Hacc’ın Mânâsı, Derûnumuza ve Dünyamıza Bakan Yönleri – II

Hac; bir âhiret seferidir… Hac; zaman ve mekân ötesi bir yolculuktur… Hac; geçmişi ve geleceği seyrandır… Hac; mânevî ve rûhî bir yükselişle kalplerde duyulan müthiş bir heyecandır… 

Hac; insanın Hakk’a doğru yürüyüş destânıdır… Hac; âbidler, ârifler, âşıklar ve sâdıklar mekânıdır… Hac; dünya gurbetindeki sılamıza vuslattır… Hac; bir ömür hâyâl edilip beklenen en önemli murattır… Hac; semânın sesini yüreğinde duymaktır… Hac; rûhunu “sıbgâtullah”[1] ile boyamaktır… Hac; nefisleri mânevî bir rahmet ve mağfiret ummânında yıkamaktır… Hac; Kâbe ufuklarına gönül gözüyle bakmaktır… Hac; yeni bir azim, yeni bir güç, yeni bir coşku, yeni bir şuur ve yeni bir kavl ü karâr ile hemhâl olmaktır… 

Hac; uzak diyarlara olduğu kadar, aynı zamanda insanoğlunun kendi iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur… Bu sebeple Hac; “ene”den (benden) sıyrılıp “nahnü”ye (bize) yol bulmak ve her şeyiyle “Hüve”ye (O’na) âit olduğunun şuûruna varmaktır.

Hac; yüreklerdeki aşkın, vecdin, şevkin, heyecânın, muhabbet ve meveddetin şâhikalaşması için, mâsivâdan alâkayı kesip, Mâvera aşkıyla yola çıkan ve; 

“Haktan özge nesne yoktur, gayrıdan ümîdi kes; 

Aç gözün merdâne bak, Allah bes, bâki heves…”[2]

diyen hüccâcın Hakk’a müteveccih bir gönülle Allah (c.c.)’a enîs olup; şekilden öze, bedenden kalbe ve cismâniyetten rûhâniyete intikâl etmesidir.

Hac; nefsin köleliğinden kurtularak kulluk hürriyetine kavuşan ve böylece bir “edep âbidesi” haline gelen hüccâcın, insan bedenindeki Beytullah olan kalbi sâdece Allah (c.c.)’a yönlendirmesi, Allah(c.c.)’tan başka her şeyden âzâde kalmasıdır.

Hac; Âdemoğlunun ihrâma girdiği andan îtibâren muvakkaten beşeriyetten tecerrüt edip, melek haline dönmesi ve hüccâcın bir kor gibi sînesinde taşıdığı aşkı âşikâr ederken; aklın kalbe, kalbin de emr-i İlâhîye râm olmasıdır.

Hac; insanların, bu Mukaddes Yolculuk’a çıkmadan önceki hayatlarında mevcut olan; şirk, isyân, günah, hatâ ve haramlardan tevbe-i nasûh ile sıyrıldığı; dünyaya rağbet, Allah(c.c.)’tan gâfil olma gibi kalpleri karartan günâh kirlerinden arındığı ve “Anasından yeni doğmuş gibi” tertemiz hâle geldiği bir ibâdet, bir ikrâm, bir ihsân ve bir lûtf-u İlâhîdir.

Hac; “Ham budem, pohte şodem, sûhtem”[3] (Hamdım, piştim, yandım.) sırrını keşfetme istikametinde “ayne’l-yakîn, ilme’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn” olarak irtifâ kaydedip, “bilme, bulma ve olma” yolunda mesâfe alırken, yitiğini önce kendi yüreğinde aramak; 

“Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan,

Kenz açılmaz bir gönülde tâ ki pür-nûr olmadan,

Sür çıkar ağârı dilden tâ tecelli ede Hakk,

Pâdişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan” 

nutku şerifinde dile gelen hâle mülâkî olup, dilden ağyârı sürüp çıkararak gönül hânesini ma’mûr ve pür-nûr etmek için, Beytullah’ın rahmet ve nusretiyle gerçekleştirilmeye çalışılan Hakk’a vuslat yolculuğudur. 

Hac; insanlık tarihinin en büyük îman ve tevhid mücâdelesine sahne olan bu mukaddes bölgede her şeyiyle Hakk’a yönelmenin, Allah rızası için ibâdet etmenin, Rabb’in “Bir”liği etrafında birleşip bir olmanın, O’nu her yerde anarken O’nun rızâsını aramanın, bu feyizli atmosfer içinde Allah (c.c.) ile yalnız kalmanın ve kesretten vahdete erişmenin diğer bir adıdır.

Hac; duygulardaki mehâbetin, iç âlemdeki samîmîyetin ve hissiyâta akseden derûnî muhabbetin her zamankinden daha fazla kıyâm etmesi ve hüccâcın; Yüce Rabb’imize olan bağlılığını hâl diliyle ifâde edip, “Lebbeyk!” diye Telbiye getirirken; “Mahbûbum Sensin, matlûbum Sensin ve maksûdum Sensin!” nidâlarıyla âsumânın inlemesidir.

Hac; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün ifâdesiyle; “Allah’ın zikrini ayakta tutmak için”[4] yapılan bir “silahsız cihad”[5]dır ve Hacca gelenler “Allah’ın dâvetine icâbet eden Allah’ın elçilerdir.” Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), hüccâc hakkında Cenâb-ı Hakk’ın; “Her ziyâret edenin ziyâret edilen üzerinde bir hakkı vardır. Beytimi ziyâret edenlerin benim üzerimdeki hakkı, dünyadayken âfiyet vermem, bana kavuştukları zaman da affetmemdir.”[6] diye buyurduğunu belirtmekte ve bizlere Yüce Rabb’imizin; “Onlar Allah’a duâ ederlerse, Allah onların duâlarını kabul eder, bağışlanmayı dilerlerse Allah onların günâhlarını da bağışlar.”[7] müjdesini de nakletmektedir. Zâten hüccâc Hacca “Giderken de, dönerken de Allah’ın kefâleti altındır.”[8] Ve onlar, Efendimiz’in; “Allah’ım! Hacıyı affet, hacının affını isteyen insanları da affet.”[9] duâsının mazhârıdır.

*** 

Hac; hem Kâbe’yi tavaf etmek; hem Safâ ve Merve arasında Sa’y yapmak, hem Arafat’ta Vakfeye durmak, hem Müzdelife’de bulunmak, hem Mina’da Şeytan’ı yüreğinden vurmak ve hem de bütün şeytânî duyguları ve dünyevî ihtirasları Mina’da terk etmek, kurban kesip içindeki kötü duygularını damarlarından akıtmak, “anasından yeni doğmuş”bir hâle gelip günâhlardan kurtulmaktır. Bu îtibarla Kutsal Topraklar’daki mukaddes mekânları gören, haccın mânevî iklîmine giren ve hakkıyla haccedenler; kelimelerle anlatılması mümkün olmayan mânevî güzellikler yaşayacak, târifsiz hâller soluklayacak, bu ziyâretten çok büyük feyz alıp zühd ve takvâda derinleşecek, dünyaya bakışlarını değiştirecek ve bu kutlu yolculukta hayatlarına yepyeni bir sayfa açacaktır. Elbette ki hüccâcın bu husustaki nasîbi; “Herkesin istidâdına vâbestedir âsâr-ı feyzi”[10] diyen şâirin mısraında gizlidir. 

Bu yolculuk hüccâca; Arafat ve Müzdelife’de Kıyâmet Günü’nün provasını yaptırması yaşatması dolayısıyla, ölümden sonrasına hazırlık ve hayatın yeniden düzenlenmesi hususlarında çok önemli bir îkazdır. Zîrâ, ölmeden evvel, ölümden sonrasını temsîlî de olsa yaşayarak tefekkür etmek, Hac esnasında hayâlden hakikâte dönüşür. Haccı îfâ ederken ihrâma girerek bir nevî kefenlenmiş olan hüccâc, ölüm sonrasını bir anlamda bizâtihî yaşamış olur. Hacıların, “canlıyken giyilen kefen” diye vasfedilen ihramlarıyla Arafat ve Müzdelife’de “kıyâmetten bir kesit” yaşamaları; bir anlamda Âlem-i Bekâ’nın kapısını çalmaları; insana, hayatın muhâsebesini, muhâkemesini ve murâkabesini yeniden yaptıracaktır / yaptırmalıdır / yaptırır. 

Böylece her yıl milyonlarca mü’min, Hakk’a en yakın olacakları zaman dilimlerinde, ibâdet ve duâların müstecâb olacağı en kutlu mekânlarda; İlâhî dâvete uymak, Allah(c.c.)’a karşı kulluk mükellefiyetlerini yerine getirmek, her an Rabb-i Rahîm’in rızâsını aramak; tavafta, Sa’y’da, Arafat’ta, Müzdelife’de Mina’da kapı kapı dolaşarak Rahmân’ın rahmet ve mağfiretine kavuşma sa’y ü gayretini göstermek, kendisini hesabe çekmek, günâhlarından arınmak, ümmet şuûrunu kıyâma durdurmak için Hac vazîfesini îfâ eder / etmelidir… Sonra da hüccâc, Haccı yeni bir Hicret kabûl ederek hayatına yepyeni bir sayfa açar / açmalıdır… Hüccâc; semânın sesini yüreğinde duyarak ve îmanını yeni baştan tâzeleyip kendi içinde yepyeni bir inanç ve inkılâba kapılar açıp-köprüler kurar / kurmalıdır… Hac, bu şuur ve idrâkle yerine getirildiği takdirde hüccâcın hayatında çok önemli bir dönüm noktası oluşturacaktır / oluşturmalıdır / oluşturur.  

Hac; insanoğlunun yaratılış fıtratına yeniden avdet etmesine, Cenâb-ı Hakk’a bîatını yenilemesine ve hayatına yeni bir sayfa açarak yepyeni bir itâat sözleşmesi yapmasına vesîledir. Hacı adayı evinden çıktığı andan, hac ibâdetini yapıp evine dönünceye kadar, Allah(c.c.)’ın emriyle sefer ettiği, Rahmân’ın Misâfiri olduğu için, onun ecir ve mükâfatı da Cenâb-ı Hakk’a âittir… 

Ve elbette ki “er-Rahmân”, “er-Rahîm”, “er-Ra’uf”, “el- Ğâfur”, “el-Ğaffâr”, “el-Settâr”, “el-Tevvâb”, “el-Afüvv”, “el-Kerîm”, “el-Mûcîb”, “Zü’l-Celâl-i Ve’l-İkrâm” olan Yüce Rabb’imizin ihsân ve ikrâmının sınırı da yoktur. Herkes bu “Mukaddes Yolculuk”ta; îman ve ihlâsı, zühd ve takvâsı, bilgi ve irfânı, ülfet ve ünsiyeti, muhabbet ve samîmiyeti, aşkının cesâmeti ve kalp hanesinin genişliği nispetince nasîbine düşeni alır. En yoksul kişi dahi hânesini teşrîf eden konuklarını küçük de olsa- bir ikramda bulunmadan göndermezken; Rahmân ve Rahîm olan, hazînesinin, ihsânının, rahmetinin, mağfiretinin haddî ve hudûdu olmayan Âlemlerin Rabbi, Evi’ne gelen misâfirlerini elbetteki boş çevirmez, çünkü O şânı en yüce olandır ve şânına yakışanı en çok yapandır. Adlî’nin dediği gibi; “

“Hudâya, Hudâlık Sana yaraşır.

Nitekim gedâlık bana yaraşır.

Çü Sensin penâhı cihan halkının

Kamudan sana iltica yaraşır.

 

Ben ettim ânı ki bana yaraşır 

Sen eyle ânı kim Sana yaraşır.

Şu günde ki hiç çâresi kalmaya

Ana çâre-res Mustafa yaraşır.[11]

Sâdece Rızâ-i Bârî için bu Kutsal Topraklar’a gelenler, İlâhî dâvete “Lebbeyk!” diye gözyaşları içinde büyük bir aşk ve iştiyakla icâbet edenler, O’nun misâfiri olmayı en büyük şeref bilenler, hâne sâhibine ve O’nun diğer misâfirlerine karşı hürmette kusur etmeyenler târiflere sığmayan mânevî sofralarda ağırlanır ve nice sınırsız ihsanlara kavuşurlar. Zîrâ Hacca gelen mü’minler, Allah(c.c.)’ın çok özel misâfirleridir, yâni “Duyûfu’r-Rahmân”dır. Bu îtibarla Kutsal Topraklara gelen bu çok îtibarlı konukların Ev Sâhibi’ne karşı hürmeti, muhabbeti ve ibâdeti de çok özel, çok samîmî ve çok derûnî olmalıdır.

Hac; içinde sayısız hikmetler, sınırsız nîmetler ve sonsuz rahmetler ihtivâ eden muazzam bir ibâdettir. Bu sebeple olsa gerek, şâir;

“Varalım kûyuna cânânı ziyâret edelim,

Dâhil-i Cennet olup lâyık-ı dîdar olalım.

. . . 

Aklı terkeyleyelim ışk ile şöhret bulalım,

Sûreta mest olalım, ma’nide hüşyâr olalım.”

demiştir. Yâni Hac; kendisini dış dünyaya kapatıp, yalnız Yaradan’la olabilmek ve “Gözlerimin içine başka hayâl girmesin!” diyebilmek için gözüne ve gönlüne Muhammedî bir sürme çekmektir.

Hac; şahtan tebaaya, âlimden ümmîye, zenginden fakire, siyahtan beyaza, sarıdan kızıla kadar bütün insanların vahdet şuûru içinde bir araya geldikleri, aynı istikamete yürüdükleri; aynı Telbiyeyi söyleyip, aynı Tehlîl ve Tekbîrleri getirdikleri; diller, anlayışlar, renkler, ırklar, keyfiyetler ayrı ayrı olsa da, bu farklılık ve çeşitliliğin içinde ulvî bir vahdetin, Rahmânî bir işâretin ve îman iklîminde boy vererek ‘ihtilâfı rahmet, tefrikayı zahmet’ bilen bir uhuvvetin arz-ı endâm ettiği bir farz-ı İlâhîdir.

Hac; renkleri, dilleri, ırkları, ülkeleri ve kültürleri farklı olsa da; Allah(c.c.)’ı bir, Peygamber(s.a.v.)’i bir, Kitab’ı bir ve Kıble’si bir olan Müslümanların; aynı Kâbe’ye yönelip, aynı âyetleri, duâları, telbiyeleri, tekbirleri, tehlilleri, salât ü selamları terennüm edip, aynı safta oturup, aynı hâlet-i rûhiyeyi yaşayıp ve aynı secdeye baş koyup îmânın âsûde ikliminde buluşmasını, birbirlerinin dilini bilmeseler de Muhammedî lîsânın muhabbet tebessümüyle anlaşmasını sağlayan bir kardeşlik sermâyesidir. 

Hac; dillerin, yolların, ellerin, duâların ve gönüllerin tek “Bir”de birleştiği, bütün farklılıkların ortadan kalktığı, Kâbe’nin rahmet yüklü bulutları altında; “İnneme’l-mü’minine ıhvetün”[12] (Mü’minler ancak kardeştirler.) Âyet-i Kerîmesi’nin gönüllerde bayraklaştığı bir tevhid otağıdır. 

Hac; her yıl tüm dünya Müslümanlarının bu feyz ve rahmet iklîminde bir araya gelerek; birbirlerine kan bağının ötesinde ve çok üstünde bir mânevî bağla birbirlerine bağlayan, “Din kardeşliği şuûru içinde” görüşüp kaynaşmasına zemîn hazırlayan, Âlem-i İslâm’ın siyâsî, içtimâî, ticârî, askerî ve mâlî alanlarda iş birliği ve yardımlaşma rûhunun gelişmesini sağlayan -sağllaması gereken- bir vahdet zemînidir. Yâni Hac; inanç birliğini, din kardeşliğini ve ümmet şuurunu “ete-kemiğe büründüren”, teoriyi pratiğe dönüştüren, tasavvurda olanı tahakkuk ettiren, gözle görülür-elle tutulur hâle getiren /getirmesi gereken bir tevhîd bestesidir. 

İslâm Dünyası’nın yıllık en büyük kurultayı olan hac; tek hedefe ve aynı gâyeye yönelen; değişik mezheplere, muhtelif devletlere ve çeşitli milletlere mensup, ama “İslâm” ortak paydasında birleşmiş olan ve Allah’ın Evi etrâfında bir araya gelen Müslümanların ibâdet edip Hakk’a yönelmeleri yanında; birbirlerini daha iyi tanımaları, görüşüp kaynaşmaları, muhabbetlerini artırmaları, İslâmî mes’elelere çâre aramaları, ortak çözüm yolları bulmaları ve her alanda güç birliği yapmaları için bulunmaz bir vesîledir / vesîle olmalıdır. 

Ayrıca Hacda yapılan mânevî ittifâkın, her alandaki tesanüde zemin hazırlaması; bu ibâdetin -uzun yıllardan beri ihmâl edilen, ama mutlaka yerine getirilmesi gereken- bir gereğidir. Zâten Hac, bir mânâsıyla da bu dayanışmanın gereğini temin etmek için emredilmemiş midir? Gerçekten de bu muazzam mânevî atmosferin ve dînî heyecânın kazandırdığı ruh iklîminde; “..Kendilerine sağlayacağı çeşitli faydaları görsünler..”[13] emr-i İlâhîsinin sırrına erebilmek çok daha kolaylaşır / kolaylaşmalıdır. Çünkü orada her türlü kavmiyetçilik, kabîlecilik, siyasal ve sosyal tabaka ayrımcılığı bir kenara itilir, rütbe ve makamlar terk edilir; ruhlar bir, gönüller bir, hedefler bir olur. Müslüman yüreklerin “kürrevî” bir hacimle çarptığı Hacdan; fert ve ümmet olarak gerekli istifâdenin sağlanması, ancak bu idrâk ile mümkün hâle gelir. Bu îtibarla Haccın bize yüklediği mükellefiyetler bir ömür yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. 

Hac, sadece şahsî ibâdet planında kalmamalı, şeklî ibâdet olmanın ötesine geçmeli, Hacdaki mesajlar sâdece “Mîkat”Bölgesi’ne hapsedilmemeli, hayatın tamamına hasredilmeli; bu kutlu yolculuk insanın ahlâkını güzelleştirip, kul olma şuûrunda köklü değişiklikler yaparken, mutlaka sosyal, ekonomik, siyâsî, kültürel ve medenî sahalarda da feyz ve bereket hâsıl etmelidir. Bu sebeple Haccın rûhunda yatan sır ve hikmetleri dünyadaki bütün Müslümanların çok iyi idrâk etmesi ve bu idrâki âcilen kuvveden fiile geçirmesi hem bir mecbûriyet, hem de çok önemli bir mükellefiyettir. Zâten aslolan, Haccı şeklî olarak edâ etmek değil, onu aslî fonksiyonlarına kavuşturmaktır. Hac; bugün bu fonksiyonlarını tam olarak yerine getir/e/mese de, Haccın çok önemli hikmet ve fazîletlerinden birisi de dünyadaki bütün Müslümanların iştirâk ettiği ve her çeşit meselelerinin konuşulup karara bağlandığı “Yıllık İslâm Kongresi” olmasıdır / olması gerektiğidir.    

* * *      

Genel hatlarıyla ifâde etmeye çalıştığımız Hac; Allah (c.c.)’a hicret için çıkılan; “Dînin kemâle ermesi ve teslîmiyetin tamamlanması” ve Haccın “dindeki yerinin anlaşılması”[14] diye de nitelendirilen; insan hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek kadar önemli olan / olması gereken; hem fert, hem ümmet-i Muhammed, hem de bütün beşeriyet için sayısız hikmetler va’z eden bir çok ibretlerle dolu bir ibâdettir. Haccın esas keyfiyeti, -“İlâhî sembolleri yâd etmekten belki de çok daha mühimi- bu kutsal yolculuğun çok yönlü olan mânâ ve muhtevâsının tedâî ettirdiği ilhâm ve mesajları idrâk etmektir. Yâni Haccı anlamak için; bu Mukaddes Toprakların dînî, târihî ve felsefî arka plânını derinlemesine bilmek; Hacdaki sembollerin mazrûfunu hakkıyla anlamak ve bu simgelerin rûhunda yatan derûnî mânâyı çok iyi kavramak gerekir. Meselâ Hz. Hâcer (r.aa.) Vâlidemiz’in binlerce yıl önce ortaya koyduğu azîm ve cehdi ifâde eden “Sa’y”ı, 21. asırdaki Müslümanlar sâdece; “Safâ ile Merve arasındaki 400 metrelik mesâfeyi yedi defa koşar adım yürümekten ibâret bir mânâ parantezine hapsetmemelidir.” Ya da tavaftaki “remeli”[15] de “Müslüman’ın Müslüman’a böbürlenmesinden ibâret” zannetmemelidir. Sa’y ve “hervele”[16], Mes’â ile; remel de Metaf ile sınırlı kalmamalı, şeklî bir sünnet taklîdi olmamalı, her sâhada fiilen yapılmalıdır. Adâlette, ilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte, hukukta, devlet yönetiminde, edebiyatta, sanatta vs. de; çok çalışarak, emek vererek, göz nûru dökerek, fikir çilesi çekerek, uykusuz gecelere alınteri akıtarak, olağanüstü çaba sarf ederek, her türlü imkânı zorlayarak ve insanüstü bir gayret göstererek hayâtın her alanında Müslümanlar Sa’y etmeli, hervele ve remel yapmalıdır.                 

Zâten bu “Mukaddes Yolculuk”taki feyz ü bereket Haccın zarfında değil, mazrûfunda, yâni taşıdığı ruhta ve barındırdığı potansiyelde saklıdır. Hac ibâdetinde; ihrâma girerek dünyadan soyunan, ölmeden kefene bürünen ve “ukbâlı” hâle gelen; ama bir tarafı da “dünyalı” kalan Müslümanların; içtimâî, iktisâdî ve siyâsî geri kalmışlığına ve çözüm yollarına müteveccih çok önemli mesajlar bulunmaktadır. Yâni Hacda, “yaratılan” olarak “Yaratan”a karşı kul olma mükellefiyetlerimizin dışında, “dünyalı” yanımıza hitâp eden pek çok mânâ ve mesajın bulunduğu açık bir hakîkâttir. Dış görünüşü îtibâriyle sembolleri andıran, ama derûnî mânâsıyla çok büyük ilhamlar veren Haccın; her sâhaya taâlluk eden hikmetli mesajlarını idrâk edebilir, Müslümanlar olarak Haccın rûhunu kavrayabilir, kendi içinde taşıdığı potansiyeli fert, millet ve ümmet olarak hayatımıza yansıtabilirsek; bu anlayış sâdece Ümmet-i Muhammed için değil, bütün insanlık için bir “bâs’u ba’del-mevt”[17] (ölümden sonra diriliş) muştusu oluşturur / oluşturmalıdır.

Müslümanlar; Haccı, zarfı ve mazrûfuyla birlikte idrâk ettikleri takdirde; hem fert, hem ümmet, hem de bütün bir beşeriyet kurtuluşun sırrına erecek; “İlâhî sembollerin” taşıdığı mânâ ve hikmeti ihyâ ettiğimiz, ibâdetlerin derûnuna erdiğimiz zaman muhteşem İslâm Medeniyeti yeniden kurulacak ve İslâm Dünyası ile birlikte bütün insanlık yaşanılan bu karanlık geceden müjdeli şafaklara giden nurlu yolu mutlaka bulacaktır. Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun;

“Eğer şâd olmak istersen, Livâü’l-Hamd’in altında,

Mukaddes yolculuk, bir inkılâb olsun hayâtında…”

diye ifâde ettiği gibi; Hac, beşerin hayatında kutsî bir ruh inkılâbı meydana getirdiği zaman insanımız yeniden her iki cihanda azîz olacaktır. 

Hacda Kâbe’yi dolduran o müthiş insan kalabalığındaki kemiyetin, keyfiyet cevherinde de kesâfet arzetmesi, muhteşem şeklî birlik manzarasının her sâhaya yansıması en büyük duâ ve niyâzımızdır.

* * *

Hac; hem sıhhatli bir beden verdiği, hem maddî imkânlar nasîp ettiği ve hem de Duyûfu’r-Rahmân olma mazhâriyetine eriştirdiği için, Allah(c.c.)’a teşekkür etmek yâni şükrân-ı nîmet olmak ve kulluğun gereğini yerine getirmek için çok büyük bir fırsattır. Bu îtibarla; “Genç iken gelmek varmış!” dememek için acele edilmeli, maddî mânevî hazırlıklar tamamlanıp yeni bir hayatın kapısı aralanmalı, zaman tünelinden Asr-ı Saâdet’e varılmalı, oradan Devr-i Halil İbrâhim’e uzanılmalı ve nihâyet Hz. Âdem(a.s.)’in ayak izlerine ulaşılmalıdır. 

Hâsıl-ı kelâm Hac; tek kelimeyle muhteşem bir ibâdettir; çünkü Hac, mukaddes bir şuur hazînesi ve bütün ibâdetlerin rûhunu dirilten mânevî bir iksirdir. Baştan beri söylediklerimizi özetleyecek olursak; Hac, Kutsal Topraklara gelen Rahmân Misâfirleri’ne; İslâm’ın bütün vechelerini ihlâs, zühd, takvâ, şuur, samîmiyet ve muhabbet iklîmini teneffüs ettirip, en yoğun bir şekilde yaşatan;“insanların bir tarağın dişleri gibi eşit”[18] olduğunu, din kardeşliğinin önemini ve İslâm’ın evrenselliğini ortaya koyan / koyması gereken; kefen misâli bembeyaz giysilere bürünerek hayattayken Mahşer’in provasını temsîlî olarak yaptıran / yaptırması gereken; “hesâba çekilmeden önce kendisini hesâba çekmeyi”[19] hatırlatan / hatırlatması gereken; mü’minlerin hayata bakış açılarında çok büyük inkılâplar yapan /yapması gereken; hüccâca nefis terbiyesi, irâde, sabır eğitimi, hayatın muhasebesi ve ölüm ötesine göre ömür sermâyemizin sarf edilmesi hususlarında ehliyet kazandıran / kazandırması gereken; günâhlarından arındıran, rûhlara yepyeni bir ibâdet neşvesi aşılayan / aşılaması gereken; Müslümanların birbirlerini tanıma, kaynaşma, dayanışma ve uhuvvet duygularını canlandıran / canlandırması gereken ve ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarına çâreler arama çalışmalarına zemin hazırlayan / hazırlaması gereken, İslâm’ın muhteşem geçmişini kıyâma durduran / durdurması gereken ve Bezm-i Elest’te Allah(c.c.)’a verdiğimiz sözün gereğini yerine getirmemiz için bizlere yeni bir fırsat tanıyan çok boyutlu bir ibâdettir.

Böylece kul olma mükellefiyetimizdeki noksanlıkları yüreğimizde duyarız / duymamız gerekir. Bundan sonra hayatımızda yepyeni sayfa açmaya karar veririz / vermemiz gerekir. Hacda verdiğimiz sözleri tutmak için ‘Hac Orucu’na başlarız / başlamamız gerekir. Yeni bir ruh inkılâbına doğru yelken açmak ve  “Sırât-ı mustakim” üzre yepyeni bir menzîle yürümek için “Gül” mihverli bir rota çizeriz / çizmemiz gerekir… 

Hayatı ibâdet merkezli yaşamaya, Kur’ân’ın hükümlerine göre daha titiz bir biçimde tanzim etmeye, ihlâs ve takvâ zırhını hiç çıkarmamaya karar veririz / vermemiz gerekir… Çünkü asıl vazîfe, şeklî olarak Hacca gitmek değil, Haccı, hayata taşımaktır… Çünkü asıl vazîfe; gönlü Kâbe’ye koymak kadar, gönle Kâbe’yi de koymaktır… Çünkü asıl vazîfe, kalbi Kâbe yapmaktır… Zîrâ Hac, “bir günâh çıkarma seansı” değil; kalpleri îmanla nurlandırma, ibâdetlerle hayat bulma, İslâm’ın rûhunu yakalama, hayâtı yeni baştan tevhîd şuûruyla îmar ve inşâ edip bir ömür boyu sürecek Kâbe yürekli bir mü’min ve muttakî bir kul olmaya karar kılmaktır… 

“Sözün özü şudur: Hacca gitmek başlamaktır, bitirmek değil; ‘Allah’a söz vermek’tir, ‘Allah’tan söz almak’ değil; sorumluluktur, avantaj değil; tatbîkattır, teşrîfat ve tenzîlat değil…”[20] Ve “Hacca gidebilenler aslâ ‘kafadan kazanmış şanslılar’, gidemeyenlerse ‘kafadan kaybetmiş şansızlar’ zümresi değildir… Hac ne varsılların günâhlarını yıkattıkları ‘çamaşır makinesi’, ne de gelen herkese peşînen verilmiş ‘garanti belgesi’dir…”[21]

Bütün bunlardan sonra netîce olarak şunu ifâde etmemiz gerekir ki, Hac; sıradan bir ziyâret, şeklî hareketlerden oluşmuş bir ibâdet ve ismimizin önüne “Hacı” sıfatının eklenmesi için yapılmış bir seyahat aslâ değildir ve olmamalıdır. 

Hac, rûhî bir inkılaba erişmek için Kâbe mektebinden mezun olmanın; ağır bir sorumluluk getiren yeni bir sıfatı -Hacı ağa değil- “Hacı” kimliğine kavuşmanın ve bundan böyle daha muttaki, daha muhlis, daha zâhid bir insan hâline gelmenin; Mukaddes Topraklarda edâ edilen rûhî, kalbî, aklî ve bedenî bir eğitimden geçmenin ve kazanılan bu haslet ve hassasiyetleri bir ömür boyu sürdürmenin diğer bir adıdır.

“Hacı” olmak; benlik libasından sıyrılıp biz olmak ve her şeyiyle O’na âit olduğunun şuûruna varmak, taşıdığı sorumluluğu bilmek ve kâmil bir Müslüman olmaya karar kılmaktır. Bu îtibarla Hac; hac aylarına ve Haremeyn’e münhasır kılınan, hacı sıfatını almakla ikmâl edilmiş olunan ve gidip-gelince noktalanan bir farzı edâ değil; orada kazanılan hasletlerin muhâfazasını, Kur’anî bir hayatı ve Peygamberî bir ahlâkı esasa alan, böyle olunca da asıl dönünce başlayan ve bir ömrün tamamını kaplayan bir ibâdettir. 

Hac; masivânın tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, kalbin terbiyesi ve rûhun tesviyesi, yâni kulluğun zirvesidir. Zâten tasavvufî anlayışa göre hac; önce “seyr-i ilallah”tır, yâni Hakk’a doğru yapılan bir yolculuktur. Oraya varıldıktan sonra “seyr-i maallah”tır, yâni Hak ile yolculuktur. Ve nihâyet dönüş “seyr-i anillah”tır, yâni Hakk’ın dîvânından halkın arasına avdet, yâni halvetten celvete dönüştür. İşte bütün mesele de burada başlamakta olup; aslolan Haremeyn’de kazanılan hâlin ve elde edilen hasletlerin hayat boyu devam etmesi ve son nefese kadar bu hassâsiyetlerin yaşatılmasıdır. Yâni Haccın asıl gâyesi, ‘Hac Orucu’nun bir ömür zinhâr bozulmamasıdır… 

Haccı böyle anlayan ve bu şuurla edâ eden hüccâcın “Lâle”ye müştak “Gül” aşkıyla yanıp tutuşan gönülleri, daha Kutsal Topraklara vedâ ederken bile hasret ateşiyle kavrulmaya başlar. Ve târiflere sığmayan bu tahassür, muhabbet ve iştiyak bir ömür gönül hânesine hükümrân olur.

Hacda bu kararı alanlar, Kutsal Topraklardan geldikten sonra verdiği söze sonuna kadar sâdık kalmalı ve Hac Orucu hiç bozulmamalıdır… Umarız ve duâ ederiz ki Cenâb-ı Hakk bu söylediklerimizi önce kendimize duyursun ve nefsimize tesîr buyursun, daha sonra ise ihtiyacı olanlara… 

Cenâb-ı Hak cümlemizi; Haccını hakkıyla edâ edenlerden, Hacla gönüllerini Kâbe eyleyenlerden, O’nun sınırsız rahmet ve mağfiret hazînesinden hissedâr olanlardan ve Hacda kazandığı hasletlere halel getirmeden ömrünü tamamlayanlardan eylesin…

Yüce Rabb’imizin bizleri; bu “özge ibâdeti” özüyle kavrayan, şekliyle değil rûhuyla anlayan, Hac şuûrunu kuşanan, îman muskasını bedeninde yürek olarak taşıyan, Hacda dirilen ve Haccı dirilten mü’minlerden eylesin… 

İşte o zaman; Haccı zarfıyla değil, mazrufuyla idrâk eder; haccın mânâ, maksat ve hikmetini daha iyi kavrar ve Haccın derûnî anlamınatam mânâsıyla mülâkî oluruız.

İşte o zaman “min şe’airillah”[22] (Allah’ın nişâneleri) diye vasfedilen sembollerin sembolize ettiği anlamlara muttalî oluruz.

İşte o zaman; “Şeytan Taşlama”nın ne demek olduğunu daha iyi anlar, nefsimizle mücâdelede çok daha kararlı olur ve Hacda zirveye çıkardığımız şeytanla cihâdı son nefesimize kadar sürdürürüz. 

İşte o zaman, kulluk yolunda açtığımız bu yepyeni bir sayfayı günâh kirlerinden bir ömür arındırır, yâni Hac Orucu tutarak Hacda söz verdiğimiz  hususları ve kazandığımız hasletleri hayatımıza taşır ve “Yitik Cennetimiz”i buluruz.

İşte o zaman, yüreğimizde ve bedenimizde; içi boşaltılmış Hacdan arta kalan bir durgunluk ve turistik gezilerden bâkiye bir yorgunluk taşımayız. 

İşte o zaman burada kazandığımız mânevî hasletleri bir ömür yaşatır; Haclarımızın “aç” kalmasına mânî olur, Haccın; ahlâk, ibâdât ve muemelât yönlerini de hayatımızın sonuna kadar yaşatır, yani Hac Orucu’nu bozmazsak “hacı”larımızın da “acı” olmasının önüne geçeriz. 

İşte o zaman; ya yüreğimizi Kâbe’nin yüreğine yaslarız, ya da rûhumuzu Kâbe’nin aşkıyla besleriz. 

Ve işte o zaman; Haccın rûhunu diriltir ve Hacda “ruh kökümüzün” üstünde diriliriz…

Cenâb-ı Hak, Haccı âdet hâline geldiği için değil; İslâm Dünyası’nda ümmet şuurunun yeniden dirilişine vesîle olan, zihinlerde, yüreklerde ve fiillerde köklü bir inkılâp oluşturan câmî bir ibâdet olarak idrâk ve îfâ etmeyi cümlemiz nasîp ve müyesser eylesin!.. 

Yüce Rabb’imiz; bizleri Haccı şeklî olarak değil, işâret ettiği hakîkatlerin rûhunu kavrayan, zarfı ziynetlendirmenin ötesinde, mazrûfunu da hakkıyla kıymetlendiren ve Haccı mebrûr olan kullarından eylesin!.. 

Cenâb-ı Hak cümle mü’minleri; hem kalplerini Kâbe’ye koyanlardan, hem de kalplerine Kâbe’yi koyanlardan eylesin!.. Âmin!.. Âmin!.. Yâ Muîn!..

 “Namaz câmiden çıkınca, oruç Ramazan bitince, Hac Mekke’den dönünce başlar…” diyen Üstad Necip Fâzıl’ın bu veciz sözlüyle yazımızı bitirirken; hatm-i kelâmı da Mescid-i Nebevî’nin Rahmet ve Nîsa Kapılarına mübârek ecdâdımız Osmanlının hakkettiği bir duâ ile yapalım: 

“Yâ müfettiha’l-ebvâb” (Ey bütün kapıları açan Rabb’im!) 

“İftâh lenâ hayre’l-bâb” (Bize de en hayırlı kapıyı aç!)

Âmin!.. Âmin!.. Yâ Muîn!..

                                                                             

Dipnotlar

[1] Bakara, 2/138

[2] Azîz Mahmud Hüdâî

[3] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, V, 69

[4] İbn-i Mâce, Menâsik, 44

[5] Müntakî, Kenzü’l-Ummâl, V, 49

[6] Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, III, 478

[7] İbn-i Mâce, Menâsik, 5

[8] Müntakî, a.g.e., V, 14

[9] Hakîm, Müstedrek, I, 441

[10] Mîrî

[11] II. Bayezid

[12] Hucurât, 49/10

[13] Hac, 22/28

[14] İmâm-ı Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, II, 818

[15] Remel”, Kâbe’nin etrafında usulüne uygun biçimde dönmek anlamında fıkıh terimidir. Sözlükte süratli gitmek, koşmak, bir şeyde ziyadelik, ilave gibi anlamlara gelen remel, dînî bir kavram olarak ta­vafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı bir şekilde yürümek demektir.

[16] Hervele”, Safâ ile Merve Tepeleri arasında sa’y yaparken yeşil ışık­lar arasında kısa adımlarla koşarak, canlı ve çalımlı yürü­mek demektir.

[17] Abese, 80/ 22; Ğafir, 40/11; Hac, 22/5 

[18] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 2846

[19] Aclûnî, a.g.e., II, 402

[20] Mustafa İslâmoğlu, Hac ve Umre Yazıları, 18

[21] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e., 20

[22] Bakara, 2/158

Yazar
Mehmet GÜNEŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen