Görünmeyen Yer

                                                                       Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever

                                                                       Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever

                                                                                                                                     -Fuzûlî-

soba koy“Ben yatsıyı kılıp yatacağım’’ dedi kadın. Sobayı kontrol etti, alttaki kapağını araladı. Uzun süre oturmaktan uyuşmuş bacaklarını sürükleyerek çıktı odadan. Adam duymadı bu gidişi. Televizyonun karşısında uyuyup kalmıştı yine. Nasıl olsa gece kalkıp yatağına gelir diye düşünüp uyandırmadı kocasını. Sadece insan yaşlanmıyormuş diye mırıldandı. Evet evler yaşlanıyordu, eşya yaşlanıyordu, hatta geviş getiren bir hayvanın ağzı gibi yavaşlayan ‘’zaman’’ yaşlanıyordu. Suyu tükenmiş değirmenler gibi sessizleşirdi evler. Çarklar dururdu. Sabahları mutfaktan bardak şıngırtıları gelmez, erken uyananın giyinirken çıkardığı desibeli düşük sesler duyulmazdı. Bir ev, içindekilerin canlılığıyla canlı dururdu. Kendi hayatını kurmak için sırayla ayrılınca çocuklar, bir Köroğlu bir Ayvaz kalıverirdi işte böyle kadınla adam.  Oysa otursalardı şöyle sofra başına kalabalık. Düşünceleri zihninden düşürmek ister gibi derin bir nefes alıp başını sağa sola salladı.  Işığı söndürdü; yere düşen yalnızlık fikirleri,  civa parçaları gibi bir araya gelip karanlıkta kaldılar. 

Henüz abdestini almıştı ki kapı hışımla vurulmaya başladı. Birisi kapıyı kırmak istercesine çalıyordu. Hayır olsun inşallah diyerek çıkmıştı ki banyodan, kocası da pür telaş kapıya koşuyordu. Kapı açılır açılmaz kana boyanmış bir kadın yığıldı ayaklarının dibine. 

    “Canan !’’ diye inledi yaşlı adamla kadın.

    “Abla, abla çok acıyor !’’ diyebildi sadece bayıldı.

Karı koca bu semte taşınalı iki sene olmuştu. Çocuklar evlenince ‘’Bir eşeğimiz olsun kendi memleketimizde olsun’’ deyip sılaya dönme kararı vermişlerdi. Eskiden yazları çoluk çocuk geldikleri ata evine bu defa temelli yerleşmişlerdi. Küçük bir bahçe içinde mütevazi bir evdi. Dışı eski zaman evlerinde olduğu gibi tahta aralarına sıkıca sabitlenmiş kerpiç üzerine ince sıvayla yapılmış duvarlardan oluşan, kiremit damlı, büyük ve ağır giriş kapısı olan bir evdi. Adam sabah erkenden uyanır bahçede sigara içerdi. ‘’Ya hu bey, bin kere demedim mi içme şu zıkkımı! Kalbinin olduğunu unuttun herhalde’’ diye söylenen karısına ‘’Bak hanım seni boşarım da bu mereti boşamam’’ diye takılırdı. Sonra da gül ağacının yanındaki demir dolaptan aldığı çalı süpürgesiyle yaprakları süpürürdü. İki can ne kadar yiyecek tüketir? Bahçeye diktikleri tereler, rokalar, maydanozlar, dereotları… Aslında çoğu konu komşunun nafakasıydı. Bahçedeki böğürtlenlerden yemeyen insan kalmamıştı. Aradan geçen seneler piyasanın yüzünü güldürmüş, bu dingin aşiyanın etrafı kaç katlı olduğu sayılamayacak betonlarla çevrilmişti. Araya sokulan onca hatırlı kişiye ret cevabı veren adam, satmadı evini huzur cellatlarına. ‘’Dalından kopardığım şu üzümün çekirdeği bile etmezsiniz’’ diyerek kovmuştu en son gelen müteahhidi. ‘’Namussuzlar ellerinden gelse şu gökteki kuşları da alacaklar benden, yağmur bile yağacak yer bulamıyor, kavuşamıyor toprağa’’ diye kızıyordu. Oysa yağmur yağdığı zaman terlerdi otlar, kökleri esneyip genleşir, koyunlarındaki rayihaları salarlardı zevk sahibi burunlara. Meyveler henüz dalındayken yunup arınırdı. Oluklardan çağıldayan sular kurnada birikir, börtü böceğe sebil olurdu. ‘’Gebeş kafirler, yağlı haramiler, yere yakın domuzlar!’’ diye söyleniyordu yine o sabah evine talip olanlara. Bir yandan da aşılı böğürtlenlerinden topluyordu bakır bir bakraca. Bahçenin önünden boy sırasında üç çocuk geçiyordu. Büyükler erkek en küçüğü kızdı. Durdurdu onları :

    “Hey çocuklar gelin bakalım buraya size böğürtlen vereyim. Adınız ne sizin?’’

    “Benim adım Ahmet’’ dedi büyük olanı. Ortancanın adı Ali, küçük kızınki de Cennet’miş. Kaybettikleri diğer dört arkadaşını  arayan cüceler gibi yola düzülmüş, gözleri fıldır fıldır etrafı süzerek yürüyen çocukları çok sevmişti adam. İçi tepeleme böğürtlen dolu bakracı çocuklara verdi. Anne babalarına selam etmelerini tembihlerken Cennet ağzına doluşturduğu böğürtlenlerin şerbetini kolunun yenine şöyle bir tepeden aşağı sildi. 

    ‘’Ee bey hani bakraç?’’

    “Herhalde bu mahalledendi, üç çocuğa verdim. Sevaptır yesinler.’’

    Canan kapıyı açtığında Cenneti önce düşüp yaralandı sandı. Ahmet’in elindeki böğürtlen bakracını görünce anladı durumu. 

    “Kim verdi bunu size?’’

    “Yolun başındaki eski ev var ya, oradaki yaşlı adam, o verdi, alın dedi, yiyin dedi, kızdın mı anne?’’

Üçü aynı ağızdan, cümlenin farklı yerlerini söyleyerek tek cümle yapmayı başardıklarında güldü Canan. Peki kızmadım, götürürüz kaplarını sonra, dedi. 

Birkaç gün sonra bakraca koyduğu cevizlerle evlerine gitti Canan yaşlı adamla kadının. Oğlum çal kapıyı evdeler mi, dedi. Ahmet kapıya bir iki kez vursa da açılmadı. Tam dönecekleri sırada mırıl mırıl kıpırdayan dudakları ile adam açtı kapıyı. Namazdaydım kızım buyur gel, dedi. Demek sevimli cücelerin anneleri buydu. Canan! Temmuz sıcağında dolaptan çıkmış sürahinin üzerindeki buğu gibi… Billur, akışkan, nazenin bir ten… Ele gözlerinde çamurdan kek yapan kız çocuklarınınki gibi ışıltılı ve saf bakışlar… Bir beden ki ney gibi ince, ufarak bir boy… Canan! 

    “Abla evde yok mu?’’

    “Namaz kılıyor kızım gelir şimdi, gel sen çocuklarla otur şurada’’ deyip güneşin bir anne şefkatiyle ısıttığı odayı gösterdi adam.

Kısa bir zaman sonra kadın geldi içeri. Biraz alışalım sonra bak ne yaramazlıklar yaparız der gibi bakan üç sincabı görünce gülümsedi.

    “Hoş geldin kızım’’

    “Hoş bulduk abla, siz de hoş geldiniz. Bakracı getirmiştim. Sağ olasın zahmet etmişsiniz.’’

    “Olur mu kızım öyle söz, zahmet olur mu hiç? Ne zaman isterseniz gelip kendiniz de toplayabilirsiniz. Biz iki kuru canımıza ne yapalım bu kadar meyve sebzeyi?’’

Canan’ın çekinerek, hatta pek eğreti oturduğunu görünce mutfağa çağırdı çay koymak için. Dünden kavurduğu mis gibi un helvasına gömülen cücelerle birlikte uzun zamandan sonra ilk defa kalabalık bir sofraya oturdular.  Garip bir hal var bu kızda diye düşünürken, Cennet bebeğine sarmak için annesinin başından çekip aldı yazmasını. O neydi ki öyle? Kızın boynu sanki günlerce marangoz işkencesinde bırakılmış tahta gibi incelmiş ve mosmordu. Aceleyle kızının elinden çekip aldı yazmasını. Titreyen elleriyle örttü başını tekrar. Göz bir kez görünce aklın duvarından inmeyen tablolar vardır. Kaldırmak isteseniz bile çerçevesinin tozlu lekesi kalır yerinde. Yaşlı kadının gözleri aklının duvarına çiviledi o tabloyu. Bu hal üzere daha fazla orada kalmak istemeyen davranışlarını gizlemedi Canan. Biz artık gidelim abla, bana da buyurun gelin, yolun öbür başındaki sarı apartmanda oturuyorum, Sucu Salih’in evi hangisi derseniz gösterirler’’ dedi. 

O gece ve sonraki geceler kadının uykularına bağdaş kurdu Canan. Mosmor boynu ve ela gözleriyle susarak oturdu karşısında geceler boyu. Kadın bir sabah kocasına anlattı gördüğü şeyi. Adam da ‘’Ah yavrucak ne oldu ki acaba, sormadın mı ?’’ dedi ama kadın sessizce tespihini çekmeye devam etti. Günlerce pencere önünde cücelerin geçmesini beklediler. Bir sürü çocuk dallara uzanıp meyve kopardı, birkaç komşu kadın ayak üstü sohbetine uğradı. Ama cüceler ortada yoktu. Uykularını Canan’dan azat etmek istedi, sormak istedi, sarılmak istedi… Can yanınca ne istenirse onu istedi. Bir öğlen bahçeden topladığı yeşilliklerle Sucu Salih’in evine gitti. Kapı çalınır çalınmaz açıldı. 

    “Cennet kızım, annen yok mu?’’

    “Annemin başı ağrıyor da teyze, yatıyor’’

Elinde yeşillik poşetiyle çocuk seslerini takip ederek girdi odaya. Canan hemen ayağa kalkmak istediyse de eliyle ‘’Yat!’’ dedi kadın. Oda sanki enkaz gibiydi. Bunca karmaşayı çocuklar yapmış olamazdı. Canan evin halinden duyduğu utancı gizleyemeyip hemen toparlamaya çalıştıysa da kadın :

    “Bırak kızım hepimiz çocuk büyüttük, olur böyle’’ dedi.

Ağlamaya başladı genç kadın. Nasıl bir ağlamadır bu? Dilsizler de ağlayınca böyle sessiz mi ağlıyorlardı? Böyle mağara gibi açılmış ağzın içinde hiç yankı olmadan mı? Hiç ünlemi yok muydu bu ağlamanın? Aman dilemeden, ilenmeden, dizlerine vurmadan, saçlarını yolmadan? Nasıl bir ağlamaydı ki bu, gözyaşı ve kocaman açılmış bir ağızdan ibaretti? Ellerini karnına sıkıca bastırmış mermer bir heykelin ela gözlerinden ve ağzından başka bir hüneri yok muydu ağlarken? Buğusuna el değmiş sürahinin çiğleri süzülüyordu. 

Salih su malzemeleri sattığı için Sucu lakabıyla bilinirdi. Kalın kaşlarının alnına şöyle rahatça yayıldığını görmemişti şimdiye kadar kimse. Öyle ki gözleri yokmuş gibi bakardı. Kıvırcık saçlarının siyahına sakalları yarenlik etmek ister gibiydi. Kısa ve küt parmaklarıyla tuttuğu anahtarlığı daima sallayarak dolaşır ve konuşurdu. Selam verirsen yüzüne bakmaya utanarak selamını saygıyla alır, ama önce o selam vermezdi. Canan’dan on yaş büyüktü Salih. Sanki evcilik oynarken ‘’ sen de kocası oluver ‘’ demişti birisi ve Canan oyun mu gerçek mi anlamadan anne oluvermişti. İlk dayağını Ahmet’e hamileyken yemişti küçük anne. İki ay hastanede tedavi görmüş ve yüksek düşük riskine rağmen sağ salim almıştı oğlunu kucağına. Sonra Ali… Sonra Cennet… Sucu Salih dışarıdaki herkese ne kadar halim selim ise karısına karşı zorba ve cani idi. Ama ne yaparsa yapsın Canan’ın güzelliği eprimiyor azalmıyor, aksine kıştan dönen ağaçlar gibi yeniden zümrüt yeşiller giyiniyordu. Buydu onun hıncı. Güzel karısının karşısındaki ucube ruhuydu onu cinnete sürükleyen. Bu yüzden onu kapı dışarı bırakmıyor hatta anne babasına bile göndermiyordu. 

Ağlayan annesinin ayaklarına kapandı Cennet. Tam da olması gereken yerdeydi. Ağlama anne, dedi. 

    “Abla git sen, gelip seni görmesin, bildin diye duydun diye beni döver yine, git abla ne olur git’’ dedi Canan. Gitmek istemeyen ayaklarını döşemeden kazırcasına kaldırıp yürüdü kadın. Arkasından korkmuş gözlerle bakan Cennet kapattı kapıyı. İzlediği filmden korkup tek başına uyuyamayan çocuklar gibi sabahı etti kadınla adam.  Günlerce, haftalarca… Sık sık ziyarete gitti Canan’ı ablası. Ablası olmuştu değil mi? Anne yarısı olmuştu. Anneliğin yarımı mı olurmuş? Yüzdesi mi alınırmış? Sonra her gün gitti. Evine de çağırdı. Canan’ı her gördüğünde başka bir yerinden duyuyordu acının sesini. Canan yine sessiz sinema oynayarak ağlıyordu. Tek kelime… Yerli…Fiil…Çocuklar seslisini yapar. Pek çok insan sevinince de yapıyor ama ben acıyınca yapıyorum. Böyle ağzını açıyorsun kocaman, ses çıkarmıyorsun. Biliyordu ablası : Ağlamak! 

Bir gün ablasına geldi Canan. Artık saklamıyordu bir gün önceden kalan yemeğin artıklarını. Üzerine bulaşan ne varsa çekinmeden gösterebiliyordu kadına. Su hortumuyla dövmüştü Salih. Soyun, demişti. Çocukları küçük odaya kilitleyip geldi güzel karısının yanına. Bağırırsan daha çok döverim. Ama acıyınca bağırılır. Bağırma! Nasıl denirdi şimdi ‘’Allah’ın salih kuluymuş’’ diye. Beşer adıyla müsemma derler. Gel de inan abla! Hortumun kıvrımlı çizgileri ile bezeliydi bacakları. Billur şişenin buğusuna çarptıkça derin izler kalmıştı. 

    “Öldürürüm o iti’’ diyerek namazını bozup geldi adam odaya. 

    “Kızım ananı babanı arayalım alsınlar seni bunun elinden.’’

    “Olmaz amca, çocuklarını bırakırsan öyle diyorlar. Nasıl bırakayım onları?’’

    “Nerede anan baban senin? Gidip konuşayım.’’

    “Denizli’de amca.’’

Denizi olmayan bir şehrin adına Denizli demek kadar tuhaftı işte olanlar. Ruhu ıslah olamamış Salih ile bir adamın sevgilisi olamamış Canan… 

Öfkeden kudurmuş vaziyette çıktı evden adam. Aradı sordu buldu Sucu Salih’in dükkânını. İnsan bu, dedi. Gelirdi değil mi imana? Ben huysuz ihtiyarın tekiyim, ondan da büyüğüm dinler beni, diyerek yürüdü yol boyunca. Dildir bu, Salih de deliğinden çıkar elbet tatlılıkla. 

    “Selamünaleyküm oğlum, ben mahalleden… Tanışamadık seninle. Hanım senin karınla ahbaptır.’’

Salih anahtarları şakırdatıyordu yine elinde. Yine gözleri görünmüyordu kaşlarının altında. Yine sessiz, sanki saygı abidesi…

    “Çay içer misin amca?’’

    “Yok oğlum sağ ol. Bak evladım yazık değil mi o kıza? İnsan yoldaşını, insan hâldaşını böyle meczuba çevirir mi? Yakışır mı sana? Kadın ki erkeğin diğer yarısıdır, yarenidir, dostudur. ‘inneme’n nisa şakâyıku’r-rical’ demiş efendimiz. Elinde sopayla gül bağına girersen, ne gülü derersin ne bülbülü duyarsın. Gel bir daha yapma, yakışmaz senin gibi delikanlıya.’’

    O bilindik sükunetiyle dinledi adamı Salih. Dışından akan safi saygıya halel getirmeden. Ama adamın sözlerini dükkanda unuttu. Mahir ustalar gibi eve iş götürmedi güya. O gece Salih Canan’ı daha fazla dövdü.

    ‘’Neden sana acıyor bunlar? Güzelsin diye değil mi? Evet, o yüzden. Ne dedin anlatırken? Kocam ucubenin tekidir, ne yaparsın oldu bir kere mi dedin?’’

Her sorudan sonra cevap yine hortumdan geliyordu. Ağlama! Ağlarsan daha çok döverim. Zaten bağırmadan ağlamayı öğrendim. Ama ağzımı kapatamıyorum bir tek. Ne olur nefes bari alayım. Gözüme geldi hortum, yoksa yaş da akıtmam ama acıyor işte. Salih: Ağlama! Hortum : Ağlama Canan! Canan : Ses çıkarmadan ağlasam, çok acıyor!

Birkaç gün cücelerden ve annelerinden ses çıkmayınca yine ellerini koltuk altlarına sokarak beklemeye başladı adamla kadın. Bir gün… Altı gün… İki hafta…Üç hafta…

    “Kalk hanım kalk, sen bir bak Canan’a neden sesi çıkmıyor.’’

Bir saat sonra kadın çocuklarla anneyi alarak eve gelmişti. Görünürde morarmış etleri yeni kapanan yaraları yoktu. Ama derinde bir yerlerde, boğuk, kuyu dibinden gelen bir ses imdat istiyordu. 

    “Kalmadı izlerim abla endişelenmeyin. Zaten döverken söyledi Salih ‘Kapı dışarı çıkamıyormuşsun öyle mi, peki o halde görünmeyen yerlerine vurayım’ dedi’’ 

    “Görünmeyen yerlerine mi?’’ dedi adam.

Bir kadının görünmeyen yeri mi varmış? Neresidir? Karnı mı? Nasıl olur, o karından dünya çıkar, nesil çıkar, soy çıkar; görünmemesi mümkün değil. Sırtı mı? Nasıl olur, o sırtta bin yük vardır; acının, çocuğun, evin, kocanın, kaynayacak tencerenin yükü vardır; nasıl olur da görünmez? Göğsü mü? Göğsü görünmez, o göğüsler ki ruhu emdirir geleceğe, yaraları sağaltır sıcağında, derde yastık olur. Neresidir görünmeyen yer? Kimsenin hiç bilmediği yer neresi? Kalbi mi? Kalbi dışardan kimse göremez ki! Peki ya kalbin sahibi… O da görmez mi kalbini? İçinde güç bela yeşerttiği pamuk tarlalarının bir anda ateşe verildiğini unutur mu mesela? Küçük odacıklarında uyuttuğu gururunun artık can pompalamadığını da görmez mi mesela? Neresine vurmalı ki, kadın bunu görmesin? 

    “Tamam kızım sen de yeterince dayanmışsın, biz de yeterince konuştuk uyardık. Son konuşmamızda ben diyeceğimi demiştim. ‘Canan bir gün gelir de kapıma, alın beni derse vermem Salih vermem’ demiştim.’’

       * * *

Bu konuşmadan sonra Canan birkaç ay ne sokakta göründü, ne cüceleri yolladı, ne de kendisi geldi. O akşama kadar… O akşam kapıyı kırarcasına yumrukladığında ‘’Alın beni’’ demeye gelmişti. Kasıklarından akan kan, naylon terliklerine dolmuştu. Yığıldı kapının önüne karnındaki bebeğiyle birlikte:

    “Abla, abla çok acıyor!’’

Ayşe YAZICI YAVUZ

TRABZON

Yazar
Ayşe YAZICI YAVUZ

1980 Niksar doğumlu. 2003 yılı, Osmangazi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı üniversite bünyesinde 2004 yılında Tezsiz Yüksek Lisans diploması aldı. Üniversiteyi kazanmasına vesile olan dershanede uzun yıllar bu defa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen