Tıp Felsefesine Dair Notlar

Tıp Felsefesine Dair Notlar*

kirmizilar.com

 Özet: Bu makalede, tıp felsefesine dair okumalarımdan yola çıkarak felsefe-tıp birlikteliğini ileri sürüyorum. Başlangıçta bulunan felsefe-tıp birlikteliği, teknolojik gelişmelerle ve çıkar ilişkileri bağlamında günümüzde zayıflamış görünse de, sağlıklı tıp öğretimi ve eğitiminin disiplinlerarası çalışmaların gerekliliğinin artması dolayısıyla eskimeyen bilgelik tutumunu tekrar hatırlatıp, tıp felsefesinin kavramsal, kuramsal ve metafizik boyutlarına dikkat çekilmektedir. Bilimsel bilgideki yanlışlanabilirliğin tıpkısının, tıptaki kuram ve uygulamaların yanılabilirliğe açık olduğu gerçeğini unutmadan, eleştirel tutumu kazandıran felsefenin etik boyutun dışında da yeniden rollerinin bulunduğu ihmal edilmemelidir.

Anahtar kelimeler: Tıp felsefesi, disiplinlerarası çalışma, felsefe, eleştiri, tıp öğretimi

Notes on the Philosophy of Medicine

Abstract: In this article, based on my readings on the philosophy of medicine, I propose the association of philosophy-medicine. Although the philosophy-medicine association at the beginning seems to have weakened today in the context of technological developments and interest relations, due to the increase in the necessity of interdisciplinary studies of healthy medicine education and training, the ageless wisdom attitude is reminded again and attention is drawn to the conceptual, theoretical and metaphysical dimensions of the philosophy of medicine. Without forgetting the fact that the falsifiability of scientific knowledge and the theories and practices in medicine are open to fallibility, it should not be neglected that philosophy, which gains a critical attitude, also has roles outside the ethical dimension.

  Key words: Philosophy of medicine, interdisciplinary study, philosophy, criticism, medical teaching

Tıp, insan sağlığı ve hastalıklarını, bedensel ve ruhsal sorunlarını kendisine konu yapan, hem öznesi hem nesnesi insan olan, teorisi ve pratiği olan bir disiplindir. Çağdaş anlayışa göre insan; biyolojiye sahip psikolojik ve toplumsal bir varlıktır. Buradan hareketle sağlık da “sadece hasta ve sakat olmamak hali değil; varlık, manevi ve sosyal yönlerden tam bir iyilik hali” olarak görülür. Tıbbın amacı da, bir açıdan, insan sağlığına hizmet etmektir; insanı hastalıklardan korumak, sağlık açısından yaşam kalitesini yükseltmek, ızdıraplarını gidermek ya da azaltmaktır. 

“Bilgiyi sevmek, bilginin peşinden gitmek” anlamını taşıyan felsefenin temel konularından biri de insan ve hayatıdır. Felsefi tutum; merak etme, öğrenmeye, sorgulamaya, anlamaya, yorumlamaya çalışma ve hayatı anlamlandırma çabasıdır.

Modern bilim donanımına sahip doktorlar, felsefeden öğrenilecek ne olabilir veya hastalara yaklaşırken felsefe bize ne katabilir düşüncesine sahip olabilirler.

tip felsefesine dair notlar 1Tıp ve Felsefe, insan ve hayatını ortak konu olarak paylaşsalar da elbette aynı zamanda iki ayrı disiplin ve günümüzde iki ayrı uzmanlık alanıdır. Tıp, gözlem ve deney yöntemleri ile sorularına karşılık ararken, felsefe tıbbın aksine kuramsal ve pratik için önerilenlerin sorgulanması üzerinde yoğunlaşır. Başlangıçtaki tıp ve felsefe birlikteliği, zamanla bilimin kendi koşullarında gelişmesiyle yolları ayrılır gibi olmuştur. Modern dönemde bilhassa onaltı ve onyedinci yüzyılda bilim ve teknikteki gelişmelere paralel felsefe-tıp ilişkisi zayıflarken, bilim-tıp ilişkisi ağırlık kazanmış ve süreç içinde yirminci yüzyılda endüstriyel-teknolojik tıp öne çıkmış, günümüzde tıp-felsefe ilişkisi neredeyse unutulur olmuş ve tıp bilimselleşirken felsefi boyutu çoğunlukla ihmal edilmiştir. 

Tıbbın babası olarak anılan ve aynı zamanda bir filozof olan Hipokrates, M.Ö. beşinci yüzyılın sonlarında tıp okulunu, tıp bilimini, tıp teknik ve sanatını kuran ilk Yunanlı olarak anılır. Eski Yunan’da hastalık doğaüstü bir olay olarak görülmeyip, hastalıklara rasyonel ve bilimsel açıdan yaklaşıldığı anlaşılıyor. Bazı tıp tarihi kaynaklarına göre, Eski Yunan’da bir esnaf olarak kabul edilen hekim, usta-çırak ilişkisi içinde yetişiyordu. M.S. 1000 yılında İtalya’nın Bologna şehrinde Öğrenci Derneği Loncası, nitelikli eğitim görmek için seçkin öğretim üyelerinden topluca ders alabilecekleri bir mekânın var olması gerekliliğini belirtti ve böylece “üniversitas” fikri doğdu. 1224 yılında Salerno Üniversitesi resmi ilk tıp okulu olarak kabul edildi. Tıp da o günden sonra hastalık hakkında felsefi düşünen kimseyi “doktor” olarak anmaya başladı.

On sekizinci yüzyıla kadar tıp, bugün bildiğimiz anlamda kendi başına bağımsız bir bilim dalı değildi. Sağlık hizmetleri ve hekimlik felsefenin, dinin, büyücülüğün etkisi altındadır. Tıbbın felsefenin etkisi altında olması sadece Batı dünyası için değil Doğu için de söz konusudur. Tarihsel süreç içerisinde on dokuzuncu yüzyılın yarısından sonra tıp bilimi, bugünkü şeklini kazanmaya başlayıp bilgilerini geçmişte olduğu gibi din ve felsefeden değil, deneysel bilgilere dayandırarak sürdürdü.

Tıp, daha baştan beri açıkça görüleceği gibi, asıl başarılarını ampirik edinimlerden sağlamıştır. Bu edinimlerin her biri, bir zamanlar, bir yerlerde birilerinin deneme yanılma yöntemi ile bulup, geçerliliğini kanıtladığı bilgi ve becerilerdir. Hatta mistik düşünceyi harekete geçiren psikoterapi yöntemleri de bu ampirik edinimlere dahil edilebilir.

Uygulamada kendini kanıtlayan başarı ne olursa olsun, tıpta bir kuram ihtiyacı söz konusudur. Çünkü ne, niçin, neden sorularının cevaplanması gerekmektedir. Dahası hekim bildiklerini ve uyguladıklarını öğrenciye tutarlı bir öğreti halinde öğretmesi gereklidir. Bunun için önce, kendisinin ya da mensup olduğu okulun sahip olduğu, işe yararlığı kanıtlanmış edinimlerin her birini, önermelere dönüştürecek, bir araya getirecektir. İkinci aşamada, hekim bu önermeler arasında mantıklı bağlantılar kurmak isteyecektir. Mesela bu; bir yaşam kuramı, hastalık kuramı, tedavi kuramı olabilir.Bu aşamada, kuramcı hekim, uğraştığı konuların bazı yönleri ile ilgili olduğunu, tıp alanı dışına taştığını görecektir. Örneğin; hastalık konusu süreç konusunu, sağlık konusu mutluluk konusunu, tedavi konusu eylem ve amaç konusunu, besin ve ilaç konuları da madde konusunu gündeme getirir. Kısacası inşasına başlanacak olan tıp öğretisi için bir bilgi platformu ve bir temellendirme gereksinimi, daha baştan kendini hissettirecektir. Hekim, bu temel bilgilerini çağının egemen dünya tasarımını oluşturan yapı taşları arasından seçmek ve onları kullanmak zorunda kaçınılmaz olarakkalacaktır.

Aydınlanma sonrası bilimsel bilgi dönüşümlerinin sürdüğü ondokuzuncu yüzyılda, belirginleşen pozitivist felsefi yaklaşım bazıları için cankurtaran simidi yerine geçti. Pozitivizmin temel tezi çok yalındı; önermeleri gözlem ve deneyle doğrulandıkları sürece geçerli saymak. Bu pozitivist kaçınma, çağdaş tıbbın birçok felsefi soruların ağırlığından kendini kurtarmasını sağlama girişimidir.

Fakat ne yazık ki, ondokuzuncu yüzyılla birlikte hekimlik felsefeden uzaklaştıkça ve teknolojik gelişmeler hızla artış gösterdikçe, hekimlik de biçim ve mana kaybına uğramıştır. Hele vahşi kapitalizmin pençesine aldığı toplumlarda her şeyin para olduğu imajı yerleştikçe, ilk günden beri kutsal olarak görülen hekimlik mesleği de bu yozlaşmadan kendi payına düşeni fazlasıyla almıştır. Giderek hastaya bir insan olarak bakma yerine, para karşılığı bir işlem yapılacak metaolarak bakılmaya başlanmış, mezuniyette yıllar önce edilen yeminler unutularak, kazanç için her türlü olmaz yapılmaya başlanmış ve bu da giderek yaygınlaştığından hoş görülebilir hale gelmiştir.

tip felsefesine dair notlar 2Günümüzde yaşanmakta olan ilkel kapitalizmin vahşi kapanlarına gönüllü-gönülsüz yakalanan hekimlerin içine düştüğü ikilemi anlayabilmek için derin bir felsefeci olmaya da gerek yok aslında. Her meslekte değişik boyutlarda yaşanılan vicdan ile cüzdan çatışmasının en acıtıcı ikilemlerini hekim, meslek ahlâkının gereklerini göz ardı ettiği zaman yaşar. Çünkü onun konusu insandır. Felsefenin de, hukukun da anlatmak istediklerini hekim, hastalığının çaresizliğinde kıvranan bir çift göze baktığında çok iyi anlayabilme imkânına sahiptir, anlamalıdır da.

Bugünkü tıbbın en önemli sorunlarından biri ve belki de en önemlisi insan’ın salt biyolojik bir varlık olarak ele alınmasıdır. Yani kesilebilir, biçilebilir, ölçülebilir bir nesne; et, kemik, sinir ve diğer uzuvlardan mürekkep bir canlı olarak görmek. Hasta, hekimi hep şifayı sunacak güce sahip biri olarak görür. Bu nedenle de hasta hekimi; faziletli, vicdanlı, dürüst, tokgözlü, ahlaken, aklen, manen, bedenen sağlıklı ve dengeli görmek ister. Ayrıca ondan sevgisini, hoşgörüsünü, şefkatini, hünerini tevazu içinde verebilmesini bekler. Ona yaklaşmak, onu anlamak, onun gönlünü almak, güvenini kazanmak başlı başına bir başarıdır.

Tıp ilminin doğuş nedenlerinden biri de, insanın ızdırap içindeki kişiye yardım etme duygusudur. Asırlardır tıbbın yüksek itibarı “insancıl ve merhametli” olmasından ötürüdür. Bugün ise tıp, statü ve otoritesini daha çok bilimsel çalışma ve daha ileri teknoloji ile bulgular elde etmeye adamış durumdadır. Hemşireler de daha çok teknolojik bakımla ilgileniyor. Hastaya gerektiğinden daha az değer veriliyor. Tıp mesleğinin, acı içindeki insanlara yardım etme motivasyonunu giderek kaybediyor olduğu gerçeği görmemezlikten gelinemez. Tabip-hasta ilişkisi, teknik bir ilişki seviyesine indirgenip sürdürülmek isteniyor. Oysa hastalar bilimsel tedavi ve teşhisin değerini bildikleri halde, bu tutum ve davranışlardanhoşnut değiller, zaman zaman kendilerine bakan sağlıkçıları daha çok eleştiriyor, daha çok mahkemeye veriyor ve daha düşmanca davranıyorlar. İletişimin iyi olmadığı bir ilişkide hastaların tedaviye uymadıkları, doktorların bilgisi ve yeteneğinden kuşkuya düşerek onlara güvenmedikleri, iyileşmenin geciktiği ve doktorlara karşı davaları daha sık açtıklarını görmekteyiz. 

Tıptaki hızlı gelişmelere ve yüksek teknolojik imkânlara rağmen hâlâ “iyileştirilemeyen” pek çok hastalık mevcuttur. Hastalıkların çoğu kronikleştiğinde, artık sadece kontrol altında tutmaktan bahsedilebilir. İyileşme oranının düşük olması nedeniyle bazı insanların tıbbın ilerleme kaydetmediğini ya da hastalığın diğer sosyoekonomik ve psikolojik yönüyle ilgilenmediğini düşünmeleri şaşırtıcı değildir. Geçmişte doktorların “aile” tipi olmaları, onları daha empatik (ve de sempatik) yapmakla kalmayıp, iletişim becerilerinin gelişmiş olmasından dolayı daha başarılı oldukları da bir gerçektir.

Modern tıbbın felsefesi, büyük ölçüde dünyanın her yerinde benzerdir. İyileştirme sadece Batının teknoloji ile donatılmış tıbbına mahsustur. Bunun dışındaki bütün iyileştirme çabaları kanun dışı ve bilim dışı olarak kabul edilmektedir. Teknolojinin dümen suyundaki modern tıp, çok önemli mesafeler kaydetmesine karşın, birçok konuda mesafe alamadığı da bir gerçektir. Son yıllarda halkın tekrar alternatif denilen tıbba gösterdiği ilgi artışı, alternatif tedavilerin başarısının ispatlanmasından ziyade, modern tıbbın bazı konularda başarısızlığının bir sonucudur. Modern tıbbın parçası olmayan (sektörleşemeyen ve maddi kazanım ile otorite sağlamayan) daima dışlanır ve bilim-dışı kabul edilir. Hastalık, insanoğlunun bir sorunu ise ve ne yapıp edip “iyileşmeyi ” arıyorsa, mutlaka alternatif arayışlar çıkacaktır. Doğuda, batı tıbbı ile birlikte kadim tıbbi uygulamalar (tamamlayıcı tıp) kullanılmakta hiçbir beis görülmezken, batıda durum bunun tersinedir. 

Tıbbın ve hekimliğin geldiği noktayı bir başka açıdan eleştiren, tıbbın hâlâ doktorların bireysel çabalarına bağlı olduğundan yakınanlar da yok değil. Bu görüş sahiplerine göre tıpta başlayan değişim daha da hızlanacak, sağlık hizmetleri ucuzlayabilecek ve birçok alanda doktorluk, tıpkı bankamatikler öncesi banka veznedarları gibi tarihe karışacak. Tıpta bugünkü sistemin sonuna gelindiği ve “silikon vadisi ve çıplak fareler doktorunuzu yeniden yaratacak” iddiası da söz konusudur. Bu iddianın belki şu açıdan haklılık payı olabilir. Hastasıyla sağlıklı ve insani bir iletişim kurmayan, hastasını tıbbi tahlillere boğan ve bir an önce ameliyathaneye yönlendirmek isteyen hekimlerin olduğu bir dünyada; gelişmiş laboratuarlar, bilgisayarlar ve robotik cerrahi, tıbbın bir şekilde sonu değilse bile gerçekten yeni bir aşamaya geçtiğine işaret edebilir.

Hipokrat zamanında geçerli olan tıbbın sanat, hekimin de sanatçı olduğu görüşü zamanla öyle zayıflamıştır ki, günümüzde tanınamaz olmuştur. ‘Sanat’ bilimsel tıp döneminde yalnızca mesleki ustalık anlamına gelmekte, tıbbın bir ekonomik sektör haline geldiği endüstrileşme çağında yerini uzmanlaşmış sağlık sistemine bırakmaktadır. Bilgi birikiminin hızla artması, insana bütüncül bakışın zeminini zayıflatmıştır. Uzmanlaşan hekim, bütünsel insan imgesini yitirmiş, sanatçı olmaktan çıkmış, ücretli bir çalışan olmuştur. Tıbbi bilgeliğin özünü oluşturan insan sevgisi bulanıklaşmış; insan, hastalanan ve çeşitli araçlarla sağlığına döndürülebilen bir nesne olmuştur. Hasta-hekim ilişkisinin insani özü, mekanik ve teknolojik bir ilişkiye indirgenmiştir. Tıp insanı parçaladıkça, hekim uzmanlaştıkça, teknoloji tıbba girdikçe; insanı bütüncül kavrayış, tıbbın felsefi temeli ve insani yanı geri çekilmiştir. İnsanın nesneleşmesi, sonunda insanın metalaşmasına kadar varmıştır. Tıp, doktor, tedavi, hasta vb. artık piyasada alınıp satılabilen, değişim değeri olan birer kâr/kazanç nesnesine dönüşmüştür. Hekimlikteki bu felsefi ve insani değer yitimi, toplumdaki çürümenin tıp alanındaki görünümüne işaret etmekte, çağımızdaki insanlık sorunlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rekabetçi, kâr güdümlü, piyasacı, ”başarı” odaklı bir bakışla yetiştirilen tıp doktorunun neliği (mahiyeti) değişmiştir. Bu açıdan, tıp doktoru, ‘neliği değiştirilmiş hekim’dir. Hekimlerin bariz vasıfları varlıksal-bütüncül bakış açısı, bilgelik, insan sevgisi (insancıllık/hümanizm), ahlâk, öncelikle hastanın yararı, insanlara eşit yaklaşım, saygı ve sanat olarak geçmişte sergilenen tıp pratiğidir. Doktorun (neliği değiştirilmiş hekimin) başat öğeleri ise uzmanlaşma, parçalı bakış, salt pozitif bilgi, para sevgisi, kâr, müşterilere haklarını anlatma, etik kurullarla denetim ve pazarlanan sağlık hizmetidir.

Tıp mesleği; uygulayıcı bir hekime, sağlık hizmeti veren uzmanlaşmış bir doktora dönüşmüştür. Tıp, yerini sağlık hizmetine; sanat, yerini uzmanlaşmaya; hekim, yerini doktora; ahlâk, yerini kurul etiğine bırakmıştır. Halbuki, ahlaki amaç gütmeyen piyasa koşullarını veya ahlaki tutum ve davranışları dikkate almayan bir doktoru, hiçbir kurulun gücü ahlâklı kılamaz. Kurullar olsa olsa, bir ölçüde caydırıcı olabilir.

Bu durum özellikle “klinik karar verme” süreçlerinde karşımıza çıkar: Bir şeyi yapıp yapmamaya veya şu değil de bu eyleme girişmeye karar verme aşamasında. Bu da onun ahlâk ile olan bağını açığa çıkarır. Temelde bu, hekimin kendi işini sorgulayabildiği vicdani ve öznel bir zemindir. Ancak çoktan piyasalaşmış ve metalaşmış cari neoliberal sağlık sisteminde hekimlerin üzerindeki dışsal baskının bu denli artmış olması doğrudan ahlâksızlaşmayı da beraberinde getirmektedir; çünkü özgürlük ve özerklik ortadan kalktığında, bir “ahlâk”tan da söz edilemez. Pazar ekonomisinde performans, ölçme-değerlendirme ve kontrol-denetim mekanizmalarının korkunç hükümranlığı, “insan(lık) onuru” kavramının da içini boşaltır. Hekimlik de böylece kâdim aurasını yitirir. Kendi iradesini veya inisiyatifini kullanamayan hekim, verdiği kararların sonucuna katlanmayı göze alma erdeminden uzaklaştıkça, büsbütün mekanikleş(tiril)miş bir zanaatın içine hapsolmuş olur ve tükenir

Tıp, bu mesleği seçmemize neden olan değerlerin dışında bir yerlerde artık. En temel değişim, tıbbın varoluş amacında yaşanmakta. Tıp doğuşundan itibaren hastalıkları önlemeye, önleyemiyorsa tedavi etmeye, tedavi edemiyorsa rehabilite etmeye çalışmış, insanların fiziksel ve ruhsal yönden daha sağlıklı yaşayabilmesini amaçlamış, sağlıklı bir toplumun da ancak uygun yaşam koşullarına sahip sağlıklı bireylerden oluşabileceği yaklaşımını benimsemiştir. Bu amaç gözetildiğinde hasta sayısının ya da hastalıkların artması tıbbi açıdan ciddi bir başarısızlıktır. Oysa, sağlık sisteminde piyasa kurallarının giderek daha fazla hâkim olduğu günümüzde, sistemin devamlılığı hastalık ve hasta sayısında artış ile mümkün kılınmış durumda. İnsan bedeni ve sağlık üzerinden daha fazla artı değer üretimi söz konusu olduğunda hasta sayısının azalması sistemin sonunu getirecek bir felaket olarak algılanmakta. Sağlık sistemi bu kaygılarla şekillendirildiği oranda giderek tıbbın temel felsefesinden uzaklaşıyor.

Yukarıda değinilen sorunlar ışığında başlangıçtaki tıp eğitiminin felsefeye gereksinimi var mıdır? Varsa ne olmalıdır konusuna dönecek ve ülkemiz için konuşacak olursak, lise dönemindeki öğrencilerin tıp fakültelerini seçme kriterleri bile maalesef sosyoekonomik koşullardan ve insana, hayata bakıştaki değişimlerden nasibini almıştır. Bir yarış atı misali çoktan seçmeli soruları daha hızlı çözme koşturmacası içindeki gençlerin kabiliyet ve istekleri çoğu zaman dikkate bile alınmadan neyi seçtikleri, niçin istedikleri doğrusu araştırılmaya değer bir husustur. 

Tıp eğitimi uzun, zahmetli ve masraflı bir eğitimdir. Tıp fakültesine başlayan bir hekim adayı bu zorlu süreçten geçecek, belki birçok şeyden feragat etmek zorunda kalacaktır. Buna rağmen öğrencileri insana saygılı ve eleştirel düşünce yeteneğine sahip hekimler olarak yetiştirebilmek için; sanat, felsefe, sosyoloji, tarih ve siyaset gibi hayatın değişik alanları ile ilgilenmelerine zaman ve imkân verilmelidir. Bir tıp fakültesi öğrencisi “felsefenin bana ne yararı var?” diye düşünebilir ve bunda da pratik açıdan kendince nedenlere sahip olabilir. Özellikle bugün Türkiye koşulları düşünüldüğünde, yani bilgi ile işe yararlılık arasında, birebir ilişki kuruluyor. Yani bilgi çok kısa bir vadede somut ve maddi bir çıkara dönüşüyorsa, işe yarıyorsa, ancak o zaman anlamı oluyor, yoksa bilgi edinme konusunda çok fazla hevesli bir toplum değiliz. 

Halbuki, tıp ve edebiyat alanında uzmanlaşmış kişilerin, karakter olarak içinde hekimin ya da hekimlikle ilgili olayların geçeceği romanlardan, hikâyelerden, denemelerden, anılardan, filmlerden oluşturacakları bir literatür çok işe yarayabilir. Çünkü belli bir bilincin edinilebilmesinin yollarından biri de budur. Örneğin, tıp öğrencisi Deontoloji dersi alıyor tıbbi etik bağlamında, onu sadece bir ders olarak görüyor, burada kuramsal birtakım şeyleri öğreniyor. Bunu bir de somut hayatın içinden yazılmış birtakım, yazınsal ve görsel yapıtlarda müşahede etmesi farklı sonuçlar yaratabilir. 

İnsan sağlığını konu edinen tıp alanındaki gelişmeler, özellikle son yüzyılda baş döndürücü boyutlardadır. Günümüzde tıbbi literatüre ulaşmak, bilgi ve tecrübenin paylaşılabilmesi, internet ve diğer teknolojik imkânlar sayesinde oldukça kolay ve hızlı hale gelmiştir. Tıp eğitiminde usta-çırak ilişkisi önemini hâlâ korusa da, öğreten-öğrenen ekseninde tek yönlü bir eğitim artık işlevsel olmaktan uzaktır. Uzun yıllar çırak sınıfı “yalnızca benim ustamın dediği ve yaptığı doğrudur” düsturuna sarıldı, doğruyu arayıp kendini geliştiremedi. Yanlışı yanlışın üstüne koydu. Ancak doğruyu arayanlar ışığı gördüler, gönülleri fethettiler. Hangi dönem olursa olsun kural değişmedi: Bak, gör, anla, dene, öğren, öğret. Tıp fakültelerinin asıl misyonu; içinde yaşadıkları toplumun sağlık sorunlarına duyarlı, insani ve ahlâki hassasiyete sahip, empati yapabilen, klinik becerileri etkili ve yeterli hekimler yetiştirmek ve bilimsel araştırmalar yürütmek olmalıdır. 

Bilim insanın kendisini ve kendi dışındaki evreni (enfüs ve âfâk) öğrenme, anlama ve araştırma cehdi, çabası ise -ki öyle olduğunu düşünüyorum-, aynen tıbbın da düşünme, düşündürtme, soru sorma ve gerçeği arama gayreti olan felsefe ile birlikteliği de hayatidir, vazgeçilmezdir. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerin takip edilebilmesine olanak veren; insana bütüncül bakabilen ve çıkar odaklı yaklaşmayan; sanatla, edebiyatla, felsefeyle harmanlanmış biçimde kaliteli ve sürekli bir tıp eğitimi felsefesine ihtiyacımız vardır ve olmaya da devam edecektir.

Yirmibirinci yüzyılda organ nakillerinden genetik çalışmalara, üreme alanı ile ilgili konulardan ötenaziye kadar onlarca konu tıp kadar felsefeyi, hukuku ve dini de yakından ilgilendirmektedir.

Üçüncü bin yılın dünyasında, genelinde bilim, özelinde tıp alanı kapitalist tahakküm ilişkilerine eleştirel yaklaşabilme yetisini ne yazık ki büyük ölçüde kaybetmiştir. Kanımca bu yeti bilime/tıbba felsefenin sunacağı sorularla yeniden kazanılabilir. Ne de olsa bir filozofun tanımladığı gibi felsefe kişiye mal-mülk, para-pul, şan-şöhret kazandırmaz ama dünyayı anlama ihtiyacını karşılayabilir. Bu “anlama ihtiyacı” yaşamın amacı ve nasıl yaşanması gerektiği hakkında her bireyin kendisine sorular yönlendirmesini sağlayabilir. Bu yolla üretilen yeni sorular hepimizin dimağına “hayatın gerçeği” olarak kodlanan bir yanılsamadan bizleri kopararak; hayata, bilime, tıbba ve en önemlisi halen yapmakta olduğumuz işe eleştirel bakabilmemizin yolunu açabilir.

Felsefe insan olmaya çağrı ise ve tıp da sadece teknik bir uygulama alanı değil de bilim, sosyo-kültürel çalışma ve “tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına dair kanun”da tanımlandığı gibi bir sanat alanı ise; bizi “uygar” köleler haline getiren ellerimizdeki/zihinlerimizdeki zincirleri bize göstermek ve bu sayede tıbbın yeniden insana dönmesini sağlamak için felsefenin düşünsel ışığından, yol göstericiliğinden daha çok yararlanmamız gerekmez mi?

Ortak alanları insan olan Tıp ve Felsefe, insanlık durduğu sürece hep birlikte, hep insan için var olacaklardır. Tabii ki bu uzun yol boyunca inişler, çıkışlar, kesilmeler ve karanlık dehlizlerde kaybolmalar olmuştur, olacaktır da. Ancak bilimin ışığı, tıbbın olmazsa olmazlığı ve felsefenin de vazgeçilmezliği tüm olumsuzluklara karşın bu birlikteliğin sür git devam etmesini sağlayacaktır.

Tıp felsefesi, hekimi tedavi teknisyeni olmaktan kurtaracak; kendini ve mesleğini sorgulaması, yaratıcılığını canlı tutacak, önünde yeni ufuklar açacaktır. Bunun için kuşkuya düşmemize ve şaşırmamıza, sonrasında merakla ve güvenle sorgulamamıza izin vermemiz, alan açmamız gerekir. Unutmayalım ki, hazır dogmalar içinde yaşamanın ve davranmanın rahatlığı uyuşturur. Her yaratıcı sıçrama ise, huzursuzluğa dayanabilmenin meyvesidir. 

Tıp felsefesi bağlamında bir hekimden filozof olması beklenmiyor elbette; Kant’ı, Hegel’i vb. derinliğine bilmesi de şart değil. Ancak felsefi bir duyarlılığın hekimi (ve hekim adayını) daha yaratıcı bir hekime, tıbbı da daha yaratıcı, gelişime açık, bütünlükçü ve kapsayıcı bir disipline dönüştürebileceği öngörülüyor.

Modern dönemde, tıp felsefeden uzaklaşmıştır. Hekim ahlâkı birçok etken nedeniyle aşınmış ve saygınlığını büyük oranda yitirmiştir. Bu sürecin genel özellikleri şöyle sıralanabilir: insana bakışın matematikselleşmesi, tıbbın pazarlanan bir sağlık hizmetine dönüşmesi, hastanın işlenebilen bir hammadde ve kazanç nesnesine dönüşmesi, uzmanlaşma, salt olgu ve deneye dayalı (pozitif) bilimcilik. Nihayetinde, hekim ahlâki öz denetimini yitirip etik kurallarla denetlenen doktora dönüşmüştür. Tıp etiği dersleri ve etik kurul cezaları tıptaki değer kaybını giderememekte, etik sorunları çözememektedir. Günümüzde tıp, teknolojik bir karakter kazanmakla esas bilgeliğini kaybetmiştir. Tıbbın felsefeyle yeniden temellendirilmesi ve hekimin hikmetli olmayı, felsefi bakış açısını yeniden kazanması gerekmektedir.

Tıp felsefesi ne tabiplerin tekeline ve insiyatifine bırakılabilecek bilimsel/teknolojik bir meseledir, ne de günümüz filozoflarının çabalarına indirgenebilecek kadar pratikten bağımsız bir alandır. Bilakis tabiplerin ve felsefecilerin uzun zamandır unuttukları bir birlikteliği ve senteze yönelik bir arayışın adı olabilir. Bu arayış, bilimin hükümranlığında süren teknoloji çağının gelecekteki zaferi yerine, insanoğlunun/kızının hem ruhen hem de bedenen ulaşabileceği bir iyilik halinin hayata ve insana yansıyan derinliğin hikmeti olarak düşünmek gerekir.

Elbette hekim dahil hiçbir insan, yaşamının her anını filozof farkındalığı ve sorgulayıcılığı içinde sürdüremez. Yaşam bazen derhal davranılması gereken durumlar ya da rutin işlerle doludur. Hele ki acil karar verme ve davranma zorunluluğunun, her hasta ile ilgili vakit geçirmeden tanı ve tedaviye varma gerekliliğinin, hekimlik tanımlamasının neredeyse göbeğinde yer aldığını düşünürsek, çoğunlukla içselleştirilmiş bilgi ve doğrudan eylemlere ihtiyaç duyacağımızı görebiliriz. Ancak sakin zamanlarımız da olacaktır. Düşünmek aslında zor bir eylemdir. Bu sakin zamanlar, yaşantılarımızı sorgulamak, ‘felsefe yapmak’ için ihtiyaç duyduğumuz sahalardır. Önemli olan, sorgulamanın, sorumluluğumuz olduğunun farkındalığıyla -gerçek felsefi düşünme ne kadar zor olsa da-, kendimize bakmaktan kaç(ın)mamamızdır. Bu, mesleğimize, hastalarımıza, kendimize ve yaşama karşı yükümlülüğümüzdür. Tıp ve Felsefe ilişkisi yeniden kurulmalıdır. Hekimin filozof hali, hekimin zorunlu hâlidir. 

* 2008 yılı idi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden tanıdığım, felsefe dalında Yardımcı Doçent Doktor olan Halil Rahman AÇAR** hocam aradı. “Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu” konulu bir “Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi” düzenlemek istediklerini, kongrede “Tıp Eğitimi ve Felsefe” konusunda bir tebliğ sunup sunamayacağımı sordu. Konu hakkında ilgim ve bilgim olmadığını ifade edip affımı istedim. Fakat bu konuda sunum yapabilecek kimseyi tanımadığını, konuyu hekim olan birinin anlatmasının daha uygun olduğunu, hazırlanmak için yeterli vakit olduğunu söyleyip ısrar edince kıramadım, kabul ettim. İnternet ortamında bulabildiğim kaynakları okudum, slayt sunumumu hazırladım ve kongrede tebliğ ettim. (1)

Bu tebliğ, daha sonra kongre bildiri kitabında basıldı. (2) Bilahare çalıştığım klinik ve hastanedeki doktorlara takdim ettiğim gibi, dokuz yıl boyunca kliniğe gelen stajyer doktorlara da doküman olarak verdim. Yıllar sonra Rektör Yardımcısı’nın daveti üzerine Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde de sundum ve bir dergide de bir bölümünü yayınladım. (3,4) Bu yazımda yine önceki okumalarıma (5-8) ilâveten, yeni okumalarla yeniden ele alıp güncelleyerek sizlerle paylaşmak istedim. (9-18)

 

** Teşekkür:
Halihazırda Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü, Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olan Prof. Dr. Halil Rahman AÇAR’a bu makaleyi felsefe yönünden tekrar gözden geçirip katkı sağladığı için müteşekkirim.

 

Prof. Dr. İrfan YALÇINKAYA

Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İstanbul Hamidiye Tıp Fakültesi, Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
[email protected]

Kaynakça

  1. Yalçınkaya, İrfan, “Tıp Eğitiminin Felsefeye Gereksinimi”Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutukonulu Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi’ne sunulan bildiri, Başkent Öğretmenevi, Ankara, 06-08.03.2009
  2. Yalçınkaya, İrfan,“Tıp Eğitiminin Felsefeye Gereksinimi”, Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu, Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongre kitabı, Editör: Halil Rahman Açar, Ankara, Eğitim-Bir-Sen Yayınları: 44, 2009:707-12
  3. Yalçınkaya, İrfan, “Tıp ve Felsefe”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, “Mesleğim Sağlık Yenileniyorum Gelişiyorum”, Van, 11.05.2015
  4. Yalçınkaya, İrfan,“Tıp ve Felsefe”, Sağlık Yönetimi ve Eğitimi Dergisi2015; 8(75):24-5
  5. “Zavallı Tıp, Bir Felsefesi Bile Yok!”, Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak, 08.06.2008
  6. Güntöre, Sibel Öztürk,Tıp ve Felsefe, Adana : Nobel Kitabevi, 2005:1-9
  7. Göksel, Fuat Aziz, “Olası Bir Tıp Felsefesine Önsöz”, Tıbbi Etik, Ekim 1998
  8. Elbek, Osman, “Tıp ve Felsefe”, ToraksDergisi2007; 8(2):130-3
  9. Moynihan, Ray & Cassels, Alan, Satılık Hastalıklar, Çev. Gökçesu Tamer, 4. Basım, İstanbul : hayykitap, 2012 
  10. Tıp Bu Değil, Editör: İlknur Aslanoğlu, 5. Basım, İstanbul : İthaki Yayınları, 2013 
  11. Illich, Ivan, Sağlığın Gaspı, Çev. Süha Sertabipoğlu, 4. Basım, İstanbul : Ayrıntı Yayınları, 2017 
  12. Krimsky, Sheldon, Kök Hücre Diyalogları(Tıbbın Sınırlarında Felsefi ve Bilimsel Arayışlar), Çev. Ebru Kılıç, İstanbul : Koç Üniversitesi Yayınları, 2017
  13. Ulukütük, Mehmet, “Tıp Felsefesi Yapabilmenin İmkânı Üzerine Bir Soruşturma”Academic Review of Humanities and Social Sciences2018; 1(3):163-89
  14. Çolak, Servet. Felsefi Açıdan Tıp Etiği, İstanbul : İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, 2012 
  15. Demir, Özen B, Bir “Tıp Felsefesi” İçin Derkenar (I-V), Birikim Dergisi, 12 Temmuz-27 Ağustos 2018
  16. Demir, Özen B.ve Yıldırım, Adem, Beden,Tıp ve Felsefe, İstanbul : NotaBene Yayınları,  2018
  17. Hekimin Filozof Hâli, Editörler: M. Bilgin Saydam & Hakan Kızıltan, 2. Baskı, İstanbul : İthaki Yayınları, 2018
  18. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, Adamın Biri Doktora Gitmiş…Gidiş o Gidiş!, 7. Baskı,İstanbul : hayykitap, 2020 
  19. https://www.akademikakil.com/ikisi-tip-ilahiyat-bir-arada-olur-mu/irfanyalcinkaya/
  20. https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2019/08/saglik-calisanlari-ve-siddet-nedenler.html
  21. https://yenipencere.com/yazilar/bir-14-mart-yazisi-tababet-sanatinin-tarzi-icrasinin-tadi-tuzu-kaldi-mi-prof-dr-irfan-yalcinkaya/

Yazar
İrfan YALÇINKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen