Abazdağı’nın Sırrı

Abazdağı’nın taştan, boz topraktan, ormanlardan ve ağaçlardan müteşekkil bir varlık değil de duygudan ve düşünceden örülmüş bir şiir olduğunu düşünüyorum. Abazdağı’nda yaşamak onda gizlenmiş bir yığın kelimeyi, duyguyu ve gizli saklı bir lisanı anlamak demektir.

Bir tevazu sâhibi her şey, sükûnet içerisinde ve gönüllerde yer edinerek var oluyor. Yokluğa, silikliğe, tevazuya yaklaştıkça duygularımız, saflığımız ve eşyaya hemen dâhil oluveren kuşatıcı düşüncelerimiz beliriyor. Abazdağı da mütevazi bir bilge edasıyla yükseliyor arzın üzerinde.

Bu yapayalnız dağda var olmanın sırrı gizlidir. Bir başına, silik yaşayan Abazdağı’nı bu yüzden samimî ve mütevazi bir insana çok benzetirim. Ona yakınlaştıkça insanı hatırlarım. Fakat çalışan, üreten, kabuğundan sıyrılabilmiş ve bin bir çilenin nihayetinde özündeki bilgeliğe erebilmiş insanı…

Abazdağı’nın sırrı basitliğinde, tevazuunda, samimiyetinde gizlidir. Yediğimiz kuru ekmekle en mükellef sofraların arasında hiçbir farkın, ayrı gayrının olmadığını anlamaktır. Mühim olan boğazımızdan geçen lokmanın muhabbete, hayra, hizmete, güzel duygulara ve bir tefekküre dönüştürülebilmesidir. Bu sebeple Abazdağı’nda nice güzel duygulara, nice derin tefekkürlere, nice ganî ve tok hislere dönüşen lokmaların sâir yerlerde yediklerimize göre daha aziz olduğunu söylemek isterim. Çünkü burada yenen yemeklerde rıza sırrı gizlidir. Bu sebeple yediklerimize doyum olmaz. Zira onlar biraz sonra Hakk’a ve halka yarar aziz bir gayrete dönüşecektir.

Abazdağı tazeliğini hep koruyan bir hikâyedir. Burada bir şeyler yaşandı… Bunca basitliğin içinde akla hayâle gelmeyecek cünbüşler, insanı hayretlere gark edecek güzellikler, güçlükler ve belki de tahammülü zorlayan şeyler tecrübe edildi. Belki biz bunların farkına bile varamadık. Fakat bunların hepsi bitti ve gitti… Bunca hây hûyun hakikî mânâsını ondan başka söyleyen bir mekân da olmadı. Abazdağı bu yüzden kelimelere bürünmemiş mânâların insana dolu dizgin geldiği, bunu hissettiği bir diyârın adıdır.

Abazdağı bir insanda biriken nice zamanı, hatıraları, yaşayanları, bir hayatiyeti ve ümitleri konuşturuyor ve onları yine bir insanda diri tutuyor. O upuzun tefekkür demlerinden sonra “Nasıl oluyor bu?” diye sormak bana artık lüzumsuz geliyor. Ondan söylüyor bir şey… Onun hâl dili bana, belki mânâları taşıyamayan veya içleri boşaltılmış kelimelerden daha tesirli geliyor.

Abazdağı bir de yakınlık sırrıdır. Öyle zannederim ki, ondan uzaklaştıkça ona yaklaşırım. Yanında bulunduğumuz, birlikte yiyip içtiğimiz nice insanlardan ve içinde yaşadığımız mekânlardan uzaktayız. Fakat bu dağı bir hasretle beraber hep içimde duyarım. Abazdağı, nerede olursam olayım bendedir, ben de ondayım… Bildiğimiz anlamda bir yakınlık uzaklık meselesi değil elbette. Dolayısıyla o hatıralarla var olan ve gönlümüzde yeşeren bir dost gibidir.

Bu aziz dağın duyabildiğim bir diğer esrarı geçen demlerin bir rüya olduğu fikridir. Burada geçen zaman, yaşanan bir olay, uçan kuş, dalından yere düşen bir yaprak, topladığımız fındık, yediğimiz yemek, içtiğimiz su öylesine derin bir şekilde yaşanır ve hissedilir ki, kaybolan bu şeyler insanı ister istemez derin bir hesabın içine düşürüp tefekküre mecbur eder. “Nerede bu şeyler şimdi?” diye sormak zorunda hissederiz kendimizi… Aslında bu hâl bir başlangıçtır. Abazdağı bize bir şeyler öğretmek istiyordur. “Biz bir rüyanın içinde yaşamaktayız. Bak bunu benden daha berrak bir biçimde söyleyen birini bulamazsın!” demektedir. Öyle gelir ki, bu arı duru, saf aynada hayatın bazı hakikatleri kımıldar, küçük bir oluşa, ibrete bürünür ve sonra da ansızın kaybolur.

Abazdağı ayrıca bir analık sırrıdır. Tabiatın türlü meşakkatleriyle bilenmiş, yorulmuş bir kadının merhametini, şefkatini, sevgisini kısaca analığını bir çocuğa verebilmesidir. Tabiatın engin çilesini iliklerine kadar hisseden, bu coğrafyanın bütün bir müşkilâtı alnında ter olup akan bir ananın, evlâdının gözlerindeki titrek hüzünde sabrının arttığını, takatinin coştuğunu görebilmesidir.

Abazdağı’nın diğer sırrı ise aidiyet duygusudur. İnsan herhalde kendini hayat boyu, doğduğu yerlerden başka olarak çok az mekâna ait hisseder. İnsan ruhunu hep buraya ait hissedebilir. Abazdağı’ndan ne kadar uzakta olursak olalım bu, içimize hep bir sevinç bırakır. Bu sevinç ondayken, içine daldığım tefekkür demlerinde daha belirgin bir hâl alır. Bundan dolayı içindeki enerji kalıbına sığmaz olur insanın. Aldığı nefesin içinde kaç tecrübenin, ümidin, hayal kırıklığının ve bekleyişin kısacası zaafları ve faziletleriyle insanın hâllerinin olduğunu düşünür.

Abazdağı görünüşü değişmeyen şeylerin üzerinde düşünmeyi ve tefekkür etmeyi öğretir. Dolayısıyla o tarifi çok zor bir tefekkür sırrıdır. Birdenbire eşyayı ve insanı ötekileştiren, geçmişini yerle bir eden, hatıralara saygı duymayan değişimlere içimiz ısınmadıysa bizi ancak Abazdağı’nda tabiatın avuçlarında biriken bir huzur dinginleştirebilir.

Abazdağı’nın hiç değişmeyen veya bize öyle gelen hâlini severiz. Onda biriken hatıralarda yaşayan insan iradesini, ümitlerini duyarız. Bu yüzden Abazdağı birikme, o biriken şeylerde daima hatırlama demektir. Zihnimiz orada geçmişlerimizin hatıralarına intikal ederken kalbimiz biteviye bunun saadetini yaşar.

Hepimiz bir zamanlar bağlı olduğumuz şeylerden kopuyoruz. Bir güç, bize içinde, yanında, sağında, solunda yaşadığımız şeylerin kendisinden koptuğumuz zaman, onların yine bizde var olup olmayacağını sınamak ve bu yüzden bizi bin bir imtihanla denemek istiyor gibidir… Bu ister Hakk’a verdiğimiz sözün bu dünya mahallinde denenmesiyle ilgili olsun, isterse duygusal bağlanımlarımızın onlardan uzaklaştıkça mahiyetini anlamayla ilgili… Her birimiz bir vahdet aynası hâline gelene/gelmeyene kadar bu maddede ya bileniyoruz ya da köreliyoruz…

Bence gelip gelip gurbet hissinde düğümleniyor bütün mesele… Gurbet bizimle olmayanın hakikatte bizimle birlikte olması, bunu hissetmemiz, anlamamız fakat bu süreci biraz acı çekerek, üzülerek, gözyaşı dökerek yani bedel ödeyerek hissetmemiz demektir. Dolayısıyla gurbetimizi duymaya başladığımızda bağlılığımız, gerçeğimiz, ne olduğumuz veya olmadığımız da ortaya çıkıyor. Bu yüzden bence bir insan özledikleridir.

Gurbeti hissetmeye başlamak dönüşümü de başlatmak anlamına gelir. Çünkü bu duygu bizi ait olduğumuz bir âleme doğru sürükler. Gurbet hissi bizi giderek garip yapar. “Gariplere ne mutlu!” dendiği üzere insanı asli kimliğine ve hep aradığı bir hâle yaklaştırır. Giderek bundan da bir tefekkür doğar. Bence bütün eylemlerimizin beslendiği nokta burasıdır. Bu yüzden Abazdağı’nı özlemek insanın ezelî gurbetini de hissetmesi demektir.

Şu da var ki Abazdağı’nı özlemek insanın kendi özünü özlemesidir. Çünkü tabiata duyulan hasret, insanın o ümmî hâlini, orijinini de özlemesi anlamına gelir. Çeşit çeşit kuşların sesleri, hayvanların bağırışı, derenin şırıltısı, yaprakların hışırtısı, ormanın sessizliği ve bütün bunlardan yansıyan çeşitlilik, onca koku ve görüntü bizi bu hâle yaklaştırmaktadır. Bütün bunlar bir tefekkür hâli ve içimizde derinleşmek için bize bir dizi imkân sunmaktadır. Ancak bu hâller Abazdağı’ndan uzaklaştıktan sonra anlaşılmakta, kendilerini insanda bir gurbet hissi ile göstermektedirler. Gurbet, bu anlamda dağın bizde uyandırdığı bütün tefekkür zenginliklerini tetikleyen bir imkân olmaktadır.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen