırmasın.
  7. Üstelik konuşulanların içinde jeopolitik, siyasi ve askerî riskler ile virüs riski yoktu. Siz hâlâ şapkadan tavşan çıkarmaya çalışıyorsunuz. Çık-maaaz!…

Şu eklemeyi de yapayım: 

Bizler, bu ülkenin vatandaşları olarak kendi merkez bankamızın para politikaları kurulunda neler konuşulduğunu, dolayısıyla neye göre karar alındığını bilmiyoruz ama örneğin ABD Merkez Bankası FED’in toplantılarında kurul üyelerinin neler söylediğini biliyoruz çünkü açıklıyorlar. 

Onların yaptığının adı “şeffaflık” ve şeffaflık olmadan insanlara kalıcı olarak “güven vermek” mümkün değildir.

Tarımsal hasılamızın yüzde 47 artması ve güven

Bu açıklamayı, Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli 10 Ocak 2021’de yaptı:

“Tarlada, bahçede, serada, ahırda ve merada üretimin devam etmesini sağladık. Son iki yılda tarımsal hasılamız yüzde 47 artışla 277,5 milyar liraya ulaştı. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin sağladığı imkânlarla tarım sektörü iki yıldır tüm çeyreklerde büyüme gösteriyor.”

İlk okuduğunuzda ne düşündünüz?

Demek ki son iki yılda tarım üretimimiz yüzde 47 artmış. Harika haber!.. Sonra bakıyorsunuz, böyle bir durum yok. En iyi ihtimalle yerinde sayıyor. 

Şu hâlde üretim artmamış ama ürünlerin satış fiyatları artmış. Demek ki çiftçilerimizin kazancı son iki yılda yüzde 47 artmış. Bakan Pakdemirli, bu durumu “büyüme” olarak gördüğüne göre böyle olmalı… Ne güzel, muhteşem!..

Peki, gerçekten böyle mi?

Olmadığını hepimiz biliyoruz. Bırakın çiftçimizin kazancının yüzde 47 artmasını, gün geçtikçe fakirleşiyorlar. Ürünlerin fiyatları, maliyetlerinin çok altında olduğu için tarlada kalıyor. Toplanan ürünler para etmediği için çöpe dökülüyor, depolanan ürünler depolarda çürüyor.

Böyle olduğuna yani Bakan Pakdemirli’nin söylediği büyüme, üretici tarafında ürün veya kâr artışı olduğu anlamına gelmediğine göre neyi ifade ediyor? 

Üretici enflasyonunu (ÜFE) ve maliyetlerde meydana gelen anormal artışı ifade ediyor. Üstelik bu öylesine anormal bir artış ki resmî rakamlara göre tüketici enflasyonunun iki katına karşılık geliyor. Bir sonraki aşamada ise zaten yüksek olan tüketici fiyatlarını daha da yükseltecektir.

Yani aslında ortada “övünülecek” değil, “dövünülecek” bir durum var. Üretici ve tüketici, dolayısıyla tarımımız bakımından bir dram var. 

Bir örnek daha:

Sürekli “tarımsal üretimde Avrupa’da birinci sırada olduğumuz” gibi övünmeler duyuyoruz. Bizim tarım arazimizin toplam büyüklüğü, tek tek onların toplam yüz ölçümünden büyük olduğuna göre böyle olması son derece doğal. 

Peki, verimimiz onlarınkinden daha mı yüksek? Çiftçimizin kişi başına düşen millî geliri ve refahı, onların çiftçisinin gelirinden ve refahından daha mı yüksek?

Kesinlikle hayır!..

E o zaman?

“Güven” kelimesini zaman zaman Bakan Pakdemirli’den de duyuyoruz. “Devletin bakanının sözüne güvenilmesi gerektiğini” söylüyor. 

Bence, kendilerine güvenmemizi istiyorlarsa, yukarıdaki örneklerdeki gibi algı cümleleri kurmaktan vazgeçmeliler çünkü ben, bu tür cümleleri bilgime, zekâma, aklıma dolayısıyla şahsıma hakaret olarak algılıyorum. 

Ben böyle algılıyorsam ürünü tarlada kalan, depoda çürüyen, çöplüğe dökülen çiftçi nasıl algılar? Siz çiftçi olsaydınız, bu şartlarda güvenle üretime devam eder miydiniz?

Sokağa çıkma yasakları ve güven

Covid 19 belasıyla karşılaştığımızdan beri, “bu belayı yeterince ciddiye almadığımızı, dolayısıyla yeterli tedbirleri almadığımızı” söylüyor ve yazıyorum. Eğer tedbirlerdeki gevşeklik ekonomik aktivitenin devam etmesi içinse, virüsü yok edecek sıkı bir kapanma yerine tercih edilen gevşek tedbirlerin ekonomiye kat be kat fazla zarar vereceğini de iddia ediyorum. İddiamın arkasındayım.

Yönetenlerimizin süreçteki iletişimi de çok yanlıştı. Örneğin kamuoyu ile gerçek hasta ve vefat sayılarımızı paylaşmadık ama rakamların gerçek olduğu konusunda ısrarcı olduk ve bu rakamları da Covid 19 ile mücadelemizin çok başarılı olmasına bağladık. Gerçek, Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ), “vaka sayılarının DSÖ rehberlerine uygun yapılması” çağrısı üzerine saklanamayacak hâle geldi. Buna rağmen, gerçek rakamlar DSÖ’ye -mecburen- gönderildi ama Sağlık Bakanı Koca’nın basın açıklamalarına yansımadı. 

Açıklanan rakamların gerçekleri yansıtmadığı ortaya çıktığında Koca, böyle davranmalarının sebebini -mealen- “Ülkemizin menfaatleri için.” şeklinde açıklamıştı ve içeriden gelen eleştirilere sitem etmişti. 

Siteme hakkı var mıydı? Hayır tabii ki çünkü herkes gerçeği biliyordu zaten. Dolayısıyla o gün gerçeklerin saklanması bugün bile başımıza bela olmaya devam ediyor çünkü “güven” zaafına sebep oldu.

Örneğin son açıklanan rakamların ne kadar gerçeği yansıttığı üzerinde de derin şüpheler var. Vatandaş, açıklanan rakamları hâlâ inandırıcı bulmuyor. İnanmayan sokağa çıkıp önüne çıkan birkaç kişiye soruversin.

Kendi insanımızı inandıramadığımız bir konuya başkalarının inanmasını beklemek ne kadar gerçekçi! 

Nitekim bildiğiniz gibi UEFA, 29 Mayıs’ta oynanacak Şampiyonlar Ligi finalini İstanbul’dan alarak Porto’ya verdi. 13 Haziran’da İstanbul Park’ta yapılması planlanan F1 İstanbul ayağı iptal edildi. 

Her ne kadar bunlar ve benzeri kararlar, batının Türkiye düşmanlığının tezahürü olarak görülse de ister böyle olsun ister olmasın, tutarsız uygulama ve sözlerimizle fırsat verenin biz olduğumuz da açık. 

Büyük yarayı ise turizmde alma ihtimalimiz gün geçtikçe artıyor. Buradaki asıl sorun ise aşılama ile ilgili yapılan açıklamalar ile aşılama işinin aynı paralelde gitmiyor olması. 

Yani hâlâ önemini anlayamadığımız asıl sorun, “güven sorunu”.

Özellikle son tam kapanma uygulaması ise tam bir faciaydı. “Bu süreçte izin verilmeden girilmesi imkânsız tek mekân neresi?” dense, cevap “Stadyum.” olurdu herhâlde ama birçok maçta taraftarlar stadyumları doldurdu. Birileri izin vermiş ya da göz yummuş belli ki!.. Dolayısıyla stadyumlara girmeleri engellenemeyen binlerce insanın sokaklarda galibiyet ve şampiyonluk kutlamaları yapmalarını engelleyebilmek zaten mümkün değildi. 

Herkese yasak olmasına rağmen, birilerinin yapmaya devam ettiği toplantıları, cenaze törenlerini, ziyaretleri saymıyorum bile. Olan, istihdamın en yüksek olduğu iş alanlarına, meslek gruplarına ve küçük esnafa oldu.

Herkes sokaklarda ama istatistiklere göre vaka sayısının azaldığı, hastanelere müracaatlarda ve yatışlarda yüzde 70’e varan azalmalar olduğu açıklandı. 

Gördüklerime mi inanayım, açıklamalara mı?

Aşılama ne durumda? Söz verilenin 4’te hatta 5’te birinde.

Ve “yerli aşımız”… Hakkında birçok olumlu açıklama yapıldı, yapılıyor; tarihler verildi, veriliyor. Hani nerede? Daha ne kadar bekleyeceğiz?

Verdiğim örnekler ve maalesef daha pek çoğu “güvene” darbe üstüne darbe indiriyor. Dolayısıyla yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere de…

Ali Osman MOLA

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen