Deniz Yolculukları

Deniz Yolculukları

Osmanlı Devleti’nin büyük denizlere ulaşması deniz yolculuklarının önem kazanmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum zaman içerisinde bu türden yolculuklarla ilgili birtakım kaidelerin, inanışların ve teamüllerin gelişmesine sebep olmuştur. Fakat deniz yolculuklarına eskiden pek itibar edilmediğini söyleyebiliriz. Yetim Ali Çelebi’nin “Suyu bardakta demişler gemiyi dîvârda”[1] mısraı bile tek başına Osmanlı insanının deniz yolculuklarına nasıl yaklaştığını göstermeye yeter. Bu husus, bazı edebî eserlerde işlenmiş ve gemiyle yapılacak bir seyahat pek tavsiye edilmemiştir. Gelibolulu Âlî, Mevâidü’n-Nefâis’te yol boyunca dikkat edilmesi gereken şeyleri anlatırken şöyle der:

“Eğer azm-i sefer kılsan yarar attan cüda olma

Sakın deryaya girme, bir belaya müptela olma”[2]

Görüldüğü gibi denizde yolculuk pek tavsiye edilmez. Osmanlı döneminde yaşayan müellifler içinde özellikle Gelibolulu Âlî, bu deniz yolculuklarına hiç iyi bakmaz. Ona göre bu tür yolculuklar, birkaç durum haricinde caiz değildir. Hatta Kâbe’ye ve gazaya giderken de gemiye binmeye ruhsat verilmediğini söyler: “Akıllı ve bilgili kişiye gemiye girmek, zaruret olmadan deniz yolculuğu etmek doğru değildir. O zaruretin sınırı da, bir kıyıdan bir adaya geçmek ve ancak o adada olan bilgin bir mürşitten yüce şeriat yolunu öğrenmek için olur yahut tutulduğu ölümcül bir hastalıktan ölüp gideceği kesinleşip de kendisini iyileştirecek ilacı oradan alması akıl ve şeriat yönünden önemli olmak kertesine varmış bulunur. Yoksa bunlardan başka durumlarda caiz değildir.”[3]

Bu türden yolculuklara sıcak bakmayan şairlerden biri de Karamanlı Sabûhî’dir. Karamanlı Sabûhî, kendi tabiriyle “deryâ seferi”ni konu aldığı kısa bir mesnevisinde deniz yolculuklarından kaçınmak gerektiğini ısrarla söyler:

“Görmeyen kimsene deryâ seferin

İlden işidür o tûfân ḫaberin

Kılmayan bahr yüzünde harekât

Bilmez ol ber idügin kûy-ı necât

Gitme zinhâr sakın deryâya

Pâye düşme tama‘ idüp pâya

(…)

Kişi deryâda olunca kapudan

Cerr-i nān eylese yeg her kapudan”[4]

Deniz yolculuklarının taşıdığı riskler dolayısıyla, Osmanlı dönemi edebî metinlerinde Şeyh Sâdî Şirâzî’ya ait aşağıdaki beyit sık sık söz konusu edilir:

Be-deryâ der-menâfî‘ bî-şümârest

Eger hâhî selâmet der-kenârest

(Denizde birçok faydalar vardır. Fakat eğer sen selâmet istiyorsan o kenardadır.)

Muhtemel tehlikeler, deniz yolculukları konusunda bazı inanış ve düşüncelerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Buna rağmen gemi yolculuğuna çıkılırsa geçmiş zamanlarda yaşanan kötü şeylerin deniz üzerinde söz konusu edilmemesi gerekir. Bunun yerine hayırlı şeylerin konuşulması daha doğrudur. Aksi halde kişileri ölüm girdabına atacak hikâyeler anlatmak akıllı insanların kârı değildir. “İnşallah” demeden, “Filan gün gideceğimiz yere varırız” demek de doğru olmaz. Bu soğuk ve yanlış bir cümledir. Zaten böylelerinin tahminleri genelde doğru çıkmaz.[5]

Deniz üzerinde yolculuk yaparken ve korkulu, tehlikeli yerlerden giderken imamların sefer namazı esnasında uzun sûre okumaları da doğru değildir. Çünkü halk, korku ve gaflet içinde kıbleye yönelmiştir. Üstelik deniz üzerinde giden bir gemide halkın ayakta durması çok zordur. Böyle bir durumda sıkıntı ve ıstırap çekilir. Aylardan Ramazan ise bu sıkıntılara bir de açlık eklenir. Bütün bu durumlar namaz kılanların zihinlerine “tezce kılsa da kurtulsak” diye bir düşünce getireceğinden uzun uzun sûreler okuyup da namaz kıldırmak hiç de uygun görülmez.[6]

Bir Osmanlı, denizde yolculuğu herhalde dört sebeple tercih ederdi. Bunlardan birincisi hac, ikincisi ticâret, üçüncüsü memuriyet ve sonuncusu ise askerî seferlerdir. Burada bizi ilgilendiren ilk üç sebeptir. Hac yolculuklarının denizden gerçekleşmesi Devlet-i Âliye’de görülen uygulamalardandır. Fakat hacı adaylarının zaman zaman tehlikelere maruz kaldığı, gemilerin korsanlar tarafından basıldığı, insanların öldürüldüğü ve mallarının yağmalandığı sık görülen şeylerdendi. Hatta bazı fetihlerin bu tür sebepler yüzünden gerektiği Osmanlı tarihlerinde nakledilir. Burada akla ilk gelen Rodos ve Kıbrıs’ın fethidir. Böyle bir sebepten Malta adası da fethedilmek istenmiş, ancak alınamamıştır. Hac yolculuğu esnasında korsanlara esir düşen Macuncuzâde Mustafa’nın 1599’da yazdığı Sergüzeşt-i Esir-i Malta adlı eser, korsanlara esir düşüp Malta’ya götürülen bir Osmanlı âliminin hayatını anlatır.

Deniz yolculuklarında karşılaşılan sıkıntıların başında fırtına ve dalgalı denizler gelir. Bu sebepten birçok insanın hayatını kaybettiği ve gemilerin denizlerde kaybolduğu tahmin edilebilir. Nitekim bu konuda Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde şöyle bir hadise anlatır: Çelebi, Kırım’dan Anadolu’ya geçmek üzere “Balıklava Kalesi” yakınlarında bir gemiye biner. Gemi, bir süre gittikten sonra yolunu kaybeder ve gemide bulunanlar hangi yöne gidileceği konusunda tereddüde düşerler. Onların bu hâli Çelebi’nin ifadesiyle “Ol engin-i nâ-mübârekde ne reh ne râhber peydâ” mısraına uygun düşer. Bir ara gökyüzü kararır ve gök gürültüsü, şimşek ve şiddetli bir yağmur başlar. Gemidekiler çok korkarlar. Dede Dayı adlı bir ihtiyar yolculara ve gemicilere cesaret vermeye çalışsa da deniz kabarmaya ve hava şiddetlenmeye devam etmektedir. Denizin dalgaları gemiyi döverken gemicilerin ve yolcuların artık hâli kalmamıştır. Bunun üzerine insanlar dua etmeye, ihlâs-ı şerif okumaya istiğfar edip kurbanlar, adaklar adamaya başlamışlardır.

Bir ara deniz durulur gibi olur. Fakat dalgalar Bîsütûn Dağı gibi yükselip gemiyi dövmeye devam etmektedir. Sonra anbarın kapağı açılır ve ağır eşyalar denize bırakılır. Yine de kurtuluş ümidi iyice azalmaktadır. Gemidekiler birbirleriyle helalleşmeye başlar. Gemiciler geminin direğini keser. Direk denize düştüğü esnada on bir kişi ezilerek ölür. Bir aralık sağanak yüzünden gemi baş tarafından parçalanır ve anbarda bulunanan esirler ve diğer insanlar dışarı çıkıp bağırıp çağırmaya başlarlar. İnsanlar varil, fıçı, kabak, tahta parçası nevinden ne bulurlarsa ellerine alırlar. Evliya Çelebi de bu hâlden dolayı bir Yâsin-i Şerif okumaya başlamıştır.

Bir ara gemide bulunan kefereler, geminin sandalını denize indirmişlerdir. Evliya Çelebi, yedi yoldaşıyla beraber dalkılıç sandalın içine hücum eder. Çünkü bu sandal Çelebi’nin yedi yoldaşına aittir. Bu arada gemi baş tarafından kıç tarafına kadar ikiye ayrılmıştır. Biraz sonra gemi batar ve ondan geriye hiçbir iz kalmaz. Bu arada denizin üzerinde can pazarı vardır. Gemide bulunan tüccar, yolcu, gemici ve köle gibi yedi yüzden fazla kişi ya denizin dibine gömülmekte ya da bir şekilde deniz üstünde kalmaya çalışmaktadır. Evliya Çelebi ve yoldaşlarının bindiği sandalı görenler can havliyle ona hücum ederler. Biraz sonra bir dalga gelir ve sandalı devirir. Evliya Çelebi ve içindekiler denize düşer. Neyse ki, Çelebi’nin yüzmede biraz ustalığı vardır. Bu esnada o, kendisine Hz. Kuran’ı şefaatçi tutar, ziyaret ettiği evliyaların ruhaniyetinden yardım ister ve kelime-i tevhid zikrine başlar. Seyahat ettiği memleketlerdeki hâl sahibi insanlar hatırına gelir ve böylece korkudan sıyrılır. Bu esnada bir tahta parçası gelir ve Çelebi bu tahtaya sarılır. Bu tahta parçasına tutunan birkaç köle daha vardır. Çelebi, sandalla üç gün üç gece, tahta parçasıyla da bir gün bir gece deniz üzerinde kalır. Ve sonunda Silistre eyâletinde bulunan Keligra Sultan Dağları’na yakın bir yerde, bir kayalığa kavuşur. Keligra Sultan (Sarı Saltuk) Türbesi’nin dervişleri onları görürler. Türbenin yakınında karaya çıkan Çelebi ve yanındaki köleler burada birkaç kalıp dinlenir.[7]

Evliya Çelebi’nin başından geçenler, bugün bizim bilmediğimiz, eski kitapların sayfalarında kaybolmuş yahut yazıya geçmemiş türden felâketlerin içinde herhalde çok küçük bir yer işgal eder. Deniz yolculuklarına dair önyargının temelinde herhalde bu türden kazalar ve kurtuluş ümidinin çok az olması yatmaktadır.

Denizle ilgili her ne kadar olumsuz düşünceler olsa da Osmanlı Devleti ünlü denizciler yetiştirmiş ve bunlar özellikle Akdeniz’de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Denizcilik eğer bir ilimse, Osmanlı denizcileri, kaptan-ı deryâları ve leventler bu ilme şüphesiz büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Burada akla ilk gelen Barbaros Hayreddin Paşa, Pîrî Reis, Seydî Ali Reis, Kemal Reis gibi denizciler Akdeniz’de ve Hint Okyanunus’unda yürüttükleri faaliyetlerle Osmanlı denizciliğinin yüz akı olmuşlardır. Özellikle Pîrî Reis gibi âlim denizciler, yazdıkları eserler ve çizdikleri haritalarla bu sahada hâlâ dikkatleri üzerlerine çekmeyi başarmaktadır.

Pîrî Reis, ünlü eseri Kitâb-ı Bahriye’de gemi yolculuklarını söz konusu eder. Onun, kitabında bahsettiği fikirler dikkat çekicidir. Pîrî Reis’e göre denizde yolunu bulamayan kimseler zevâle gider. Böyle insanlar için denizler korkunç yerlerdir. Bilgisiz olan kişinin böyle yerlerde adeta içi erir. Denizlerin durumunu sadece bu işin ehli olanlar bilir, eğrisini ve doğrusunu anlar. Câhil olanlar suyun ilminden anlayamazlar. Eğer insanın kuvvetli bir sezgisi varsa bu deniz ilminin ne kadar hassas olduğunu derhal fark eder. Zaten akıllı olanlar denizin ilminden haberdar olmak gerektiğini daima bilir. Deniz yolculuğuna çıkacak kişi kendisi için gerekenleri öğrenmelidir. Bu kişiler bir kişiye sormadan yolunu bulabilmelidir. Yine Pîrî Reis’e göre her kim bildiğiyle amel eder ve yoluna giderse o kimse gemicidir. Kişi denizde kendi kendine iş göremezse bu iş için ehil olamaz. Peki, o zaman gemici olmanın ölçüleri nedir? Pîrî Reis, kitabında bu ölçülere de yer verir. Bunlardan biri gemicinin teyakkuzda olmasıdır. Çünkü fırtına çıktığı zaman tez davranmalı ve sığınacak bir yer bulmalıdır. Tehlikere karşı uyanık olan kişiler gemisini kurtarır ve pek bir zorluk çekmezler. Bunun yanı sıra şunu da bilmek gerek ki, denizlerin çeşitli halleri vardır. Bu sebepten herkesi denizden anlar sanmak hatadır. Deniz ehli olanlar bu işin ilmini, mevsimleri, ayın gökteki hâlini, yol arkadaşlarını hoş tutmayı iyi bilir ve başladığı her işi bitirirler. Böylece onlar iyilikleriyle tanınır, isimleri her yerde anılır. Denizci ayrıca hırstan ve tamahtan uzak durmalıdır. Kişiye her yerde kâmil bir mürşit gerekir. Bu yolda denizcinin yol göstereni ilmidir. Denizde kazasız bir şekilde yol alabilmek için bu işi iyi öğrenmelidir.[8] Kitâb-ı Bahriye’nin yanında denizde nasıl davranılması gerektiği, denizcilerin hal ve tavırları başka bazı eserlerde de işlenir. Bunlardan birisi Kâtip Çelebi’nin Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr adlı kitabıdır. Kısaca Tuhfetü’l-Kibar diye tanınan eser, aslında deniz savaşlarını ve özellikle de Barbaros Hayreddin Paşa’nın mücadelelerini ele alır. Ancak denizcilik, coğrafya ve haritacılık gibi konularda bazı tavsiyeler verir. Kâtip Çelebi, Osmanlı Devleti’nin denizlerde uğradığı başarısızlıklar ve Avrupalıların bazı tazyikleri sebebiyle böyle bir eser yazmaya mecbur kalmış gibidir. Nitekim bu durum eserinin ilk sayfalarında belirtilir.

Zamanla Osmanlı aydınının denizler ve deniz yolculuğu konusundaki yargısının yumuşadığı görülür. Devlet-i Âliye, 19 yy.’a geldiğinde artık Gelibolulu Âlî gibi düşünenler azalmıştır. Denizde yapılan seyahatler, zaman geçtikçe Osmanlı insanına daha cazip gelmeye başlayacaktır. Değişen ve gelişen gemi teknolojisi can ve mal kaybını daha aza indirince insanlar bu yolculuklardan korkmamaya ve daha huzurlu bir şekilde yolculuk yapmaya başlar. İhtifalci Mehmed Ziya -değişen bu algıya örnek olması açısından- şöyle der: “Kara seyahatinde görülen şu sühûletle beraber deniz yolculuğunu tercih ederim. Fi’l-hakîka Marmara’nın, Bahr-i Sefîd’in letâfeti kadar karada güzellik bulunmaz. Vagonun o dar penceresine büzülmeden ise o vâsi‘ denizleri temâşa ede ede gitmek elbet hoştur. Bilmem nedense! Denizde dâima bir letâfet, bir küşâyiş müşâhede olunur.”[9] Bu sözler değişen seyahat algısını da yansıtması bakımından önemlidir.

Dipnotlar:

[1] Metin Kayahan Özgül, “Demir Asâ Demir Çarık…” Hece Dergisi Gezi Özel Sayısı, Yıl: 15, Sayı: 174/175/176, Haziran/Temmuz/Ağustos 2011, s. 22.

[2] Gelibolulu Mustafa Âli, Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyâfet Sofraları (Mevâidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l Mecâlis) 1, Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s. 154.

[3] Gelibolulu Mustafa Âli, a. g. e., s. 216. Gelibolulu Âli’nin bu görüşlerinin İmam Mücâhid’in şu sözleriyle ilgisi olabilir: “Allah için harbetmek, hac ve umre haricinde deniz yolculuğu yapmak mekruhtur. Deniz yolculuğu yapanın, denize ibret nazarı ile bakması müstehabdır. Çünkü deniz, Allâhü Teâlâ’nın en büyük mucizelerinden biridir…” İmamzâde Muhammed b. Ebû Bekir el-Buhârî, İslâm Ahlâkı ve Âdâbı (Şir‘atü’l-İslâm), Fazilet Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul 2012, s. 147.

[4] Dîvân-ı Sabûhî, v. 32b.

[5] Gelibolulu Mustafa Âli, a. g. e., s. 164.

[6] Gelibolulu Mustafa Âli, a. g. e., s. 168.

[7] Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa-Bolu-Trabzon-Erzurum-Azerbaycan-Kafkasya-Kırım-Girit, 2. Cilt 1. Kitap, Haz.: Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman, YKY Yayınları, İstanbul 2008, s. 152-157.

[8] Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriyye Denizcilik Kitabı, Birinci Cilt, Baskıya Haz.: Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, (Baskı tarihi ve yeri yok), s.35-37.

[9] İhtifalci Mehmed Ziya, a. g. e., s. 13.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen