İnsan ve Zaman

İnsanın gücü veya güçsüzlüğü biraz da onun zamanla arasındaki bağla ilgilidir. Zamanı yorumlayan ve üzerinde düşünen biri içten ve dıştan onunla çevrili bulunduğunu fark eder. Sözleri, tavırları, konuşmaları, yaşayışı onun tesirinde gelişmektedir. Hâlbuki insan zamanın biriktiği bir “an” denizidir. Âlemde neler meydana gelmiş olursa olsun evrende yaşanan her şey bir şekilde insan dediğimiz hâlâ bu çok meçhul evrende bütün zamanlarla beraber yaşamaktadır.

Malum, insana eskiler “küçük âlem” demişler. Bu sözle insanın, bu koskoca âlemin çekirdeği olduğunun ifade edildiğini düşünürüm. Bir çekirdeğe doğrudan ağaç diyemesek de onda bir hayatın ve potansiyelin gizli olduğunu düşünürüz. Çekirdekteki hayat ve enerji, onun zamana üstün gelen yanıdır. Zaman, ondaki hâli ortaya çıkarmak için vardır. Eğer çekirdek, içindeki enerjiyi zamanla sergileyemez ve istenilen hâle bürünmezse o ziyan olmuş demektir.

İnsan da böyledir. İnsan, kendinden âlemler zuhur eden bir enerjidir. Bunu anlayabilmesi, onun içe dönmesine bağlı bir husustur. Öyle görünmese de insan, özündeki tefekkür ve hayâl cevherleriyle güçlü bir varlıktır. Dışarıya dönük yaşayanlar içeriye dönük yaşayanların açtığı düşünce ufuklarının verimlerini bu âlemde sadece icra ederler. Geceler boyu eserini yazmak için zihin yoran bir senaristi filmde görmesek de filmin ruhunun onun ellerinde şekillendiğini biliriz. Şiiri okuyanı görür, onun ilhamını içinde duyan ve eserini kaleme alan şairin iç âlemini bilmeyiz. Dolayısıyla bütün bir dış âlem, içeriden beslenmektedir. İçeriden yani tefekkürümüzden, hayallerimizden, özümüzden… Orada zaman yoktur. Zamana tahakküm eden bir güç vardır. Eğer o güç, bizden bir şekilde açığa çıkmak istemeseydi bizi çevreleyen ve faniliğe mahkûm eden bu zamanın ve mekânın hiçbir önemi kalmazdı.

Bence insanın zamanla olan ilişkisi çekirdeğinde saklı gücü bulmak içindir. İçeriden ve dışarıdan fani oluşlarla ve onu yokluğa mahkûm eden bir zaman işleyişi ile ne kadar çevrili olursa olsun bana göre insan, bütün bu hareketin ve zamanın özü demek olan sonsuz bir güce sahiptir. Bu güce kavuşmasının yolu da düşünmektir. Bu, onun hayattaki biricik gayesidir. Hem de zamanın ruhumuzu sıkan işleyişinden kaçıp bir nefes hür olabilmenin yoludur.

İnsanın dış âlemle kurduğu ilgi bence bir anlamda zamanla kurduğu ilgidir. Eğer zamana mahkûm isek -ki genel olarak hep böyleyiz- olup biten her şeyi dışarıda aramak gibi yorucu ve yıpratıcı bir seyrin içine de düşmüşüz demektir. Hâlbuki insanın zamanda derinleşmesinin yolu dış âlem değildir. Zamanı bütün derinliğiyle birlikte hissetmek isteyen biri içine, kendi özüne yönelmelidir. Bu durum ayrıca insanın evrenle kurduğu bütünlüğü anlayabilmesinin de yoludur.

Yaşadığımız zaman idraki hakikaten çok sınırlıdır ve bizi evrenin bütünlüğünden ayrı gösteren bir yanılsamaya sahiptir. Bu yanılsama bilgeliğin bütün boyutlarından ve hayatı bilgece yaşamayı mümkün kılan bütün bir iç seyrinden bizi alıkoymaktadır. Öyleyse bunun çaresi insanın kendine dönmesidir. Bunun yolu da tefekkür olmalıdır. Kendimize sorduğumuz samimi sorularla hayatın özündeki işleyişi anlayabilmektedir. Bu mümkün olmasa bile tefekküre sığınan insan iç âleminden asla eli boş dönmez. Sığındığı yer kendi özü, kendi âlemi ve kendi imkânlarıdır. Kendinde kendini seyreden bir insanın hâlidir tefekkür. Dolayısıyla bütün mekânlar ve zamanlar onda, onun özündedir. Bir hatırlayışla pamuk yumağı gibi açılan zaman, bir dokunuşla hemen beliren sonsuz bir mekân hissi yine onda, onun kendi özündedir. Bu durum, insanı evrende en güçlü ve biricik yapan husustur. Dışa açıldıkça gücünü kaybeden, özünden uzaklaşan insan bir tefekkür hâlinde özüne sığındıkça ummadığı ve büyük bir âlemle karşılaşır. Bu âlem sonsuz, bu âlem sınırsız, bu âlem mübarek bir enerjiyle doludur. Artık bu kişi dar ve hudutlu bir zaman idraki ile kendini perişan eden bir mekân duygusundan uzakta; koskoca ve biricik bir kâinat olduğunu duymaya başlar. Başkalarına kendini göstermek ve ispat etmek gibi bir endişesi olmadığından ve onda böyle bir şey sezilmediğinden kendini alabildiğine açmaya başlar. Yaşadıkları, geçen onca zaman, bulunduğu mekânlar bu tefekkür demlerinde ve içe yöneliş zamanlarında kendisini bir bir gösterir ona. Bu hâlinden mutluluk duyan biri için artık hayat; dışarıdan içeriye, dıştan öze, insanlardan yalnızlığa, konuşmaktan sükûta kaçıştır bir bakıma. O dışarıda belki fukara ve perişanken; içeride ise tatlı bir gına hâline sahiptir.

Bütün bunlar âlemde yaratılışın biricik gayesinin tefekkür olduğunu insana duyurmaya başlayan temrinlerdir aslında. İçinde derinleşen insan “an”a yönelmiştir artık. Ve bu insan kendi âleminde seyrettiği oluşların gerçek şâhididir. Kimselere ispat etmesine gerek duymadığı iç âlemindeki oluşlar aslında ona, kendisinin bu evrenin bir özeti ve özü olduğunu fısıldamaktadırlar.

Bütün bunları bugün yaşamak mümkün müdür?

Bu soruyu insanın kendine sorması ve yine cevabını kendinde bulması gerekmektedir. Hayatta gerçeklik, bizim evren sistemi içerisindeki konumumuzdur. Hayatı, tecrübeyi, insanı nasıl algıladığımız bu sistem içindeki yerimizi ve gerçeklik algımızı tayin eder, kâinatla kurduğumuz ilişkiyi ve dengemizi belirler. Dolayısıyla sorular kadar cevaplar da kendi içimizde gizlidir. Yaşamak esasında bir tefekkür yolculuğu olduğuna göre bu meseleyi çözmeyi istemekten daha doğal ne olabilir! Böyle bir talepten daha güzeli nedir?

Tefekkür, insanın gücüdür. Hem de bu hayatı yaşamanın amacıdır. Üstelik insanı sınırlı ömründe sınırsız bir kuvvete taşıyan müthiş bir hamlenin adıdır. Sadece düşünenler, hayal ve tasavvur edenler ve tefekkürü hayatının iç seyrine oturtmuş insanlar zamanın kıskacından kendilerini kurtarma şansına sahiplerdir. Öyleyse tefekkür, insanı zamanın bağlarından ve onun bizde uyandırdığı ıstıraplardan kurtarmanın bir yoludur.

Yasin ŞEN

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen