Can Seferdedir

 

İnsan sadece maddî sefere çıkmaz. O mânevî olarak da daima sefer hâlindedir. Tasavvufta insanın iç yolculuğunun sefer, seyahat, seyir, seyr ü sülûk gibi kelimelerle ifade edilmesi boşuna değildir. Buna tasavvufî eğitimde dikey yolculuk da derler. Bunun yanında bazen sûfîye çeşitli şehirleri gezdirirler. Bu ise yatay yolculuk olarak isimlendirilir.[1] Adı her ne olursa olsun ve nasıl yapılırsa yapılsın bütün bunlardan maksat insanın yetiştirilmesi ve kemal mertebelerini tamamlamasıdır. Yani sûfîlerin seyahatten maksatları nefis terbiyesidir.[2]

İnsan, her ne kadar dışarıdan sabit bir yerdeymiş gibi görünüyorsa da onun hareket halinde olan bir gönlü vardır. Hz. Mevlânâ insanın bu hâli için “Can seferdedir” der.[3] Bir Başka yerde de “Can sefer etmek ister, sen onu ağır bir bağ içinde bırakma. Âkıbet senin bağını koparır da âvare olur”[4] demektedir. Tasavvufî terbiyede “can”ın sefer hâlinde oluşu daima işlenegelmiştir. Yine Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebir’de bu hususu bir de şöyle ifade eder: “Tanrı erleri gönül gibi göklere sefer ederler. Seferleri menzillere, katırların palanlarına bağlı değildir. Bizim su ve toprağımız, güneşten gönül gibi olmuştur. Vücudumuzun her cüzü gönül gibi feleğin üzerinden uçarlar.”[5]

İnsan, dünyada ademden (yokluktan) âdeme (varlığa); âdemden ademe bir sefer hâlindedir ve bunu istemektedir. Bu oluşlar, yolculuklar her an gerçekleşmektedir. Bu sebepten can, rahat değildir. Dâimî bir hareket hâlindedir. Nitekim bu durum yine Mesnevî’de şöyle dile getirilir: “Can, seferde bir an rahatlığı, oyalanmayı ihtiyar etmez. Yolcu, hemen kendi meskenine dönmeli. Onun oyalanması yol kesici olur”[6]. Nitekim yollarda eşkıyalar, yol kesiciler vardır. Bunların hileleri ve tuzakları insanı derhal kuşatır. O sebepten “Yolcu yolunda gerek” denmiştir.

Dervişler uzun veya kısa gezintiler ile bir bakıma seyahatin insan ruhu üzerindeki güzel tesirlerini, onun vereceği hâlleri elde etmeye çalışır. Bununla ilgili bir anekdot Şakayıkı’n-Numaniyye’de nakledilir. Orhan Gazi, devrinin önde gelen mutasavvıflarından Geyikli Baba’ya İnegöl ve civarından arazi vermek ister. Geyikli Baba kabul etmek istemez. Orhan Gazi ısrar edince Geyikli Baba ona şöyle der: “Şu bulunduğum yerden dağa kadar olan bölgeyi fakirlerin hizmetine ver ki oralarda gezinerek dertlerine derman bulsunlar.”[7] Geyikli Baba’nın Orhan Gazi’nin vermek istediği araziler karşısında böyle bir sebebi ortaya sürmesi dikkat çekicidir.

Tasavvuf terbiyesinde seyahatin gayelerinden birisi de kişinin istenmeyen huylarından kurtulmasını sağlamaktır. Çünkü yollar ve yolculuk sâliki düşünmeye, muhasebeye ve kendiyle baş başa kalıp geçmişini muhakemeye davet eder. Bu hususa bazı tasavvuf erbabı da dikkat çekmiştir. İbn Arabî, seferin insan ahlakı üzerindeki perdeyi kaldırdığını söyler. Ona göre sefer, insanın iyi ve kötü ahlakî özelliklerini ortaya çıkarır. Bu anlamda kadın, peçesini kaldırdığında “seferati’l-mer’etü an vechiha” denir. Böylece kadının güzel mi, çirkin mi olduğu ortaya çıkar.[8] İsmail Ankaravî de şunları ifade etmektedir: “Seyahatin bir faydası da zamanın tecrübesiyle nefsin haşinliğinden, gevşekliğinden kurtulmaktır. Yani sefere, ahlakı güzelleştirdiği, iyiyi, kötüyü ortaya çıkardığı için sefer demişlerdir.”[9]

Buna göre kişi seyahat esnasında, nefsinin sahip olduğu alışkanlıklardan ve zevklerden kurtulmak için bir fırsat elde eder. İnsan tanıdıklarından, yakın çevresinden, sevdiklerinden ayrılıp gurbeti tadar. Böylece gariplik sıfatını da elde etmiş olur. Bunlar onu, yokluğa ve arzuladığı ölüme hazırlayan durumlardandır. Aslında bu durum sûfîler kadar diğer şairlerin de farkında olduğu bir şeydir. Karacaoğlan, bir şiirinde bunu şöyle ifade eder:

Sunam gurbet ilin kahrı,

Yumşak eder sert yiğidi[10]

Sûfîler seyahati her ne kadar ihtiyârî olarak veya mürşitlerinin yönlendirmesiyle tercih etseler de bazen hayatlarının belli bir döneminde seyahat etmeye mecbur kalmışlardır. Bunun sebeplerinden biri sürgündür. Tasavvuf tarihimizde Karabaş-ı Veli ve Niyâzî-i Mısrî gibi erenler zaman zaman sürgüne gönderilmişlerdir. Onlardan biri de Karabaş-ı Velî’nin halifelerinden Üsküdarlı Muhammed Nasûhî’dir. Hz. Nasûhî henüz bilinmeyen bir sebeple, birinin iftirasına uğrayarak 1714 senesinde Kastomonu’ya sürgüne gönderilmiş[11], burada bir süre ikâmet etmiş ve İstanbul’dan Kastomonu’ya seyahatini ve bu yolculuk esnasında yaşadıklarını “Kastamonu Seyâhatnâmesi” adı altında kaleme almıştır. O, sürgündeyken şu gazelini yazmıştır:

Yanma gönül nûr-ı cemâl sana yâ Hû görünür

Bakma gayra ‘izz ü celâl sana yâ Hû görünür

Âşık sîne-çâk olup tîr-i belâya hedef ol

Bir gün olur lutf-ı nevâl sana yâ Hû görünür

İnâyet ‘atşân ederse yine kazâda seni

Lutf-ı bahr-i âb-ı zülâl sana yâ Hû görünür

Âteş-i fürkat kül ederse gurbetde teni

Dil ü câna bezm-i visâl sana yâ Hû görünür

Mısrî-veş bu Nasûhî çekdi ise nefy ü belâ

Fazl-ı Hak’dan Mehdî misâl sana yâ Hû görünür[12]

Bu sürgün vesilesiyle çıkılan seyahatin, Hz. Nasûhî’ye ve dervişlerine birçok yararı olmuştur. Aslında ceza gibi görünen bu yolculuk ve sürgün hadisesi, onlar için çok önemli bir tecrübeyi beraberinde getirmiştir. Hz. Nasûhî, bu yolculuğu bir süre deniz yoluyla gerçekleştirmiş, Karadeniz’de Kefke Limanı’na vardıktan sonra yola kara yoluyla devam etmişlerdir. Yol boyunca birçok yerde konaklamışlar ve nihayet Kastamonu’ya ulaşmışlardır. Dönüşte de hemen hemen aynı yolu kullanmışlardır. Hz. Nasûhî gidiş ve gelişte kendi halifelerini ziyaret ederek rahat bir şekilde yolculuk etmiştir. Bu seyahati ve sürgünü esnasında hem kendi hayatı hem de erkânı için çok önemli bir kaynak olan Kastamonu Seyahâtnâmesi’nin yanında Mükâşefât ve Vâkıât adlı iki risale kaleme almıştır.[13] Hz. Nasûhî, Kastamonu’yu çok sevmiş ve Mürâselâtında “Kastamonu, Üsküdar, Allâh indinde müsâvîdir”[14] sözüyle bu iki beldenin kıymetine işaret etmiştir.

Sûfîlerin içinde, seyahate çıktıkları veya sürgüne gönderildikleri zaman geri dönebilenler olduğu gibi gittikleri yerlerde veya yolculuk sırasında vefat edenler de olmuştur. Bazen çöllerde, dağların zirvelerinde, bozkırın meskûn olmayan yerlerinde karşılaşılan yatırların, mezarların ve türbelerin bir kısmının, yolculuk esnasında vefat eden mutasavvıflara ait olduğu düşünülebilir.

 

Dipnotlar

[1] Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2012, s. 103.

[2] Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 99.

[3] Mesnevî, s. 533.

[4] Mevlâna, Divan-ı Kebir’den Seçmeler II, MEB Yayınları, İstanbul 1990, s. 102.

[5] Mevlâna, a. g. e., s. 169.

[6] Mesnevi, s. 635.

[7] Taşköprülüzâde İsâmuddin Ebu’l-Hayr Ahmet Efendi, Osmanlı Bilginleri-Eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye Fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, Çeviren: Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 31.

[8] İbn Arabî, Seferler, s. 18-19.

[9] Şeyh Rüsûhüddin İsmail Bin Ahmed El-Ankaravî, a. g. e., s. 80.

[10] Müjgân Cunbur (Haz.), Karacaoğlan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 284.

[11] Mustafa Tatcı, Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divanı, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2004, s. 26.

[12] Mustafa Tatcı, a. g. e., s. 26-27.

[13] Mustafa Tatcı, a. g. e., s. 28-29.

[14] Mustafa Tatcı, a. g. e., s. 115.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen